BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / “Yeni 28 Şubat”a ve Yaygın Sekülerleşmeye, Büyük Yozlaşmaya Karşı İttifak Oluşturmalıyız

“Yeni 28 Şubat”a ve Yaygın Sekülerleşmeye, Büyük Yozlaşmaya Karşı İttifak Oluşturmalıyız

Asker öncülüğündeki oligarşik Kemalist vesayetin darbe süreçleri ve baskıya, zora dayalı sekülerleştirme dönemleri, tevhidî uyanışın son derece diri ve zinde, İslami duyarlıkların yüksek ve laik Kemalist sisteme karşı direnişin güçlü olduğu dönemlerdi.Bu baskıcı sekülerleştirme sürecinden sonraki 16 yılda ise, kimi yasaklarda geri adım atılarak görece özgür bir ortam oluşturulmak suretiyle gönüllü sekülerleşme süreci başlatıldı. Bu süreç devam etmekte olup tevhidi uyanış süreci bu dönemde büyük yara almış, çok ciddi bir kan kaybı yaşamış bulunmaktadır. Kur’an halkaları, daha baskıcı dönemlerdeki yaygınlığını, diriliğini ve ruhunu kaybetmiş, birçokları dağılıp yok olmuştur. Hâlâ devam edenler ise ruhsuz rutinler haline dönüşmüştür. Tevhidî davet çalışmaları çok azalmış, bu çabayı göstermeye devam edenlere ise, “siz hâlâ orada mısınız?” küçümsemesi ile bakılır olmuştur.

Tevhidî uyanış süreci gruplarının büyük kısmı, maalesef laik Kemalist sistem içi siyasete “aktif destekçi” konumuna savrulmuştur. Bu yüzden, insanlara yol gösterip vahiyle buluşturacak bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı oluşturulamamıştır. Bu sebeple de, kuşatıcı ve güçlü bir yapıyla ve daha güçlü projelerle İslami kimliği ve daveti ülke çapında temsil edip gündemleştirecek bir örneklik ortaya konamamıştır. Böylece, laik seküler parti ve iktidarlardan bağımsız bir tevhidî söylemi, ilkeli bir duruşu yeni nesillere sunmakta büyük bir zaaf oluşmuştur. Sonuçta da, müslüman olduğunu söyleyenlerin çok büyük kısmı dünyevileşmiş, genç nesillerdeki bireyselleşme ve sekülerleşme son 30 yılın en yüksek seviyesine çıkarak tam bir yozlaşma ve çürüme sürecine girilmiştir.

Ayrıca son 16 yıl, Müslümanlara “sağdan yaklaşanlarca” laiklik propagandasının en fazla yapıldığı dönem olmuştur.Üstelik bu dönem, tevhidî uyanış öncülerinin çoğunluğunca da desteklenen iktidar tarafından, sürekli laiklik ve demokrasinin İslam ile bağdaştığı iddia ve iftirasıyla toplumun İslam algısının tahrif edildiği bir süreç olmuştur. Bu sebeple, 2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre, “dindarım ve beş vakit namaz kılıyorum” diyenlerin arasında “laiklikle bir sorunum yok” diyerek laikliğe olumlu bakanların oranı % 67’ye ulaşmış bulunmaktadır.

Muhafazakâr ve geleneksel “Müslüman” kesimlerde yaşanan gönüllü sekülerleşme (Dünyevileşme; Allah’ın ve dininin karıştırılmadığı, hevaya göre yaşanan hayat alanları oluşturma), kapitalistleşme, özellikle son 10 yılda zirveye ulaşmış bulunuyor.Ölçüsüz kazanma ve azgın bir tüketimi esas alan, lüks ve israf eksenli kapitalist kültürün “Müslüman”ları giderek daha fazla kuşattığına şahid oluyoruz. Hatta 15 Temmuzdan sonra, tepedekilerin öncülüğünde ve örnekliğinde kemalistleşmenin de, destekçileri olan tabanda çok yaygın bir eğilim hâline geldiği görülmektedir. Öyle ki, 15 Temmuz sonrası dönem, “neo-kemalist dönem” denmeyi hak edecek bir görünüm arz etmektedir. Başörtülü demokrasiyi içselleştirip sekülerleşenler, sonuçta başörtülü kemalizme ulaşmış bulunmaktadırlar.

Özellikle son on yılda, önce siyasal alanda yaşanan demokratikleşme/heva ve hevese tabi olma, daha sonra bireysel ve toplumsal tüm hayat alanlarını da kuşatmaya başlamıştır. Siyasal alanda demokratikleşmeye alışan “Müslüman zihin”, başka hayat alanlarında da seküler bir dönüşümü kabulde zorlanmamıştır. Zihinlere yerleşen seküler demokrasi kavramı, doğal olan dönüştürme tesiri sonucunda, bireyin, ailenin ve toplumun özünde sağladığı alışkanlık ve dönüşümle sair alanlarda da kolayca değişip demokratikleşmeye sebep olmuştur. Böylece, müslümanım diyenler önce siyasal alanda demokratikleşmişler ve giderek yaygınlaşan biçimde heva ve hevese tâbi seküler bir hayata yönelmişlerdir.

Birçok hoca, şeyh, akademisyen, “İslamcı” denilen aydınlar, yazarlar, “Kur’an’cı ve Hadisçi” denilenler, tarikat ve cemaat önderleri; medyada üslupsuz ve seviyesiz tartışmalar içine girmektedirler. Vahyin mesajını temsilde ahlaklı güzel örnekler oluşturmak yerine; Allah’ın hudutlarını aşarak gayba dair entelektüel gevezeliklere dalmaktadırlar. Bazıları birçok hurafeyi İslam diye anlatırken, bazıları da vahyin bildirmediği alanlarda oluşturdukları zanlarını İslam’mış gibi gündeme getirebilmektedir. Böylece, İslami kimliğin ve ahlakın ağırlığı ile bağdaşmayan bu tür tutumlarla, seviyesiz tartışmalarla fitneye sebep olmakta ve insanları İslam’dan uzaklaştıracak bir fesada yol açmaktadırlar. Ancak; tevhidde vahdet sağlayamayan tüm bu kesimler, hep birlikte laik bir partiyi seçmek için çağrılar yaparak demokrasi sandığında vahdet oluşturmaktan da çekinmemektedirler. Üstelik laik kemalist iktidarı desteklemekle kalmamakta, bir de bu laik iktidara destek vermenin, laik yöneticilere itaatin “vacip” olduğunu, laik “şirk” anayasası değişikliğine “evet” oyu vermenin “ibadet ve takva” sayıldığını, “farz” olduğunu, hatta laik yöneticiye itaatin “farz-ı ayn” olduğunu bile söyleyecek kadar savrulmuş durumdalar. Toplumu vahiyle buluşturmak ve vahyin mesajını dosdoğru temsil etmek sorumluluğunu taşıyanlar, Allah’ın dininin ölçü ve kavramlarını laik iktidar için araçsallaştırıp bir malzeme olarak kullanmaktan utanmamaktadırlar.

İşte, İslam adına bunca kötü örneği gören genç nesiller, tıpkı Batıdaki fıtrata aykırı Kilise dinini kabullenmeyip sekülerleşen, pozitivist, deist ve ateist olan kitleler gibi sekülerleşiyorlar, hatta deizme kayıyorlar. Büyük ve yaygın bir yozlaşma ve tam bir bozgun yaşanıyor. Çünkü fıtrata uygun olan vahyin belirlediği İslam’dır. Piyasadaki tahrif edilmiş, geleneksel ve modern cahiliye ile kuşatılıp kirletilmiş, Hak ile bâtılın karıştırıldığı “İslam anlayışı” Allah’ın dini olan İslam değildir ve fıtrat ona yabancıdır. İktidarın ve destekçilerinin, ellerindeki büyük medyatik imkânlarla propaganda ettikleri bu din, Kur’an ve sünnet ekseninden çıkarılmış bir “statüko dini” olup büyük bir iftira ile “İslam” olarak sunulmaktadır. Genç nesiller, her türlü hurafe, “milliyetçilik”, sağcılık, muhafazakârlık, kapitalizm, laiklik, demokrasi ve kemalizmle sentez edilmiş ve üstelik birçok zulüm, adaletsizlik ve yolsuzlukla da birlikte anılır hâle gelmiş bu dini İslam zannedip İslam’dan uzaklaşmakta, yaygın biçimde sekülerleşmektedirler.

Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam anlayışını temsil etmeye ve merhametle insanlara ulaştırmaya çalışanlar ise, son derece az olup hem mesajı yaygın biçimde kitlelere ulaştıracak imkânlardan mahrumdurlar, hem de kendi aralarında güç birliğini sağlayarak bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapıyı ortaya çıkarabilmiş değildirler. Ayrıca bu yozlaştırıcı sürecin, istikameti koruyan kesimlere yansıması da, duyarlılıkların azalması, fedakârca çalışmaların yok olması ve atalete yol açması şeklinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu sebeple, Hak mesaj, kitlelere henüz yeterli ölçüde sunulabilmiş değildir. Bu zaaflar ve bireyselliğin artması gibi savrulmalar sebebiyle, tevhidî davet ve eğitim konusunda kimi çırpınışlar zayıflayarak devam etse de, maalesef yeterli bir çabanın gösterildiği söylenemez. Bu yüzden de, dünyevileşme ve sekülerleşme çok daha hızlı bir ivme kazanmış ve daha çok yaygınlaşmış bulunmaktadır.

İşte bu vakıa karşısında bizlere düşen büyük sorumluluk;Allah rızası için ve merhametle, en yakınımızdan başlayarak, kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan iyi niyetli ama bilmeyen çoğunluğa ulaşarak, mü’min ve müslim olabilmenin Kur’an’da zikredilmiş şartlarını anlatmaya ve onların da hidayetine vesile olmaya çalışmaktır. Bunun için, bütün gücümüzle fedakârca çalışmak ve ölüm gelene kadar Kur’an ile büyük cihadı ikame etmektir. Bu bağlamda, her şartta tevhidî istikameti koruyarak, ciddi ve yaygın biçimde davet, eğitim ve vahye şahidlik mücadelesi vermek en büyük sorumluluğumuzdur.

Ancak maalesef, hak etmeseler de Müslümanların öncüsü konumunda olan birçok entelektüel, aydın, akademisyen, molla, hoca, kanaat ve cemaat önderi, ellerinde, kütüphanelerinde ve hatta hafızalarında var olan Kur’an’ın kurtarıcı, arındırıcı, inşa edici ve onur kazandırıcı aydınlık mesajını ihtiyacı olan insanlığa ulaştırma sorumluluklarını yerine getirmeyi bırakmış bulunuyorlar. Bunun yerine acele güç olma, iktidar olma, dünya nimetlerine ulaşma hırs ve arzularının güdümüne giriyorlar. Yahut da bazı maslahatlar ve kazanımlar hatırına tercih edilen iktidar destekçisi tutumla, hep birlikte on yıllardır meydana getirdiğimiz tevhidî birikimi sistem içi politik alanlarda harcıyor ya da kirletiyorlar. Bu sebeple de, hem Allah’a karşı kulluk yapma ve dini Allah’a has kılma, hem Müslümanlara karşı güzel örnek ve istikamet üzere öncü olma, hem de insanlığı kurtuluşa ve izzete kavuşturacak tevhidî daveti gündemleştirme ve vahye şahidlik yapma sorumluluklarından uzaklaşıyorlar.

Pek çok aydın, entelektüel ve akademisyen maalesef bu yanlış yolda, ilkesiz, istikrarsız, tutarsız bir duruşla, düşünce ve amellerinde zikzaklar çizen kötü örneklerden olmayı tercih ederek, kendileri dünyevileşip savruldular, büyük değişimlere uğradılar. Aynı zamanda İslam’ın mesajının insanlar nazarında kirlenmesine, modern bid’atlere bulaştırılmış Hak-bâtıl karışımı eklektik din anlayışlarının üremesine ve tevhidî toplumsal dönüşümün gecikmesine sebep oldular.

Sonuç olarak; tevhidî uyanış gruplarının, İslami kimlikli, Kur’an eksenli hür, bağımsız ve kuşatıcı bir yapı üretemedikleri, bağımsız özgün bir yapının örnekliğinde vahyin mesajını insanlığa ulaştıramadıkları, tevhidî bir vahdeti sağlayamadıkları çok boyutlu zaaflarla mâlül bir süreci yaşıyoruz.Hatta, ilk nesil benzeri bir “Kur’an toplumu nüvesinin” bile henüz oluşturulamamış olduğu, üstelik tevhidî davet ve şahidliğin ikinci plana itildiği seküler-liberal-demokratik-laik bir vasatta bulunuyoruz. Dünyevi ve ekonomik başarılar, zenginlikler, şöhret ve iktidarlarla, dünyevi kalkınma projeleriyle bütünleşen Müslümanlar, vahye dayalı sahih İslami bilginin, İslami dilin, İslami kavram ve kurumların referans ve meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarılışını bir sorun olarak görmez hâle geldiler. Geleneksel cahiliye ve atalar dini olan tarihsel İslam anlayışı (tasavvuf ve Osmanlı kültürü) ile modern cahiliye (laiklik, demokrasi, ulusçuluk, neo-liberalizm) ve “neo-Kemalizm”in sentez edildiği ve bu muharref din anlayışının “Hak din” ve “sırat-ı müstakim” olarak sunularak, toplumun bu istikamette dönüştürüldüğü bir süreçte, Müslümanlar giderek edilgen sürüler hâline geliyor.

İslam’ın; demokrasi, laiklik ve kapitalizmle uzlaştığı iftira edilip tahrif edilmeye ve Protestanlaştırılmaya çalışıldığı bu süreçte, çoğunluk “âlimler”, hocalar”, “İslamcı aydınlar” bu kötü gidişe doğrudan destek verirken, tevhidî uyanış süreci öncülerinin çoğu da susarak dolaylı destek verme konumuna düşüyorlar. Kimse ortaya çıkıp da, “hayır bu ortaya koymuş olduğunuz (laiklikle, demokrasiyle, kemalizmle ve kapitalizmle sentez ettiğiniz) din, Allah’ın dini değildir, sırat-ı müstakim değildir, bu İslam’a iftiradır ve İslam’ı tahrif etme çabasıdır” demiyor.

Birçok Müslüman, “yerlilik” ve “milli”(!)lik adı altında ulusalcı laik sapmayı yeniden ihya ve ikame etmeye çalışılan bu yeni cahiliye kültürünün kuşatması altına giriyor ya da birtakım maslahatlarla bu siyasi ve kültürel dönüşüme aktif destekçi konumuna kayıyor. Kapitalist-seküler-liberal-laik-demokratik sisteme entegre olmaya ve “seküler kutsalları, kavramları” farklı tanımlamalarla da olsa içselleştirmeye doğru sürükleniyorlar.

Birçok öncü şahsiyet de dâhil olmak üzere Müslüman kesimler, giderek bu büyük sapmayı umursamaz hale geliyorlar, hatta içinde yer almakta bir beis görmüyorlar. Kimi sebeplerle, bazı gruplarda, destekledikleri iktidara karşı eleştirel bir yaklaşım içine giriliyor olsa da, bu eleştiriler de asla bağımsız İslami kimlikli ilkesel eleştiriler olma seviyesi ve niteliği kazanamamakta ve yaşanan kimi haksızlıklarla sınırlı içeriden eleştiriler boyutunu aşamamaktadır. Yapılan büyük yanlış, yaşanan istikamet krizi ve bu yolda gerçekleşen ehlileşme, edilgenleşme hâli sonucunda, kamusal alanda, siyasal, ekonomik, hukuki ve diğer toplumsal alanlarda temsil edilmeyen bireysel bir İslami hayatla yetinilir hâle geliniyor. İktidarın da ısrarla böyle olunması gerektiğine vurgu yaptığı bu “bireysel Müslümanlık“lar giderek normalleşiyor, meşrulaşıyor, hayırseverliğe indirgenmiş “dindarlık”larla yetiniliyor.

Ölçüsüzce daha çok kazanmak ve daha çok tüketmek hırsının yol açtığı kapitalist bataklık içinde, bir yanda çoğunluk açlık ve yoksulluk sınırında yaşarken ve işsizlik had safhadayken, diğer yanda Müslümanlık adı altında bireysel ibadetlerini şeklen yerine getirenlerin lüks ve israf içindeki dünyevileşmiş hayatlarını arsızca sürdürebildikleri gerçeği utandırıcı boyutlara ulaşmış bulunuyor.

Bu zorlu mücadelede birlikte olmamız gerektiği hâlde, mevzilerini terk edip ganimete koşan Uhud okçuları misali, hep birlikte savunduğumuz “hat”tı bırakıp birtakım “kazanım”lar ve “maslahat”lar için, bâtıl sistem içi politikaya “aktif destek” vermeye giden kardeşlerimizi, terk ettikleri bağımsız tevhidî mücadele hattına geri dönmeye çağırıyoruz.Bizler, bir gün dönecekleri umuduyla onların bıraktıkları mevzileri de tutmaya çalışıyoruz. Ancak kendi görevlerimizle birlikte bütün “hat”tı tutmak ve savunmak için sayımız gittikçe azaldı. Üstelik çok yaygın ve güçlü dünyevileşme ve sistem içi politikaya savrulma eğilimi, yaşanan büyük yozlaşma ve sekülerleşme rüzgârı karşısında gücümüz ve takatimiz tükenmek üzere olup onların bıraktığı mevzileri de korumakta zorlanıyoruz. Bu kesimlere diyoruz ki; İslami mücadeleye ve tevhidi davete zarar veren büyük hatanızdan dönerek gelin ve terk ettiğiniz mevzilerdeki yerinizi alın ki, yeni bir tevhidî davet hamlesini hep birlikte gerçekleştirelim. İnsanlara yönelik vahye şahidlik sorumluğumuzu güçlü bir örneklikle ortaya koyalım.

Yapmamız gereken; izzetin tamamının Allah’ın yanında olduğunun bilincini ve tevhidî istikameti her şartta koruyarak, sözleri ve pratikleriyle Allah’a (cc) ve Rasûlü’ne (s) isyan hâlinde olanlarla asla uzlaşıp bütünleşmemektir. Hiçbir sebeple, laik partilerin destekçisi olmamak ve Müslümanları böyle bir konumda olmaya çağırmamaktır. Her türlü şartta, bağımsız İslami kimliğimizi ve ilkelerimizi korumakta ısrar etmektir. Her şeye rağmen Allah’ın tarafında yer almak, Rasûlullah’a lâyık ümmet olduğumuzu ispat ederek onun yolundan yürümektir. Şartlar ne olursa olsun, vahyî ölçülere sadakatte ısrar etmektir. Ne pahasına olursa olsun, Rasûlüllah’ın (s) mücadele sünnetine uymak, onun güzel örnekliğine ve nebevî yönteme ters düşmemektir. Yalnız Allah’a ibadet etmenin de, tevhidî imanın da gereği budur.

İşte bu bilinçle, bütün Müslümanları, bütün tevhidî uyanış süreci gruplarını; hemen vahdet oluşturulamasa bile, yaşanan büyük yozlaşma ve sekülerleşme tehlikesine karşı bir an önce ittifak oluşturmaya davet ediyoruz.Daha fazla geç kalmadan bu istikamette toplanmaya, yaşanan yaygın yozlaşmaya karşı güç birliği yapmaya çağırıyoruz. Daha sonraki süreçlerde ise, tevhidde vahdet oluşturup bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapıyı, yani insanlığa vahyin şahidliğini yapacak bir “Vasat Ümmet“i, bir “Kur’an toplumu nüvesi“ni birlikte oluşturma özlem ve umudunu da diri tutmaya davet ediyoruz.

Bilindiği üzere, 2009 yılında, tevhidî uyanış gruplarından dördünün temsilcileri olarak bir araya gelip bütün tevhidî grupları tek çatı altında toplayacak bir vahdeti hedefleyen “Kur’an Nesli Şurası” oluşturma çalışması başlatmıştık. Ancak 2010’da yapılan laik anayasaya referandumunda iki grup yanlış bir eğilimle, uyarılarımıza rağmen, sonucu Gülen çetesi vesayetine yol açan anayasa değişikliğine oy verme kararı alıp birlikte yürüttüğümüz bu çalışmayı akamete uğrattılar. Bu arkadaşlarımız, Gülen grubunun vesayetine yol açan laik anayasadaki 2010 değişikliğini destekleme maslahatını ya da bu değişiklikten bekledikleri ve sistem değişmedikçe her an kaybedilebilecek kimi kazanımları, tevhidî grupların vahdetiyle ilgili temel ve ilkesel maslahata tercih etmiş oldular. Aynı beklenti ve maslahatlarla, daha sonraki tüm referandum ve seçim süreçlerinde de bâtıl sistemin laik siyaset alanında kalıp diğer Müslümanları da bu alana gelip “aktif destekçi” olmaya, İslam’ı da tahrif etmeye çalışan laik bir partiden “taraf olmaya” çağırmayı sürdürdüler. Üstelik laik siyasete ve laik anayasalara verilecek bu desteğin, “ümmetten taraf olmak” anlamına geldiğini, hatta laik bir partinin İslam’ı tahrif edici çabalar içinde olan liderinin “ümmetin umudu” olduğunu ilan etmekten de çekinmediler. Bu destekleriyle, önce Gülenist vesayetin oluşumuna destek verme konumuna düşenler, sonraki süreçte de 28 Şubatçı ulusalcı Kemalistlerin ve MHP’nin yeniden devleti ele geçirmelerinin, bu sefer de onların vesayetinin yolunu açmış oldular.

Bu büyük yanlışı yaparak tevhidî uyanış ve diriliş sürecine büyük zarar veren bu grupların öncülerine sesleniyoruz:Bu büyük yanlıştan, ilkesel bir kararla kesin ve güven veren bir dönüş yaparak gelin, hep birlikte tevhidi istikamete sadakatle yeni bir hamle yapalım. Sâri bir hastalık gibi hızla yayılan, Müslüman kitleleri ve genç nesilleri kuşatıp yutan dünyevileşme ve sekülerleşme fesadına karşı yeni ve güçlü bir ıslah projesiyle kitlelere ulaşalım. Vahyin diriltici nefesiyle toplumu, genç nesilleri buluşturup bu kötü gidişe hep birlikte dur diyelim. Kur’an’ın mesajını ve tevhide daveti, yeniden ve daha güçlü bir biçimde toplumsal alanlarda gündemleştirelim. Giderek tüm İslami grupları hedef alacağı anlaşılan yeni 28 Şubat eğilim ve uygulamalarına karşı koyacak ortak ve güçlü bir irade üretelim.

15 Temmuz sonrasında, devlette tekrar etkin hâle gelen “yeni 28 Şubat” zihniyetini temsil edenlerin eliyle, şiddete karşı tutumuyla tanınan birçok bağımsız İslami gruba iftiralar atılmakta, mesnetsiz iddialarla “terör örgütü” muamelesi yapılmaktadır. Bu tür yaygın zulüm ve haksızlıklar zemininde, kendi yasalarına bile sadakatsizlikle ve siyasal-ideolojik kararlarla ağır cezalar verilmekte ya da sindirmeye yönelik baskılar yapılmaktadır. Şunu herkes iyi bilmelidir ki, başta yargı, TSK ve emniyet olmak üzere devlet kurumlarında 28 Şubat kadroları yeniden işbaşı yapmış bulunmaktadır. Üstelik bu kadrolar, kendi dönemlerine, yani eski 28 Şubat sürecine nazaran bugün çok daha cüretkârca davranabilmektedirler. Müslümanlara, başörtülülere “terörist” muamelesi yapacak, basın açıklamalarına katılan başörtülülerin örtülerini başından çekip alacak kadar gözü dönmüşçesine bir saldırganlıkla hareket eden bu kadrolar, bağımsız İslami çalışmaları yok etmeye ahdetmiş bir görüntü vermektedirler. Çünkü bugün, muhafazakâr kitleler nezdinde itibarı olan ve suret-i haktan görünen bir siyasi otoritenin koruma şemsiyesi altında olduklarını bilmektedirler. Bu yüzden, meydanlarda, salonlarda ve Cuma konferanslarımızda hak ettikleri en ağır eleştirileri yaptığımız kendi dönemlerinde, kendisini İslam’a nispet eden kitlelerin vereceği tepkiden korkarak bir kez bile Cuma namazımızı basamamış ve bizleri gözaltına alamamış olanlar, 2017 yılında bütün bu zulümleri rahatlıkla ve cüretkârca yapabilmişler ve korunmuşlardır.

Eski 28 Şubat’ın mağdurları, yaklaşık 20 yıldan bu yana sürdürülen büyük bir zulümle hâlâ zindanlarda çile çekmeye devam ederken, darbe teşebbüsleri örtülüp beraat ettirilerek işbaşı yaptırılan Ergenekoncu ulusalcı Kemalistler ile MHP kadrolarından oluşan “yeni 28 Şubatçılar”, yeni mağdurlar üretmeye devam ediyorlar. Eğer, bu gidişe karşı güçlü bir ittifakla ortak bir itiraz yükseltmekte gecikirsek, “eski 28 Şubat”taki onurlu direnişi gösteremezsek ve herkes suskunluk içinde sırasını beklemeye devam ederse, bilinsin ki “yeni 28 Şubat”ta sıra herkese gelecektir. “Yeni 28 Şubatçılar”, bağımsız İslami çalışmaların kökünü kazımaya ahdetmiş bir keyfilik ve saldırganlık sergilemektedirler.Buna rağmen, birinci 28 Şubat’taki duyarlılıklar, güçlü itirazlar, kolektif çabalar ve fedakârlıklar yok olmuş, dünyevileşme, bireysellik, sekülerleşme ve yozlaşma son 30 yılın zirvesine ulaşmış bulunmaktadır. Hâlbuki bugünün “28 Şubat”ı, suret-i haktan görünenlerin şemsiyesi altında çok daha şedit ve çok daha yok edici bir seyir içindedir. Bu yüzden, bugün eskisine göre çok daha duyarlı ve çok daha fedakârca bir mücadeleyi ikame etmek gerekmektedir. Bu sebeple, bir an önce bu gidişe dur diyecek, Hak adına direnip itiraz edecek ortak ve güçlü bir irade üretmeyi, daha fazla geç kalmadan mutlaka başarmalıyız.

Yıllardır yapa geldiğimiz ve burada bir daha tekrar ettiğimiz tevhidî uyanış süreci öbeklerine yönelik “önce kısa vadede ittifak, sonra ise uzun vadede vahdet”çağrımızın karşılık bulması duasıyla hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Rabbimiz yardımcımız olsun, istikamet üzere ayaklarımızı sabit kılsın. Öncelikle zulme ve yozlaşmaya karşı ittifakı, sonra da tevhidî akidede vahdeti nasip etsin inşaAllah.

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.

Bir Cevap Yazın