BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / İLKAV´ın 25. Yılında Mehmet Pamak´la Söyleşi 1.Bölüm

İLKAV´ın 25. Yılında Mehmet Pamak´la Söyleşi 1.Bölüm

  1. BÖLÜM :  “25 Yıldır Telefonlarımızı Neden Dinlediler? Neden Sürekli Yargıladılar?”

 

Ankara’da yayın yapan Radyo Denge adına, “Paralel Yapı” tarafından telefonları dinlenenler arasında ismi geçen İLKAV Başkanı Mehmet Pamak ile son “tele kulak skandalı” özelinden kalkarak, Ankara’daki 25 yıllık İslami mücadelesi ve egemen statükoların muhaliflerine karşı tutumları, nedenleri ve statüko ile muhalif İslami kimlik ilişkileri üzerinde konuştuk.         

                                                                                                    

Emniyet, yargı, eğitim, jandarma, istihbarat, TÜBİTAK vb. birçok devlet kurum ve kuruluşunda örgütlenip devlet içinde “paralel yapı” oluşturduğu en tepeden açıklanan Gülen cemaatinin, birbiriyle alakasız binlerce kişiyi, hayali “Selam Terör Örgütü” üyesi gibi gösterip yandaş yargıç ve savcıları kullanarak aldırdığı hukuksuz mahkeme kararına binaen son 3 yıldır dinlettiği ortaya çıkmış bulunuyor. İLKAV Başkanı Mehmet Pamak da dinlendikleri basına yansıyan listede yer alanlardan. Kendisiyle işte bu güncel konudan başlayarak, ülkedeki eski ve yeni statükoların ve muhalif İslami kimlik ve tevhidi daveti temsil edenlere karşı, özel hayat ayrımı yapmaksızın telefon ya da ortam dinlemesi yapması, soruşturma, yargılama baskısı ve tehdidi oluşturması üzerine ve bunun nedenleri hakkında konuştuk. Ankara’da faaliyet gösteren İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı İLKAV’ın kuruluşunun üzerinden 25 yıl geçmiş olması, yani çeyrek asrı tamamlayıp 25. yıl dönümü içinde bulunmamız da bu söyleşiyi yapmaya bizi teşvik eden bir başka sebep oldu. Zaten dinleme ve yargılamaya sebep olanın da Mehmet Pamak’ın düşünce ve eylemleri yanında başkanı olduğu İLKAV’ın faaliyetleri de olması hasebiyle, bütün bu konuları, kendisinin geçmişte yaşadıkları ve başkanı olduğu İLKAV’ın kuruluşu ve faaliyetleri ekseninde değerlendirmesini istediğimiz Mehmet Pamak ile gerçekleştirdiğimiz bir nevi hatırat boyutu da olan söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

Radyo Denge

Ankara-92.1- www.dengeradyo.com

 

Radyo Denge: Eğer siz de uygun bulursanız önce en yeni gündemle başlayalım. Basında “şok” manşetleriyle duyurulan dinlenen telefonlarla ilgili 2.280 kişilik ilk listede sizin de isminiz ve telefonunuz yer aldı. Bildiğimiz kadarıyla siz çok uzun zamandır sürekli dinlendiniz, yargılandınız. Bütün bunlar aynı zamanda başkanlığını yaptığınız İLKAV’ın faaliyetleriyle de ilgili olmalı. Bugünler aynı zamanda İLKAV’ın kuruluşunun 25. yıl dönümü. Bu sebeple son dinleme skandalından kalkarak sizinle İLKAV’ı da konuşalım istedik. Ama önce son olaydan başlarsak, Gülen grubuna mensup bürokratik yapı tarafından dinlendiğinizi biliyor ya da tahmin ediyor muydunuz, duyunca şaşırdınız mı?

 

Mehmet Pamak: On yıllardır dinlenen, takip edilen, sürekli soruşturma ve mahkemelerle sistemin saldırısına muhatap kılınan bir Müslüman olarak asla şaşırmadım. Zaten hem ilkesel olarak bunu yapanlara yakıştırır ve beklerdim, hem de uzun süredir belirtilerini gözlemliyordum. Hatta birkaç yıl önce dinlendiğimizi ifade edip savcılığa suç duyurusunda bile bulunmuştuk ama dikkate alınmamıştı.

 

ON YILLARDIR TELEFONLARIMI DİNLERLER, HİÇ KORKMADIM

 

Radyo Denge: Peki telefonunuzun dinleniyor olmasından, takip ve gözetleme altında tutuluyor olmaktan hiç endişe duymuyor musunuz?

 

 

Mehmet Pamak: Tabii ki, insanın özel hayatının dinleme, izleme ve takip altında olması çok rahatsız edici bir durum. Ancak bu rahatsızlık, söylediklerimin, yaptıklarımın arkasında duramayacağım için duyduğum bir endişeden kaynaklanmıyor. Tam tersine bu, özel hayatın hususiyeti, mahremiyeti dolayısıyla, başkalarının bilmesi gerekmeyen ve mahreminiz olan hayatınızın bile yabancılarca izlenmesi rahatsız edicidir. Özel hayatın dinlenmesi suretiyle insani, fıtri erdemlerle de bağdaşmayan bir ahlaksızlığa, İslam’ın günah saydığı “tecessüs”e muhatap olmanın oluşturduğu bir rahatsızlıktır bu.

 

Yoksa beni dinleyenlerin bilmek isteyebilecekleri, İslami inancım, İslami kimliğim, hedefim, fikrim, siyasi düşüncemle ilgili içeriği ve bu uğurda ülkemizde, toplum içinde neler yapmayı planladığımı, yapmak istediğimi ve neleri hedeflediğimi, neler yapmaya çalıştığımı on yıllardır zaten çok açık biçimde yazıyorum. Bunları meydanlarda polis kameralarının önünde haykırıyor, konferans salonlarında konuşuyor, hayatımda açıkça yaşıyor ve hatta çok daha açık biçimde bizzat DGM’lerde saatlerce süren savunmalarımda da tekrarlayarak arkasında duruyor ve bu tercihimden de onur duyuyorum. Yani bu bağlamda gizlediğim hiçbir şeyim olmadığı gibi, duyulmasından endişe edeceğim, korkacağım hiçbir şeyim de yok.

 

HAK VE ADALET İÇİN ÇALIŞIP,

KİMSEYE ZULMETMEYENİN KORKUSU OLMAZ

 

Radyo Denge: Neden korkacak bir şeyiniz olmaz? Neden bu kadar rahat ve huzurlusunuz?

 

Pamak: Çünkü ancak zalimler korkarlar ve onların mazlum kitlelerden korkmalarını gerektiren çok sebepleri vardır. Ama Hakka çağıran, tevhidi ve adaleti ikame etmeye çalışan, marufu yaymaya, münkeri engellemeye çabalayan, zulmü, şirki, ifsadı yok etmeye, ıslahı sağlamaya çalışan, her türlü zulme ve hak ihlaline karşı mazlumun yanında yer alıp hakkını savunan bir Müslüman’ın korkmak için bir sebebi olmaz.  Bizler, insanlık tarihi boyunca süregelen güzel örneklerimizin, vahye şahidlik yapan Peygamberlerin (s) ve ıslah ehli tevhid davetçilerinin yolunda, hep merhameti ve adaleti temsil ettik. Bugün de, bize zulmedenler de dahil olmak üzere insanların dünyada huzura, adalete kavuşması, ahirette de kurtuluşa ve cennete ulaşması için, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, sömürüden adalete ulaştıracak vahiyle buluşturmak için bir çırpınışı temsil ediyoruz.

 

Kimseye zulmetmedik, haksızlık etmedik ve asla şiddete başvurmadık. Hırsızlık, yolsuzluk yapmadık. Kimsenin malını haksızlıkla yemeye kalkışmadık, kimsenin hakkına el uzatmadık. Tam tersine bütün bunların bize yapıldığı süreçte, bizler bir yandan tevhidi mesajı yayarak zulmedenleri bile kurtaracak bir davet çalışması yürütürken, bir yandan da bu tür yozlaşma ve çürümelere karşı vahiyle ıslah mücadelesi vermeye çalıştık.

 

Egemen statükoların sahibi olan zalimler, tağutlar ise; bütün bu zulüm ve haksızlıkları bize ve diğer mazlum kitlelere 90 yıldan beri sürekli yaptılar. Halkın kaynaklarını çaldılar, sömürdüler, her türlü hukuksuzluğu rahatlıkla icra ettiler. Öylesine azgınlaştılar ki adaletsizlik ve zulüm, karakterleri oldu. Emperyalist kültürü dayatan “öğütüm” sisteminden, kapitalist sömürüye dayalı ekonomiye, İstiklal Mahkemelerinden darbelere, askeri vesayetten DGM’lere kadar eski statüko; sonra da aynı seküler kültür ve kapitalist ekonomiye eklemlenerek, emniyeti, yargıyı ve telekomünikasyon kuruluşlarını ele geçirerek tahakkümünü kurmak suretiyle, kitlesel telefon dinlemelerinden Özel Yetkili Mahkemelerdeki haksız siyasi kararlara, emperyalist güçlerle işbirliğinden yerli halkın iradesine ipotek koymaya kadar yeni statüko, tam bir şiddet ve terör estirerek, her türlü ahlaksızlığı ve hukuksuzluğu kolayca yapan bir cüretkarlıkla ülke insanlarına ve biz Müslümanlara zulmettiler, sömürdüler, her türlü düşmanlığı yaptılar. Buna rağmen, biz onları değil onlar bizi takibe aldılar, dinlediler, sürekli sorguladılar ve haksızlıkla yargıladılar. Onlarca yıla mahkum edip susturmaya, faaliyetlerimizi engellemeye, vakıf ve benzeri kurumlarımızı kapatıp tasfiye etmeye kalkıştılar.

 

Halbuki biz, bütün bunları yapan statükoya ve bize zulmedenlerin zulmüne karşı mazlum kitlelerin hakkını savunarak, hak, adalet ve özgürlüklerimizi gündemleştirerek, egemen şirk sisteminin/statükonun adaletsizlik ve ifsadına karşı vahyi esas alan bir itiraz ve tebliği gerçekleştirip, tevhidi yaymaya çalışıyor, sonuçta da kendi ülkemizde insanca ve Müslüman’ca yaşamak istiyorduk. Üstelik bu ülkenin Müslüman olmayan bütün kesimlerinin de, hiçbir zorbanın din ya da ideoloji dayatmasına muhatap olmadan, insani ve fıtri erdemler ortak paydamız çerçevesinde adaletle muamele göreceği, insanca, özgürce kendisini gerçekleştirebileceği bir adalet vasatının hep savunucusu olduk.

 

Bakın yaklaşık 17 yıl önceki zorlu ortamlarda yaptığımız açıklamalarda ve yazılarımızda yer verdiğimiz ifadelerden yapacağım şu alıntı, bugün söylediklerimizi aslında o günkü mücadele ortamında da söylediğimizi göstermektedir;

 

“O halde, herkesin cennete gitmesine vesile olacak bir daveti ve tüm insanlara yönelik merhameti, adaleti temsil eden bizler neden korkacağız? Kimseye zulümden yana değiliz ve şiddete dayalı yöntemler yerine, merhamet, adalet ve hikmet eksenli daveti esas alıyoruz. Kimseye şiddet kullanarak ve terör estirerek dinimizi dayatmıyoruz. “Dinde zorlama yoktur”, “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Bakara 256; Kehf  29) ayetleri çerçevesinde, sadece merhamete dayalı bir daveti götürmekle görevliyiz. Üstelik, dinimize ve bize savaş açmayan her türlü inanç ya da düşüncenin müntesiplerine, iyilik yapmaktan, müsamaha ve adalet ölçüleri içinde davranmaktan yanayız (Mümtehine 8).

 

“Bize egemen olan zalimler ise, bunca haksızlığı, zulmü, sömürü ve talanı gerçekleştirdikleri için, gerçekte korkması gerekenler kendileri olduğu halde, onlar korkmuyorlar da, bizler, hak, adalet ve merhamet temsilcileri olarak, neden korkacak mışız? Bu konuda, Hz. İbrahim’de de (a) bizim için güzel bir örnek vardır. O, kendisine zulmeden müşrik kavmine ve şirk yönetimlerine şöyle sesleniyordu: “Hem siz, Allah’ın hakkında bir delil ve belge indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım” (En’am 81). Çağdaş Nemrutların oluşturdukları korku krallıklarının temellerini ancak işte böyle İbrahimî bir tavırla sarsabileceğimizi ve özgürlüğe ancak böyle onurlu bir duruşla kavuşabileceğimizi unutmamalıyız. Kimseye zulmetmemeli, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmamalıyız. Ancak, kendimize de haksızlık ve zulüm yapılmasına asla müsaade etmemeliyiz. Zulme rıza göstermemeliyiz; kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın her türlü zulme karşı itirazın, başkaldırının, direnişin onurunu kuşanmalı ve mazlum kim olursa olsun mazlumdan yana adil bir duruşu sergilemeliyiz.

 

“Haklı olmak, adil olmak ve hak çizgide bulunmak, bize büyük ve yenilmez bir direniş gücü, yüksek bir azim ve cesaret sağlayacak olan büyük güç kaynağımızı oluşturmaktadır. Haklı olmanın, Hakk’a iman edip, hak yolda sebat etmenin ve adaleti temsil etmenin sağlayacağı bu gücü, uzun vadede alt edebilecek hiçbir dünyevi güç ve silah icat edilmemiştir, icat da edilemeyecektir. Yeter ki, haklı olmaktan, hak yolda bulunmaktan hiçbir şartta vazgeçmeyelim ve her yerde başımız dik olarak savunabileceğimiz adil İslami kimliğin izzetli çizgisinden hiçbir sebeple ayrılmamaya büyük özen gösterelim. O halde, haklı olmanın ve hak yolda bulunmanın kazandırdığı bu güçle, zalimleri ve zulümlerini, sömürülerini, yüksek sesle ve korkusuzca sorgulayıp itiraz etmeli, hak ve özgürlüklerimizi ise sonuna kadar savunmalıyız. Özgürlüklerin hediye edilmeyip ancak fethedilerek ve bedeli ödenerek elde edilebileceğinin bilinciyle, hak ve özgürlüklerimiz uğruna bedel ödemeye hazır olduğumuzu gösterecek onurlu ve şahsiyetli duruşlar sergilemeliyiz.”

 

Radyo Denge: Aslında, kendilerinin dayattıkları ile Müslümanların onlara da teklif ettikleri yaşam biçimini, akl-ı selimle değerlendirip mukayese edebilseler, düştükleri zelil konumu büyük ihtimalle kendileri de kavrarlar.

 

Pamak: Güzel bir noktaya temas ettiniz, gerçekten de çarpıcı bir mukayese olur bu. Bakın eskisiyle, yenisiyle statükodan iktidar ve rant devşirenler, bu ayrıcalıklarını korumak amacıyla, bize ve kendi çevrelerine, dünyada zillete, ahirette ise cehenneme götürecek şirki, adaletsizliği, haksızlığı, isyanı ve ifsadı dayatıyorlar, zorla kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu sebeple de esas korkması gerekenler, Rablerine de baş kaldırarak bize zulmeden ve inancımız istikametinde bir hayatı özgürce yaşamamıza engel olan zalimlerdir. Korkmayı hak edenler ülkemizin kaynaklarını talan edip, halkımızı sefalete mahkum edenlerdir. Esas korkması gerekenler, halkımıza büyük zulümler yaparak, İslami kimlik, kültür ve değerlerini zorla terk ettirerek, emperyalist Batının seküler, paganist medeniyet ve kültürünü kan dökerek, “kelleler kopararak” dayatanlardır. Pozitivist, materyalist eğitim politikalarını dayatarak alfabemizi değiştirenlerdir; İslam dininin eğitimini de yasaklayarak halkımızı köklerinden koparanlardır. Allah’ın emir ve yasakları demek olan “şeriat”ı birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan edenlerdir.

 

Ve bugün de esas korkması gerekenler, on binlerce insanların özel hayatlarını takibe alarak izleyip dinleyenler, elde ettikleri mahrem bilgileri ifşa ederek montaj kasetlerle şantaj yapıp iktidar ve rant elde etmeye kalkışan ahlaksızlardır. Hocalarını ilahlaştırıp Allah’ın dinini tahrif ederek ve dinler arası diyalogla Papalık misyonunun emrine girip kapitalizmle, laiklikle İslam’ı uzlaştırmak suretiyle Protestanlaşma projesine “hizmet” ederek, başta İslam’a ve Müslümanlara, sonra da kendi nefislerine zulmedenlerdir.

 

Bizler ise, bütün bu zalimleri de, bizi de, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dünyada izzet ve şeref kazandıracak, zulümden kurtarıp adalete ulaştıracak, ahirette de kurtuluşa ve cennete müstahak olmayı sağlayacak vahyi mesajı zorlamadan sadece tebliğ ve teklif eden bir merhameti temsil ediyoruz. Ayrıca herkes için, insanlık onurunu koruyup geliştirmeyi ve imtihan vesilesiyle istediği inancı serbestçe tercih edip yaşama özgürlüğünü talep ediyoruz. Buna rağmen, bu büyük farka rağmen, kalpleri, kulakları, gözleri mühürlenip perde çekilmiş olanlar bunu bir türlü göremiyor ve akledemiyorlar.

 

ASIL KORKMASI GEREKENLER, STATÜKODAN İKTİDAR ve RANT DEVŞİREN,
BU SEBEPLE DE HALKA ZULMEDEN ZALİMLERDİR

 

Radyo Denge: O halde asıl korkması gerekenler zalim statükoların sahipleri olmalı mı diyorsunuz?

 

Pamak: Zaten öyle de oluyor. Bu kadar zulmetmeseler, haksızlık ve hukuksuzluk yaparak halka ait imkanları gasp etmeseler, hakları olmayan yetkileri ve gücü oyunla, hileyle ele geçirmiş olmasalar; “eyvah fark edilirse bütün ayrıcalıklarımızı kaybederiz” korkusuna kapılırlar mıydı? Yeni baskı ve zulümlere başvurarak halkı sindirmeye kalkarlar mıydı? Halkımızın ve değerlerinin düşmanı olan emperyalist sömürücü güçlerle işbirliği yaparak kendi halklarının iradesine kumpas uygulamaya teşebbüs ederler miydi? Herkesi şok eden bu kadar kitlesel dinlemelere, bu kadar çok kişinin özel hayatını gözetleyen bu kadar büyük ahlaksızlığa ve haramı meşru sayan bu sapkınlığa ihtiyaç duyarlar mıydı?

 

İşte bu sebeple asıl korkması gerekenler; bunca adaletsizliği, şirki, ifsadı, münkeri, zulmü egemen kılanlar, bunca haksızlığı, hukuksuzluğu yapanlar, kendilerinden olmayan insanlara hayat hakkı tanımayıp tuzak kuranlar ve insanların mahremini dinleyip ifşa etme ahlaksızlığını gerçekleştirenlerdir. Allah, bize İbrahim (as)’ın Nemrut ve yandaşları gibi zalim ve müşriklere karşı onurlu, muhalif ve korkusuz duruşunu örnek olarak bildiriyor. Dolayısıyla biz Hakka, tevhide ve adalete çağırıyorken, onlar, yani bunca bid’at ve hurafeyi dine katarak, Allah’tan başkalarını da ilahlaştırıp imanlarına şirk bulaştıranlar, üstelik bunca haksızlığı, zulmü, haramı, binlerce insanın özel hayatlarının röntgenciliğini yapmak gibi bir düşüklüğü de yaşadıkları, büyük bir günaha bulandıkları halde korkmuyorlar da, biz onların ilah edindikleri hevalarının batıla dayalı tehditlerinden nasıl korkarız?

 

Tabii ki, bu geniş kapsamlı dinleme operasyonu, devlet bürokrasisinde bu tür hukuk tanımayan uygulamalarla eşkıyalık yapan, insani ve İslami bütün ölçüleri, değerleri yitirmiş ahlaksızlar haline gelmiş küçümsenmeyecek bir kadronun varlığını gösterir. Üstelik böyle bir zihniyetin müntesiplerinin güvenlik ve hukuku sağlama görevi üstlenmiş emniyet ve yargı gibi en önemli kurumlarda örgütlendikleri gerçeği, tabii ki toplumun huzuru, güvenliği ve geleceği bakımından önemli bir tehlikenin varlığına işaret eder. Mekke müşrikleri bile, bu derece pervasızca ve yaygın biçimde özel hayat röntgenciliği yapmamışlar ve buradan elde ettikleriyle muhaliflerini tehdit etme, şantaj yapma düşüklüğü göstermemişlerdi.

 

Radyo Denge: Sizi dinlemiş olmalarından inşallah bir hayır doğar da, sizin hayatınızdan ibret alıp kendi düşüklüklerinin farkına varırlar. Sizin milletvekilliği, iktidar nimetleri, zengin olma imkanları önünüze serilmesine rağmen reddedip, batıla bulaşmaktan, dünyevileşmekten, şirk sistemine eklemlenmekten uzak durmanız inşallah onlara örnek olur.  İktidar nimetlerine koşmak yerine tam tersine, her türlü dışlanmaya, yok sayılmaya, sesinizi ulaştıracak medya imkanlarının bile esirgendiği bir konuma bile razı olarak, en kısıtlı imkanlarla tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluğunuzu yerine getirmeye dair çırpınışınızı bu dinlemeler vesilesiyle inşallah fark ederler. Böylece sizin elinizin tersiyle ittiğiniz imkanları elde etmek için kendilerinin neleri feda ettiklerini fark ederek, hak-batıl karışımı bir inanç için, iktidar ve güç olmak adına göze aldıkları zilletten dolayı, belki utanarak hallerini sorgularlar diye temenni etmek gerekiyor galiba…

 

Pamak: İnşallah bu dinlemeler böyle bir uyanışa vesile olur. Ama bu tür insanlar vahiyden uzak hurafeci bir dine inandıkları, üstelik bu dinin hak din olduğundan çok emin oldukları ve genelde fıtraten de bozulma sonucu insani erdemleri de kaybederek bu konuma düştükleri için ibret alıp düşünmeleri, sonuçta bu zindandan kurtulmaları da çok zordur. Yine de inşallah içlerinde bazıları bu vesileyle vahye ulaşıp hallerini sorgulayarak hidayete ererler. İnşallah bu dinlemeler sırasında öğrendikleri, kendi ellerinde bulunan güç ve imkanlarla mukayese bile edilmeyecek şartlar içinde tevhidi daveti, Kur’ani hak mesajı hâl ve kâl ile yayma çabalarımızdan etkilenerek hidayete ulaşanlar olur. İnşallah kendilerine nazaran çok daha dürüst ve adil olduklarını bu vesileyle gördükleri başkalarının hayatına yönelik bu tecessüs eyleminden dolayı mahcubiyet ve utanç duyarak, bu günahtan ve imanlarına şirk bulaştırmaktan tevbe ederler.

 

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, egemen statükodan beslenenlerin bu tür bir akletme çabası göstermeleri zordur. Şu yaşananları görmüyor musunuz? Yeni statükoyu ele geçirmiş bu vesayetçi kadro, ders alıp pişmanlık duymaları, hallerini sorgulayıp geri adım atmalarını gerektiren bunca çarpıcı ahlaksızlıkları ve zulümleri ifşa olduğu halde, çıkarlarını putlaştırmış ve dinlerini statükonun diniyle özdeşleştirmiş olan bu zihniyetiyle, bir türlü ders ve ibret alıp halini sorgulayamıyor. Ele geçirdiği hakimiyeti ve ayrıcalıklarını koruma refleksiyle ve sapkın bir ibadet bilinciyle, daha da ahlaksızlaşmaktan ve daha fazla azgınlaşmaktan başka bir şey yapmıyor, yapamıyor. Bu halin bir sebebi olarak da, Kur’an’ın emrine ters düşse bile “Hoca Efendi”lerinin emirlerini veya kendi hevalarını esas aldıran yanlış din anlayışlarının etkisiyle fıtratlarının da bozulmuş olması ifade edilebilir.

 

Güç ve rant sahibi olmalarını sağlayan statükonun sahipleri, sömürüp zulmettikleri, haklarını gasp ettikleri mazlum halkların hesap sormasından korkarak, onları sindirmek için zulümlerini arttırırlar. İşte bu korkuyla en küçük itiraz, eleştiri ve muhalefete tahammülleri yoktur. Hak ve adalet taleplerine kulak vermek, kendilerini sorgulamak yerine daha fazla ceberutlaşıp zulümlerini arttırırlar. Halbuki Allah’ın ahirette yapacağı azaptan korksalardı bu kadar zulmü yapamazlardı.

 

STATÜKO EGEMEN SINIFA İKTİDAR VE RANT SAĞLAR

VE BUNUN İÇİN SÜREKLİ ZULMEDER

 

Radyo Denge: Bu “statüko” ve “statükonun dini” konusunu ve egemen statükonun sahipleri ile muhalif Müslümanların toplumlar içinde neyi ifade ve temsil ettiklerini biraz açar mısınız?

 

Pamak: Zalimler, ilkesiz biçimde güç olmaya yönelenler, dünyevi bir hırsla iktidar ve rant peşinde koşanlar, bir ülkenin devletini ve kurumlarını ele geçirip kendilerine bu imkanları sunan ve halka/mustazaf kitlelere tahakküm yetkisi veren statükolarını/düzenlerini kurduktan sonra, bir daha bu düzenin sarsılmasına, bu sömürü çarkının değişmesine veya durmasına fırsat vermek istemezler. Muhalif her sesi bastırmak, ezmek ve sindirmek isterler. Bu bağlamda her statüko, sömürücü egemen güç oluşturan ve ülkelerin iktidar ve rantını elit bir sınıfın eline veren ve bunu sürekli kılan bir durağanlığı oluşturur. Bu durağanlık da söz konusu haksız konumun sürdürülmesi suretiyle kokuşma ve çürümeyi ifade eder.

 

İnsanlık serüveni boyunca, iktidar ve rantı ele geçiren egemenlerin çıkarları istikametinde oluşan statükonun sahip çıktığı ya da kullandığı bir din algısı olmuştur. Egemen statükolar, yönettikleri kitleleri her dönemde “statükonun dini” diyebileceğimiz bu din algısına inanmaya çağırmış, yönlendirmiş, hatta zorlamışlardır. Her dönemin egemenleri, kendilerine çıkar sağlayan düzeni sürdürmek için, yönettikleri kitleleri Allah’ın dini olduğunu iddia ettikleri bu muharref din algısıyla uyutup, “Allah ile aldatarak” statükoya itaate ikna etmişlerdir. Sömürü düzenlerini sürdürürken, kitleleri bu din algısını kullanarak aldatıp oyalamışlar, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.

 

İSLAM, STATÜKOLAŞMAYA

VE SÖMÜREN EGEMEN BİR SINIFA İZİN VERMEZ

 

Radyo Denge: Peki İslami bir sistem kurulduktan sonra da böyle bir risk var mıdır?

 

Pamak: Tabii ki, insanın olduğu her yerde bu risk vardır. Hangi sistem olursa olsun, gücü ve iktidarı ele geçiren kadro, evrensel üst bir değerin (vahyin) kontrol ve denetiminden çıkarak bu iktidar imkanını kullanarak kavmine, taraftarlarına, yandaşlarına, hizbine, sınıfına rant ve ayrıcalık sağlayan bir düzen oluşturup bunu koruyacak ve sürekliğini sağlayacak bir örgütlenme, bir mekanizma oluşturursa o sistem statükolaşır. Ama böyle bir durum İslami sistemde, Allah’ın hükmüyle hükmetmekten vazgeçip, istikameti kaybederek egemen grubun çıkarlarını esas alan bir sapma olarak ortaya çıkar ve artık o sistem İslami olma vasfını da yitirir.

 

Allah’ın hükmü yerine, heva ve zanna dayanarak üretilen kurallarla yönetilen şirk sistemlerinde ise; ister demokrasi, ister diğerleri olsun, hevanın egemenliği söz konusu olduğu için, seçilerek ya da başka yollarla işbaşına gelenlerin statükolaşmaları, ellerindeki yasa yapma yetkisini taraftarlarının çıkarlarını koruyacak istikamette kullanarak arzda fesad çıkarmaları, adaletsizlik yapmaları, sömürü düzeni kurmaları kaçınılmaz sonuç olmaktadır. Bu yüzden şirk sisteminin sürekli karakteri ve doğal sonucu, statükolaşma, yozlaşma, çürüme, adaletsizlik ve sömürü iken, İslam toplumlarında var olan İslami bir sistemde bu hal bir sapma olarak ortaya çıkar. Ama İslam bu hali önleyecek unsurları da içinde taşır.

 

Bu sebeple İslam toplumu ölçülere uyduğu, dinin öngördüğü kurumları hakkıyla çalıştırdığı takdirde İslam, sistemin statükolaşmasına ve statükoyu koruyan din anlayışının oluşmasına asla izin vermez. İslam’ın, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden statükonun dini haline dönüşmemesi için Allah, mü’min kullarına önemli sorumluluklar yüklemiştir. İslami iktidarlara önemli bir görev olarak yüklediği “emri bil maruf ve nehyi anil münker”i, iktidarların yoldan çıkıp zulmetmeye başlamaları halinde de, büyük bir sorumluluk olarak Müslümanlara emretmiştir. Bir başka husus, Allah mü’min kullarına, ümmete, kararların alınmasını ve işlerin yönetimini “şura” ile yapmalarını, emanetin ehline verilmesini, adaletle hükmedilmesini, aksi takdirde gidişata müdahale etme yetkisini ve sorumluluğunu yüklemiştir.

 

Ayrıca bir yandan müminlerin iki günün birbirine eşit olmaması, sürekli iyiye, doğruya, güzele, hakkı yaymaya ve hayrı çoğaltmaya doğru tekamülü hedefleyen bir istikamet gösterilmiştir. Diğer yandan da dinin değişmezleri, evrensel ölçüleri çerçevesinde, Allah ve Resulünün emrettiği naslar alanında teslimiyeti esas alan bir hat üzerinde gidişe doğru sürekli bir yönlendirmeyle İslami sistemin  statükolaşması engellenmek istenmiştir. Böylece, tevhid ve adalet ölçülerinin değiştirilemezliğini esas alıp, vahyin oluşturduğu hudutları koruyarak, içtihad alanında ise değişim ve gelişimin önünü açarak dengeli, istikrarlı ve istikamet üzere gelişmeye açık bir tevhid dini algısıyla İslam’ın statüko dini, “ılımlı İslam” haline dönüşmesine engel olmak hedeflenmiştir. Yani bir yandan çağın şartlarına göre gelişmeye açık, diğer yandan temel ilkeler ve sabiteler planında istikameti koruyup, sapmalara karşı uyanık ve tedbirli olan sürekli bir inkılabi çabayla, sürekli bir devrimi yaşamak söz konusu edilerek, İslam’ın statükolaşmasının önüne geçecek tedbirlere yer verilmiştir.

İşte bu yüzden İslami adalet sistemi, bir günü diğerine eşit olmaya fırsat vermeyen sürekli bir devrimciliği gerekli kılmaktadır. İslami yönetimler, sürekli daha iyiye doğru olan bu inkılabi ruhu yitirip adaleti en ücra köşelere kadar ulaştırma duyarlılığını kaybederek, ülkenin herhangi bir köşesindeki mahalli yönetimlerin bile halka zulmetmesini, hem halk olarak, hem de iktidar olarak “emri bil maruf nehyi anil münker” ile denetleyememe, düzeltememe haline düşerek durağanlaşmak durumunda statükolaşmaya başlayabilirler. İktidardakilerin, ele geçirdikleri iktidar ve rantı adaletle topluma yayamayıp, kendilerine ve yakınlarına has kılmaya başlamaları muhafazakarlığı ve statükolaşmayı, sonuçta bu statükoyu korumak için dini de kendilerine uydurma sonucunu doğurur. Çünkü bu imkanları kendisinin kabul eden zihniyet, onu korumak için, statükoyu yaşatacak bir din algısı aramaya ve oluşturmaya ve böylece ele geçirdiği konumu meşrulaştırmaya yönelir.

Muhafazakârlaşmaktan, statükolaşmaktan korunmanın yolu, bir yandan “ruczdan hicret etme” ilahi emrini sürekli bir işlevselliğe kavuşturmaktır. Ve bu emir gereğince, şirk ve her türlü ahlaki kirlilikten, zulüm, sömürü ve adaletsizlikten uzaklaşma, arınma çabasına süreklilik kazandırmaktır. Diğer yandan da, yönetimlere yönelik “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğunun süreklilik halinde ve işlevsel biçimde yerine getirilmesinin önünü açmak, kolaylaştırmak ve ilk halifeler döneminde olduğu gibi teşvik edip, onurlandırmaktır.

STATÜKOYA VE ZULMNÜNE KARŞI MÜSLÜMANIN GÖREVİ,
BAĞIMSIZ İSLAMİ KİMLİKLİ MUHALEFETTİR

 

Radyo Denge: O halde statükolaşmaya, çürümeye karşı Müslümanlara düşen, yöneten kim olursa olsun her şartta vahyi ölçülerle muhalif olma vasfını korumak ve muhalefet sorumluluğunu yerine getirerek ıslah çabası içinde olmaktır diyebilir miyiz?

 

Pamak: Tam da dediğiniz gibi, kim yönetirse yönetsin, statükodan beslenen kimin kadroları olursa olun, statükoya karşı adalet mücadelesi sorumluluğu Müslümanlar üzerine süreklilik arz eden bir vecibedir. Çünkü hangi toplumsal yapı içinde ve kimin yönetiminde olursa olsun, egemen statükodan iktidar ve rant devşirenler, ele geçirdikleri bu ayrıcalıklarını ve kendilerine bunları sağlayan düzeni/statükoyu korumak için, bugünkü pratikte olduğu üzere her şeyi yaparlar. Geniş mustazaf/zayıf bırakılmış/ezilen kitleleri adaletsizlikle yönetip sömürürler, sorun çıkarmamaları için de onları sürekli izlerler, baskılar ve yasaklarla kuşatıp sindirirler, çok boyutlu zulümlerle bu statükoya itaat ettirirler. Bu sebeple de ezdikleri kitlelerden olayı fark edip karşı çıkma cesareti gösterenler olur diye sürekli bir korku paranoyası içinde yaşarlar, muhalif sesleri takibe alıp suçlamaya, zulüm mahkemelerinde yargılayıp susturmaya, tasfiye etmeye çalışırlar.

 

Müslümanlar, İslami adalet sisteminde bile, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğu gereği adaletsizliğe karşı çıkmak ve egemen sınıf oluşturup statükolaşmaya meyleden yöneticileri vahyin ölçüleriyle uyarıp ıslah etmek, aksi takdirde hesabını sorup görevden uzaklaştırmak bağlamında muhalif bir kimliği diri tutmak zorundadırlar. Şirk sistemleri ise, bizatihi şirke dayalı oldukları için ifsad ve zulüm süreklilik arz eden karakterleridir. Bu sebeple Müslümanların, şirk sisteminin içindeki gri ya da koyu, daha zalim ya da görece özgürlükçü türevleriyle bütününe ve eskisi ya da yenisiyle statükonun her türüne karşı, bağımsız bir İslami kimlikle sürekli bir muhalefeti temsil etmek mükellefiyetleri vardır ve bu akıdevi bir sorumluluktur. Hiçbir sebeple ve asla statükonun eskisine de, yenisine de yandaş olmamak, ilkesiz, ölçüsüz yakınlaşmalara, eklemlenmelere sürüklenmemek zorundadırlar. Aksi takdirde kendileri de bu çürütücü statüko içinde kirlenip yozlaşmaktan kurtulamazlar.

 

CAHİLİYE DÖNEMİMDE BİLE İSLAM’I SAVUNDUĞUMDA

ESKİ STATÜKONUN ZULMÜNE UĞRADIM

 

Radyo Denge: On yıllardır sürekli dinlendiğinizi, takip edildiğinizi söylediniz. Sizi neden dinliyorlar, takibe alıyorlar, bu anlattıklarınızdan anlaşılıyor olmasına rağmen, dinleme ve takibe alınmanıza, tehdit ve yargılamalara muhatap kılınmanıza dair süreçleri biraz da somut örneklerle anlatabilir misiniz?

 

Pamak: Tabii, bu oldukça uzun bir süreç ama inşallah özetleyerek anlatmaya çalışayım. Evet bizi eski statüko da dinledi, takip etti ve yargıladı, bugün yerine ihdas edilen yeni statüko da aynı şeyleri yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Yani geçmişte de dinlediler, bugün de dinliyorlar. Geçmişte, beş vakit namaz da kıldığım halde, aynı zamanda İslam’ı ırkçılıkla, seküler anlayışlarla sentez eden, modern ve geleneksel cahiliye kültürüyle karışık, şirke bulaşmış bir inancın sahibiydim. İşte bu hak-batıl karışımı resmi dinle örtüşen inancın zindanından kurtulup vahyin aydınlığına ve tevhidi hidayete ulaştıktan, yani Kur’ani ölçülerde Müslüman olduktan sonra başıma gelmedik kalmadı. Yaklaşık 25 yıldır dinliyor, takip ediyor, soruşturuyor ve yargılıyorlar, susturmaya, yıldırmaya çalışıyorlar.

 

Evet, daha cahiliye dönemimde bile, samimi olarak kendimi İslam’a nispet ettiğim için, zaman zaman İslami söylemlerle sistemi rahatsız ettiğimde, o zaman bile beni takibe aldılar, izlediler, dinlediler, tehdit ettiler. Mesela 1981 yılında ben bürokratik hayatımın bir devamı gibi Parlamentoda görev aldığım süreçte, Kenan Evren ve emekli bir general olan darbe döneminin Milli Eğitim Bakanı ilk defa “başörtüsü”nü İmam Hatip Liselerinde bile yasaklayan bir kararı uygulamaya koydular. Bunun üzerine gündem dışı söz alarak Meclis kürsüsünden Ahzab ve Nur suresi ayetlerini hatırlatarak, “Başörtüsü Allah’ın farz kıldığı bir vecibedir, tıpkı namaz, hac, oruç gibi Allah’ın emridir, nasıl yasaklarsınız, bu yasağı protesto ediyor ve M. Eğitim Bakanını istifaya çağırıyorum” ifadeleriyle özetlenebilecek bir konuşma yapmıştım. O güne kadar Mecliste yaptığım “milliyetçilik” eksenli konuşmaları büyük bir çoğunlukla alkışlayan genel kurul, bu konuşmadan sonra “milliyetçiler” de dahil olmak üzere neredeyse bütün üyeler ittifakla yuh çekip sıra kapaklarına vurarak üzerime hücum ettiler. İşte hidayetime sebep olacak bir arayışa beni sevk eden de bu olay oldu.

 

Ondan sonra hedef yaptılar. Darbe Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Necdet Üruğ istifaya zorladı. Mecliste görevli Tuğgeneral Şamil odama gelerek, Ermeni Asala militanlarının Türkiye’ye sızdığını ve bana suikast yapacaklarına dair istihbarat aldıklarını bildirerek dolaylı olarak tehdit etti. Askerlerle iyi görüştüğünü bildiğim ve beni de seven Konya üyesi Osman Yavuz, korumak saikiyle trafik kazasında öldürüleceğime dair duyumlar aldığını, yolda karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmamı söyledi. Bir gün ben yokken bir sol örgüt adına birileri evimin kapısına dayanıp eşime tehditler yağdırdılar. Bir gece çalışma büromun kapısı kırılıp içeri girildi, her taraf dağıtıldı, hırsızlık yapılmadı, bir şeyler arandı. Meclis Başkanı Prof. Sadi Irmak yanına çağırıp şu konuşmayı yaptı (Meclisin ilk toplantı gününde o, 75 yaşıyla meclisin en yaşlısı sıfatıyla ilk Meclis Başkanı, ben ise 31 yaşımla en genç Danışma Meclisi üyesi olarak başkanlık divanında katip üye olmuştum, buradan gelen yakınlığın duygusallığıyla beni sever ve benim için endişe ederdi); “Bak Pamak kardeşim, bunlar darbeci asker, silah güçlerine dayanarak her şeyi yapabileceklerine inanıyorlar, böyle konuşmalar yapma; sana zarar vereceklerine inanıyorum, dün Evren Paşayı hava alanından yurt dışına uğurlarken seni sordu, delirmiş gibiydi, ‘Kim bu adam, kimden destek alıyor, bu gücü nereden buluyor da bize kafa tutabiliyor, onu asmalı kesmeli’ diye bağırıp durdu” dedi ve “senin için endişe ediyorum dikkatli ol” diye bitirdi.

 

Ayrıca o dönemin Ticaret ve Sanayi Bakanı Kemal Cantürk’le özel bir görüşmemizde; (ki onunla da Kemal Ilıcak’ın Tercüman gazetesinin yazarları olmaktan kaynaklanan bir yakınlığımız vardı), “Pamak, mecliste ayet okuyup başörtüsünü savunmak ve darbeci generalleri istifaya çağırmakla çok yanlış bir çıkış yaptın, bil ki bundan sonra sana en az on yıl bu ülkede siyaset yaptırmazlar” dedi. Hakikaten de öyle oldu. Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş’in ortak desteğiyle 1983’te bugün MHP adını almış bulunan “Muhafazakâr Parti”yi kurup Genel başkanı oldum. Kenan Evren veto etti. Konya’dan bağımsız milletvekili adayı oldum yine veto etti. Eski işim olan Maliye Bakanlığındaki görevime geri dönmem anayasa ile güvence altına alınmış bir hak olarak tanınmış olduğu halde, hakkım olan bu görevime iade edilme kararnamemi de, Kenan Evren veto edip işsiz kalmamı sağladı. Yani böylece 1981’de getirilen başörtüsü yasağının ilk mağdurlarından birisi oldum. Ben de ondan sonra rızkımı serbest çalışarak elde etmeye yöneldim. Yaklaşık 8 yıl kadar serbest mali müşavirlik yaptım. Ankara ve İstanbul’da bürolarım vardı. Emekliliğe hak kazanınca da emekli olup, bundan sonra (1991’den itibaren) tüm vaktimi tevhid ve adalet mücadelesine tahsis etmeye çalıştım.

 

Tabii ki, Evren söz konusu üç veto yapmak suretiyle, hizmet alanı olarak gördüğüm siyaset alanında yer almama da ve bürokratik görevime dönmeme de engel olduğu için o gün çok üzülmüştüm, ama şimdi çok seviniyorum. Allah korumuş, ya o gün önüm açılmış olsaydı siyasette zirvede yer almam mümkündü, o günkü konumum buna çok müsaitti. Erbakan ile Türkeş yasaklı oldukları ve benim de özellikle Danışma Meclisi’nde “milli ve manevi değerlere” sahiplenme, savunma bakımından yaptıklarımla, geniş muhfazakâr kitleler nezdinde iktidar olabilecek bir teveccühe sahip olduğuma inanarak tam destek veriyorlardı. Zaten bu sebeple de, o süreçte Süleyman Demirel ve Turgut Özal da benimle hem davet ettikleri evlerindeki görüşmelerde, hem o günlerde sık sık aradıkları telefon konuşmalarında, kuracakları partiye davet edip, genel başkan yardımcılıkları dahil önde görevler teklif ediyorlardı. Gerçekten de o zaman, geleneksel cemaatler ve tarikatlar da dahil geleneksel kesimlerin büyük teveccühüne sahiptik. eğer kurduğum parti veto edilmeyip seçime girmiş olsaydı, iktidar olma ihtimalimiz yüksekti. Tabii ki, eğer bu olsaydı tevhidi bilince ulaşmam mümkün olmayabilirdi. Elhamdülillah Rabbimiz korudu ve benim hayrım için zalim bir kulunu kullandı diye düşünüyorum bugün. Yani belki de tağutun meclisinde Allah’ın ayetlerinin hakikatini samimiyetle haykırdığım için Rabbimiz bu vetoları, benim önümü hidayete doğru açmanın bir vesilesi kılmıştır diye düşünüyorum. O gün üzülüp bir şer olarak algıladığım vetoların, bugünkü bakışımla bir hayra dönüştüğünü değerlendirip hamd ediyorum.

 

Radyo Denge: İstanbul ve Ankara’da şubeleri olan “serbest mali müşavirlik” işi, sizin çevrenizin genişliği de dikkate alındığında, bugün birilerinin İslami ilkelerini bile feda ederek ulaşmak istediği dünyevi zenginliklere sizi ulaştırmaya çok müsait olduğu halde, neden bu bürolarınızı tasfiye edip emekliliğe çekildiniz?

 

Pamak: Tevhidi imana ulaşmada çok geç kalmış birisi olarak, bu mesajdan uzak milyonlarca insanın varlığı karşısında daha çok çalışmak gerektiğini düşünüyordum. Elhamdülillah Rabbimizin lütfuyla artık emekli maaşıyla geçim derdimiz de kalmadığına göre kalan ömrümü dünyevi kazancımı daha fazla arttırmak için harcamayı doğru bulmadım. Üstelik biz geçimi aşan kazançlar (dünya ekini) peşinde koşarken, Hakikatten habersiz tek bir kişinin bile vahyin mesajından mahrum kalması sonucu doğacaksa, bu büyük bir vebal olurdu ve ahiret kazancından (ekininden) mahrumiyete yol açardı. İşte bu sebeple, geçimimi sağlayacak kadar bir emekli maaşımın olmasını yeterli görerek, Allah rızası ve ahiret kazancı için vaktimin çoğunu tevhid ve adalet mücadelesine ayırmayı bana nasip eden Rabbime hamd ediyorum. İnşallah bütün bu hak yoldaki çabalarımız Rabbimiz katında kabul edilir ve hiç değilse rahmetini umabilmek için O’na sunacağımız bir mazeretimiz olur.

 

TEVHİDİ İMANA ULAŞMAM VE BUNU YAYMA ÇABASI GÖSTERMEM,
TEHLİKELİ VE DÜŞMAN SAYILMAMA YETMİŞTİ

 

Radyo Denge: İnşallah… Akla takılan konu şu: Cahiliye dönemi olarak nitelendirdiğiniz o halinizde bile bugün Müslüman olduklarını iddia eden çok kişinin yapmadığını ya da yapamadığını yapmaya çalışmışsınız. Diğer husus da, o döneminizde yaptığınız bu tür sınırlı İslami bir çıkış için bile biraz önce bahsettiğiniz kadar rahatsız olup tüm bu dışlamaları, vetoları yapabilen bir zihniyetin, tevhidi bilince ulaştıktan sonra daha çok üzerinize gelmesinin kaçınılmaz olduğu. Biraz önce bu son dinleme skandalı öncesinde de sizi dinlediklerini ifade ettiniz. Bunu nasıl anladınız, bu dinleme ve takiplere dair işaretlerden ve örneklerden biraz bahsedebilir misiniz?

 

Pamak: Bahsettiğim gibi, hak ile batılı sentez eden anlayıştan kurtulup tevhidi bilince ulaştıktan, özellikle de şirk sistemine, ifsad ve zulümlerine karşı tevhidi ve adaleti ikame etmeyi esas alan bir mücadelenin içine girdikten sonraki süreçte, artık dinlemek yanında, telefonla evimi arayıp hakaret ediyor, tehdit ediyor, ailemi de rahatsız ediyorlardı. Mesela Mazlum-Der’i kurup Genel Başkanlığını yaptığım süreçte, defalarca telefonlarımızla rahatsızlık verdiler, tehditler yönelttiler. Bazen yönetim kurulumuzda bulunan asker kökenli bir üyeyi de aracı yaparak, bazen telefonla evimizi arayıp telefona çıkan çocuklarıma ifade ederek çok sayıda tehditlerde bulundular. Hatta “faili meçhul cinayetle infaz edileceğimize” dair haberler bırakmak suretiyle korkutmaya, sindirmeye, susturup geri çekilmem için zorlamaya çalıştılar. Mesela MİT’ten olduklarını söyleyen iki kişi Mazlumder’in yönetim kurulundaki bir üyemizi iş yerinde ziyaret edip, bu arkadaşımızın aktardığına göre mealen; “Mehmet Pamak’a söyle; onun yaptıklarından, söylemlerinden rahatsızız, ona faili meçhul cinayetleri hatırlat, aynı akıbete muhatap olmak istemiyorsa devlete karşı açıklamalarına dikkat etsin” diyorlar. Arkadaşımızın aktarımının devamı ise şu; “Ben de kendilerine siz gidip söyleyin dedim. Onlar da, ‘Pamak tepki gösterebilir, istenmeyen olaylar yaşanabilir, bu sebeple siz uyarın’ dediler”. İşte o gün gelen tehdit mealen aktardığımız bu sözlerde ortaya çıkıyordu.

 

Bunların yanında, 1991 yılında bir ara ev telefonumuzu sürekli rahatsız etmeye, zaman zaman kendi telefonlarını açık bırakıp oradan gelen ve askeri bir yer olduğuna dair (komutanım hitapları, daktilo sesleri, askeri içerikli konuşmalar gibi) işaretler taşıyan sesleri dinletmeye ve ailemi rahatsız edici, sinirlerini bozucu uygulamalar yapmaya başladılar. Bir gün benim de evde bulunduğum bir sırada, ailemin bütün fertleriyle cemaat halinde namazda bulunduğumuz bir anda telefon çaldı, o zaman 6-7 yaşlarında olan oğlum Ahmet telefonu açınca korku içinde “baba baba…” diye bağırıp ağlamaya başladı. Namaz sonrası bize anlattığına göre, telefonda arayan şahıs, bana hakaretler sövgüler yağdırarak “o ….. babana söyle dünyanın neresine kaçarsa kaçsın onu mutlaka bulup geberteceğiz” demiş ve kapatmış.

 

Bu tür dinlemeler ve rahatsızlık vermeler süreklilik arz edince PTT’ye başvurup telefonumun dinlendiğini, üstelik sürekli açık bırakılarak rahatsızlık verildiğini, hatta tehditler de yapıldığını bildirerek bunu yapanın tespiti için takibe alınmasını talep ettim. PTT bir süre telefonumuzu takibe aldı ve sonra arayarak bizi rahatsız eden telefon numarasını tespit ettiklerini bildirdi. Telefon numarasını bize bildirmelerini rica ettim, yasal olarak bize bildiremeyeceklerini, ancak savcılığa başvurup soruşturma açılmasını talep ettiğimizde savcılığın kendilerinden bu numarayı alabileceğini ifade ettiler. Ben de savcılığa bir dilekçe vererek ev telefonumun dinlendiğini ve ailece rahatsız edildiğimizi ve bunun PTT tarafından da tespit edildiğini ifade ederek suç duyurusunda bulundum. Bir süre sonra savcılık, “PTT’ye yazı yazarak tespit edilen numarayı bildirmelerini” istediklerini ancak kendilerine “herhangi bir tespit yapılamadığına” dair bir cevap verildiğini ve bu sebeple de takipsizlik kararı verildiğini bildirdi. O zaman PTT’de yetkili bir konumda olan bir kardeşimizi aradım ve “daha önce beni arayarak numarayı tespit ettik diyen PTT’nin neden sonra bunun tersini söylediğini” sordum. O da “size bildirirken önce fark edememişler, ama sonra anlamışlar ki bu telefon Genelkurmay santralının telefonu, bu sebeple de savcılığa bildirmekten çekinmişler” dedi. Anlaşılan oydu ki, bizi dinleyen, ailemizi rahatsız eden ve tehditlerde bulunan Genelkurmay istihbaratıydı. Bu sebeple, bu mesele de böylece savcılık ve PTT tarafından kapatılmış oldu.

 

Ondan sonraki süreçte Kemalistler, darbeci askeri vesayetçiler, 1991 yılından başlayarak yaklaşık 22 yıl onlarca soruşturma ve davalar açarak ideolojik yargılamalarla mahkum etmeye, susturmaya, yıldırmaya ve yok etmeye çalıştılar. 1998’de Sivas Televizyonunda Allah’ın dininin hakikatlerini açıkça ifade edip, İslam şeriatının hakimiyetinden yana olduğumu, laik ve Atatürkçü olmadığımı, bir Müslüman’a bunları dayatmanın büyük bir zulüm olduğunu söyledim. “Beni bundan dolayı yargılasınlar, gerekirse assınlar, ama beni İslam hükümlerinin hakimiyetini isteyen, laikliği ve Atatürkçülüğü reddeden anlayıştan ve Hak davamdan döndüremezler” mealinde açıklamalarda bulundum. Bugün egemen kılınan şirk dini olan resmi ideoloji zulmünün, ilkokuldan itibaren hayatın bütün alanlarına kadar yaygınlaştırılan ve süreklilik arz eden, zihinleri işgal edip, ruhları kirletme ve fıtratları yozlaştırma, insani erdemleri katletme bağlamında bir büyük vahşete dönüştüğünü ifade ettim. Ve böyle bir sistemi savunmak, Kemalizmin egemenliğini sürdürmek için savaşıp ölen asker ve polislerin asla “şehid” olmadıkları vahyi hakikatini ilmi olarak açıkladım. İşte bu sebeple de hemen saldırıya geçip tutuklama kararları çıkardılar, yurt dışına çıkma yasağı koydular, medyadaki yandaşları da gazete manşetlerinde ve köşe yazılarında hain ilan ettiler. Allah’ın bir lütfu olarak bütün bunlar, önceden programlanmış bir panelde konuşmak üzere bir süre önce Almanya’ya gitmemden sonra gerçekleşmişti. Tabii ki, bir daha geri dönemedim. Yaklaşık 2 yıl 3 ay boyunca Türkiye’deki evimi takip ve gözetim altında, ailemi de baskı altında tuttular, evimi arama bahanesiyle sürekli rahatsızlık verdiler, bunlara benzer pekçok zulmü ardı ardına yürürlüğe koydular.

 

O süreçte de sürekli telefonlarımızı dinlediler. Bunların birisi 1999 yılında gazetelere yine ilk defa “tele kulak skandalı” haberi olarak yansımış, belgelenmiş ve ben de aynı dinleme listesinde yer almıştım. Tabii o zaman Susurluk vb. derin devlet soruşturmaları ekseninde gündeme gelen bu dinlemelerde Yargıtay 8. Ceza Dairesi Başkanı Naci Ünver gibi isimler de dinlendiği için bu olay medyaya yansıdı. Naci Ünver’in İçişleri Bakanlığı’na dava açıp tazminata mahkum ettirmesi davasını da örnek gösterip ben de telefonumu hukuksuz dinledikleri gerekçesiyle 2001 yılında dava açmış ve İçişleri Bakanlığını tazminata mahkum ettirmiştim.

 

Radyo Denge: Neden geçmişte içinde önemli görevlerde bulunduğunuz sistem, birden size karşı böyle düşmanca muamele yapmaya, sizi dinlemeye, takibe almaya, hakaret etmeye, susturma ve sindirme çabaları ortaya koymaya başlıyor?

 

Pamak: Çünkü önce sistemin içinde üst makamlarda görev yapmış biri olarak resmi ideolojisiyle, hak-batıl karışımı diyanet eksenli resmi din anlayışıyla uyumlu bir konumdaydım. Sırasıyla Maliye Bakanlığında Gelirler Genel Müdür Yardımcısıydım, 1981’de parlamenterdim, daha sonra bugün MHP olan partinin kurucu Genel Başkanı idim. Hatta o gün Devlet Bahçeli görevin kendisine verilmemesini protesto için bütün Türkiye’yi dolaşıp illerdeki örgütlenmemizi engellemek için aleyhte çalışmıştı. Ayrıca o gün “Ülkücü Kadro” ve “Yeni Düşünce” Dergilerinde, “Hergün” ve “Tercüman” Gazetelerinde sistemin ideolojisine aykırı düşmeyen “milliyetçilik” ekseninde yazılar yazıyordum.

 

İşte bu konumdayken, cahiliye ideolojisi olan kavmiyetçilik davası güderken beni alkışlayanlar, destekleyenler, tevhidi bilince ulaşıp Kur’an’ın ölçüleri içinde Müslüman olduktan sonra düşman ilan edip hedef aldılar. Çünkü gerçek Müslüman olunca, Kemalist zorbalığa ve arkasındaki emperyalist güçlere ABD’ye, İsrail ve AB’ye ve bunların hep birlikte gerçekleştirdikleri, ülkemizde ve bölgemizdeki şirk, ifsad ve zulümlerinin hakimiyetine karşı mücadelemiz de başlamış oldu. İLKAV ve Mazlum-Der’i, işte bu amaçla, yani  tevhidi ve adaleti ikame etmek amacıyla 1988 ve 1991 yıllarında kurmuştuk. Çünkü ben Kur’an ve tevhidle buluşmakta çok geç kalmıştım (37-38. yaşlar civarı), bu kadar zaman içinde bana tevhidi daveti ulaştıracak, beni Kur’an’ın kurtarıcı mesajıyla buluşturacak hiç kimse çıkmamıştı önüme. Hidayete ulaştıktan sonra, bu kadar yıl Kur’an ve tevhidden uzak kalmış olmaktan dolayı çok üzüldüm, “ya o süreçte ölseydim” diye hayıflanıp çok ağladığım olmuştur. Mecliste yaptığım başörtüsü konuşmamdan sonra bile benimle ilk temas edenler yine tarikat ve MSP çevreleri gibi geleneksel hurafeleri dinleştirmiş kesimler oldu. Bu sebeple 1982’de buluştuğum bu çevrelerden de doğal olarak tevhidi akîdeyi ve vahyi mesajı işitemedim. Yaklaşık 5 yılımı da, on civarında tarikat şeyhiyle muhatap olduğum, bazılarının verdikleri “vird”leri yerine getirmeye çalıştığım bu süreçte geleneksel kesimlerle beraber iken kaybettim. Ta ki, merhum şehidimiz Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabıyla 1987-1988 sürecinde buluşana kadar. Allah kendisinden razı olsun, rahmet eylesin. Ancak o beni Kur’an ile buluşturdu. İşte bu sebeple başkaları da benim gibi geç kalmasın diye hemen harekete geçerek Kur’an mesajını, tevhidi akîdeyi yaygınlaştırma amaçlı kurumlaşmış yapılar oluşturmaya çalıştım. Hiç durmadan faaliyetlere başladım. Tabii ki, bu durum da tağutu, şeytan ve dostlarını rahatsız etti.

 

Başlangıçta bir yandan öncelikle öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyordum; Öğrendiğim, iman ettiğim ve yaşadığım Kur’an’a ve sünnete dayalı sahih İslam’ın mesajını kimi İslami dergi ve gazetelerdeki yazılarımla ve ülke çapında pek çok bölgeye koşarak gidip yaptığım konuşmalarımla da yaymaya çalışıyordum. Çok geç kalarak ulaştığım hakikatin kurtarıcı mesajını, başkaları benim gibi geç kalmasın diye, ulaşabildiğim herkese tebliğe çalışıyordum. Aynı zamanda zorba laik Kemalist sistemin çok boyutlu zulüm, baskı ve yasakçı uygulamalarına karşı, tabiri caizse durmaksızın süren bir mücadelenin içinde bulunuyorduk. Bir yandan zalimlere karşı mazlumların hakkının savunucusu olmaya, diğer yandan yazı ve konferanslarımızla, meydan eylemlerimizle tağuti sistemin başkentinde tağuta karşı Hakkı haykıran, her türlü zulümlerine itiraz edip adaleti savunan, İslami adalet sistemine giden yoldaki işaretleri toplumun gündemine taşımaya çalışan bir mücadeleyi sürdürmeye çalışıyorduk.

 

Radyo Denge: Tabii bu durumdan rahatsız olacaklardı, çünkü o güne kadar onların resmi dininin çerçevesinde hareket ederken, birden farklı bir din algısını öne çıkarıyorsunuz. Üstelik köşenize çekilip bireysel bir konumda yeni dininizi yaşama tercihini de yapmayıp, inancınızı sosyalleştirme çabası içine de giriyorsunuz. Tabii onlar da yıllardır kendilerinden saydıkları ve en üst kademelerde görev yapan sizi, bu değişimden sonra dinlemeye, takip etmeye ve kendi statükolarına zarar verecek Hak dini yaymanıza engel olmaya çalışıyorlar.

 

Pamak: Evet, dediğiniz gibi, şirk sisteminin en üst bürokratik makamlarında, parlamentosunda, parti genel başkanlığında bulunmuş, statükonun Diyanet aracılığıyla oluşturduğu resmi din/atalar dini olan “Türk-İslam sentezi”nin Türk ulusalcısı resmi ideolojinin müntesibi olan birisi, Kur’an’ın ortaya koyduğu, Resul’ün (s) ilk şahidliğini yaptığı tevhid dininin mü’mini oluyor. Üstelik sadece kendisi tevhidi imana ulaşmakla kalmıyor, bu hak dini yaymak için kurumlar oluşturup topluma ulaşmaya çalışıyor. İktidar ve zenginlik imkanları önünde açıkken bu yöne yönelmeyip, geç bulduğu kurtarıcı mesajı diğer insanlara ulaştırmak için çalışmalara yöneliyor. Hem bir yandan İLKAV çerçevesinde bu tevhidi mesajı topluma yaymaya çalışırken, hem de diğer yandan ilk defa İslami ölçülerle “insan hakları, özgürlük ve adalet mücadelesi” pratiğini Mazlumder çerçevesinde Müslümanların gündemine getirmeye teşebbüs ederek sistem için çok tehlikeli işlere kalkışıyor. Şirk sisteminin bütün hayat alanlarına yayılmış zulümlerini, eğitim, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik bütün hayatı kuşatan, siyasi, hukuki, ideolojik ve ekonomik boyutları olan insan hakları ihlallerini, adaletsizlik ve sömürülerini ifşa edip eleştirmeye başlıyor ve muhalif bir bilinç oluşturmaya çalışıyor. Tabii bu durum da sistemi çok rahatsız ediyor ve ondan sonraki süreçte son derece tehlikeli bir düşman konumuna oturtuluyorum.

 

“LA İLAHE İLLALLAH” DEYİP, MÜSLÜMAN OLDUM
TEHLİKELİ SAYILDIM, DÜŞMAN YERİNE KONDUM

 

Radyo Denge: Bu geçmişinizi sorgulayan ve hayatınızdaki gelişmeleri, mücadeleleri şiir formunda aktaran 2000 yılında Almanya’da muhacirken kaleme aldığınız ve henüz yayınlanmamış bir kitabınızdan bahsedip, zaman zaman buradan bazı bölümleri yayınladığınıza şahid olduk. Bu anlattıklarınıza dair o kitaptan kısa bir aktarımda bulunabilir misiniz?

 

Pamak: Kısa bir bölümü nakledeyim inşallah:

Bunaldım bütün bu zilletten, şirkten, fesattan
Hak arayışım kaynaklandı, temiz fıtrattan

Sorguladım halimi ve aradım hidayeti
Şirkten tevhide götüren, manevi bir hicreti

Bu samimi yönelişle, ulaştım hidayete
Rabb’imizin de lütfuyla, ondan gelen rahmete

Kur’an’la teçhiz olarak, kaçındım tağuttan, şirkten
Resulullah’ı örnek alıp, arındım kirlilikten

Şirkten, münkerden kaçıp, Allah’a hicret ettim
Pisliklerden arındım, tevhidle şereflendim

“La ilahe illallah” deyip, Müslüman oldum
Tehlikeli sayıldım, düşman yerine kondum

Merhametle çağırınca, tüm insanları tevhide
Yargılandım hep DGM’de, maruz kaldım tehdide

Türkçülüğü terk edip Mü’min oldum, “dönek” dediler
Hemen vurdular, nasıl “dönek”lik bu, söyletmediler

Evet Rabb’imin lütfuyla döndüm, şirkten İslam’a
Bu “dönek”lik şeref getirdi, yönelince Kur’an’a

Yazardım, sağcı Tercüman’da ve ulusçu Hergün’de
Düşüncem zan alanında, İslami kimlik sürgünde

O zaman baş tacı etti sistem ve ulusçu kesim
Pek çok imkân tanındı, gür çıksın diye bâtıl sesim

İslamî kimlik döndüğünde, tarih dışı sürgünden
Tevhidi bakış oldu artık, yazılarımda gündem

Hakkı haykırdım her makale, şiir ve konuşmamda
Artık DGM savcıları, takipçiydi arkamda

Siyasi mahkemelerde, yok edildi hürriyetim
Hedef alınıp yargılandı, İslami şahsiyetim

 

TEVHİDE ADIM ATARKEN, ÜZERİMDEKİ

CAHİLİYEYE AİT TÜM KİRLERDEN TEMİZLENMEYE ÇALIŞTIM

 

Radyo Denge: Bu anlattıklarınızdan da, o dönemde sizi tanıyanların ifade ettiklerinden de anlaşılan o ki, siz o zaman, bugün sizi dinleyenlerin ele geçirmek için uğraştıkları ve bu uğurda her şeylerini feda edip ahlaksızlığın çukuruna yuvarlanmaktan kaçınmadıkları iktidar ve ranta ulaşmaya çok yakınmışsınız?

 

Pamak: Evet bugün bizim telefonlarımızı dinleyenlerin uğruna her şeyi feda ettikleri, elde etmek için insani erdemlerini, ahlaki değerlerini bile pazara sürdükleri iktidar ve ranta ulaşmak için, gerçekten de o gün bizim önümüzde onların bu zilletine düşmeye gerek kalmadan yürüyeceğimiz bütün yollar açıktı. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve yardımcısı Recai Kutan’dan birkaç seçim döneminde, önce Ankara Belediye Başkanlığı, sonra da art arda bir kaç kez milletvekilliği adaylığı teklifleri almıştım. Ama Allah’ın lütfuyla korundum ve tevhidi ilkeleri onlara da hatırlatarak reddettim.

 

Aynı zamanda bu süreçte “Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu” da yürürlüğe girmişti, ki o zaman Türkiye çapında bu mesleği yapacak ilk 500 kişinin içinde ben de vardım. Bu imkan, Gelirler Kontrolörü, maliye Müfettişi, Hesap Uzmanı ve Gelirler Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde belli bir yıl çalışmış olanlara, ilk Yeminli Müşavir ihtiyacını da karşılamak için yasa ile getirilen bir ayrıcalıktı. İlk Yeminli Müşavirler Odası üyeleri de bizlerdik, otomatikman “Yeminli Müşavir Belgelerimiz” çıkarılıp gönderilmişti bile. Yeminli Müşavir olan birçok arkadaşımız çok zengin oldular, hatta ilk zamanlarda bizimle Kur’an çalışmalarına katılanlar bile bu mesleği yapmaya başladıktan sonra sınıf atlayıp bizimle ve tevhidi mücadele ile bağlarını kopardılar maalesef.

 

O zaman diliminde iş adamları camiasında çok tanıdığım vardı. Hatta MÜSİAD’ı kurma çalışmaları yapan ilk kurucularıyla benim büromda istişareler yapılmıştı o zamanlar. Bakanlar kurulunda, Banka ve KİT Genel Müdürlüklerinde çok sayıda arkadaşım vardı. Hatta bunların bir kısmının o görevlere gelişinde geçmişte benim de katkım olmuştu. Yani bu mesleği yaptığım takdirde zenginliğe giden yollar önümde sonuna kadar açıktı. Elhamdülillah Allah’ın yardımıyla, tağutun mahkemesine gidip tağutun kanunlarına bağlılık yemini etmeme konusundaki hassasiyetim sebebiyle, Yeminli Müşavirlik yetki ve mührünü alıp çalışmaya başlamak için gereken Mahkemede yemin etme seremonisine gitmedim ve o mesleği de hiç yapmadan emekli olmayı tercih ettim. Tabii ki bu yemini, bu mesleğin icrasının bağlandığı bir furuat olarak değerlendirip, benimsemeksizin zaruret sebebiyle yemin ederek mesleği icra etmeye fetva verildiği için, yemini yapanları eleştirmek ve dışlamak amacıyla bunları söylemiyorum, sadece bu konuda “azimet”i tercih etmeyi bana nasip ettiği için Rabbime hamd ediyorum. İşte tam o süreçte Mazlumder’in kuruluş toplantıları da benim bu bürolarımda tevhidi uyanış sürecinin öncülerinin katılımıyla gerçeklemişti. Hatta benim müşavirliği bırakmamla bu çalışmaların yapıldığı süreç örtüştüğü için Mazlumder’in ilk iki yıl süreyle Genel Merkezi de benim Ankara bürom olmuştu.

 

Ayrıca o zaman Yeminli Mali Müşavirler Odasındaki üyelik kaydımı da, onların Batıla hizmetlerinde pay sahibi olmamak için sildirmiştim. Tam da o sıralarda Yeminli ve Serbest Müşavirler Odaları, diğer Meslek kuruluşlarıyla birlikte gazetelere ilanlar verip İslam şeriatını eleştiriyor, karalıyor ve Uğur Mumcu suikastı sebebiyle tertip ettikleri mitinglerde “Kahrolsun Şeriat” sloganlarıyla yürüyorlardı. O zaman bu odalara üye Müslümanlara; “ya bu odaları hesaba çeken, zulümlerine itiraz eden, sadece mesleki konularla ilgilenmeye çağıran, alternatif bildiriler yayınlayıp yöneticilerini kınayan ve zalimliklerini ifşa edip protesto eden bir tutum içine girmelisiniz ya da bu odalardaki üyeliklerinizi sona erdirerek, sizin ödediğiniz aidatlarla verilen ilanlarla İslam’a ve Müslümanlara saldırmalarına seyirci kalmamalısınız” demiştim. Ama bildiğim kadarıyla bunların hiçbirisi yapılamadan seyirci kalınmış oldu.

 

O süreçte, aynı zamanda Gelirler Kontrolörleri Yardımlaşma Derneği kurucuları arasındaydım. Bir yemek verdiler ve gelen davetiyede verilecek menü içinde alkolün de yer aldığını gördüm. Her inançtan meslek mensuplarını çatısı altında barındıran bu tür mesleki kuruluşların sadece mesleki konularla ilgilenmesi ve bu tür davetlerin de gerek içerik, gerekse ikram edilecekler bakımından hiçbir kesimin inancına aykırı hususlar içermemesi gerektiğini, bu bağlamda bizim de aidatlarımızla verilecek bir yemekte içki ikramının da saygısızlık ve zulüm olduğunu ifade ettim. Bu tutumlarında ısrar edince de, o yemekten önce bu dernekten istifa ettim.

 

Cahiliye dönemimdeki meclis üyeliğim sebebiyle, daha sonra kurulan Türk Parlamenterler Birliği’nin de üyesi yapılmıştım. Eski yeni bütün meclis üyeleri bu Birliğin de üyesi sayılıyordu. Yapılan açıklamaları ve yayınları laik Atatürkçü resmi ideoloji paralelindeydi. Bu gerekçelerle istifa ederek bu Birlikteki üyeliğimi sona erdirdim. Hatta o süreçte İmam Hatip kökenli bir eski milletvekili genel başkan olunca beni aradı artık daha farklı olacağını söyledi ve üyeliğe dönmem için ısrar etti, ama kabul etmedim.

 

Yine o süreçte Türkiye Yazarlar Birliği’nin üyesiydim. Bu dernek de, resmi ideolojiye paralel ulusal kirlilik taşıyan söylemler ortaya koyduğu, devlet politikalarına eklemlenmiş bir çizgiyi temsil ettiği için bu dernekteki üyeliğimi bu gerekçelerimi ifade ederek sona erdirdim. Böylece, iman ettikten sonra cahiliye dönemimde kurucusu veya üyesi olduğum, cahiliye davası güden bütün parti, dernek ve meslek odalarından da istifa edip ayrılmış oldum. Bundan sonra da İLKAV ve Mazlumder çerçevesindeki çalışmalara yoğunlaştım.

 

Tabii ki, bu istifa ve ayrışma çabalarımı anlatmaktaki amacım, bir fıkhi tartışma açmaktan ziyade, iman ettikten sonra yaşadığım halet-i ruhiyeyi yansıtan o günkü cahiliyeden ayrışma duyarlılığımla nasıl tercihlerde bulunduğumu hatıra olarak aktarmaktır. Yoksa birileri, bugünlerde sıkça yapılanlar gibi, “sen de bu laik devletin vatandaşı olmaya devam etmedin mi?” gibi sorularla ortaya çıkabilirler. Bu sorunun cevabı çok basit; vatandaşlık ve bunun gereği olan diğer yasal zorunluluklar, başta can güvenliği içinde bir ülkede yaşama özgürlüğünü de kapsayan “eman” müessesesi gibidir ve temel haklar alanındaki zaruretlerdendir. Halbuki benim yukarıda zikrettiğim bağlar, inisiyatifimiz dahilinde olan, zaruri ve zorunlu olmayan, olmazsa olmaz kabilinden olmayan şahsi tercihlerden ibarettir. Müslüman hiç değilse şahsi inisiyatifine bırakılmış bu tür temel zaruretlere girmeyen alanlarda tevhidi kimliğiyle bağdaşmayan konumlarda bulunmayı tercih etmemelidir ki tevhidi davet ve söyleminde tutarlı olsun.

 

İLKAV’I KURARKEN EN ÖNEMLİ AMAÇ, “KUR’AN’LA BULUŞMAKTA BEN GEÇ KALDIM, BAŞKALARI GEÇ KALMASIN” DİYE ÇIRPINMAKTI

 

Radyo Denge : Peki İLKAV ve Mazlumder’in kuruluş amaçları ve temel ilkelerinden de biraz bahsedebiliri misiniz?

 

Pamak : İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nı, Kur’an’ın kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, sömürüden ve zulümden adalete ulaştırıcı mesajını yaygınlaştırmak, Kur’an ve sünnet eksenli ilmi çalışmalarla, tebliğ ve alternatif eğitim faaliyetleriyle Hak’kı yaymak, batılı ise zulmü ve ifsadıyla birlikte ortadan kaldırmaya çalışmak için kurmuştuk. Her türlü baskı, yasak ve kapatma tehdidi altında olmamıza rağmen değerli kardeşlerimizin fedakarca gayretleriyle bu çalışmalar elhamdülillah 25 yıldır devam ediyor. İkincisi olan Mazlumder’i ise, tevhidi ölçüler içinde kalarak vahye dayalı insan hakları mücadelesi vermek, bu alanda vahyin adil şahidliğini yaparak zalim rejime karşı mazlumun hakkını savunmak amacıyla kurmuştuk. Maalesef bizden sonra bu ikincisi liberal demokratik anlayışa savrulan genel başkanların öncülüğünde kuruluş ilkelerindeki tevhidi belirleyiciliği terk etti ve seküler insan haklarını esas almaya başladı. Gerek Mazlumder’in bizim dönemimizdeki pratiğinde, gerekse İLKAV’ın 25 yıla yayılan sürecinde, Ankara’nın sokak, meydan ve salonları, tevhid yolunda Rabbimizin lütfu, kardeşlerimizin gayretleriyle yaptığımız, tebliğ, eğitim, zulme karşı mücadele ve Hakka şahidlik amaçlı eylem, etkinlik, konferans, panel ve benzeri pek çok faaliyetimizin tanığıdır.

 

Radyo Denge: İLKAV’ın ilk kurucuları arasında kimler vardı? Bunlarda kaç kişi devam etti?

 

Pamak: Tabii ilk kurucular arasında olan 27 kişiden halen İLKAV’da devam eden kişi sayısı 2 ya da 3’ü geçmez. Çünkü o gün yeni tevhide ulaşmıştım; bir yandan öğrenmeye, öğrendiğim ve iman ettiğim hakikati yaşamaya, ama kaderin bir sonucu olarak bulunduğum konum itibariyle aynı zamanda bunları diğer insanlara da taşımaya çalışıyordum. İlk kuruluşta çevremdekiler arasında, İslam konusunda duyarlı ama daha çok geleneğe yakın olan kişiler ağırlıktaydı. Bir kısmı Danışma Meclisi’ndeki İslami çıkışlarım dolayısıyla sevgi duyan ve İslami alanda bir şeyler yapmak isteyen, ama sistem içi tasavvuru aşamamış kişilerdi. Birçokları da benim hakkımda yine siyaset içinde önemli yerlere gelir beklentisi içindeydi, ya da o zaman Bakanlar Kurulunun bir kısmı arkadaşlık ilişkilerim olan kişilerdi, o zaman henüz birçok bürokratik kadrolara atamalar yaptırabiliyordum. Birçok işsize iş bulabiliyor, yani kısaca hâlâ birileri için ikbal vadeden bir konumdaydım. Bu sebeple, bunların önemli bir kısmı, artık sistem tarafından düşmanlaştırıldıkça, tevhidi kimliğimin fark edilmesi sistem içinde bu tür imkanları sağlama pozisyonumu yok ettikçe, yani benimle birlikte olmanın faydası yerine riski arttıkça koptular. Bir kısmı da biz Kur’an okuyup netleştikçe ve tevhidi ölçüleri daha net gündemleştirdikçe kopmaya, bazıları da sistem içi siyasete ve getirilerine meylederek, diğer bir kısmı da Kemalist sistemin azgınlığının, baskılarının zirvede olduğu o süreçte korku ve endişeye kapılarak uzaklaştılar. Sonuçta yaklaşık 4-5 yıl içinde İLKAV, bizim tevhidi bilgi ve bilinçlenmemize paralel olarak kurucular kurulunu da yenilemeye devam etti. Sonuçta ilk kuruculardan sadece birkaç kişinin kaldığı bu yenilenmeden sonra, 1993 yılından itibaren daha etkin bir çalışma temposuna bu bilinçli kadrosuyla başladı diyebiliriz.

 

İşte bu süreçte, öncelikle 1989 yılından itibaren Kur’an dersi halkamıza katılıp tevhidi bilince ulaşmış ve İLKAV’da iradelerini birleştiren bu kardeşlerimizle, başkaları geç kalmasın diye, en yakınımızdan başlayarak başka insanların da Kur’an ve sünnete dayalı sahih din algısına ulaşmaları için harekete geçtik. İradelerini bu çatı altında birleştiren ve güç birliği yapan mü’minlerin kolektif çabasıyla tevhidi davet, adalet ve özgürlük mücadelemizi daha güçlenerek sürdürdük. Daha sonra farklı Kur’an halkalarından yeni kardeşler de iradelerini bu çatı altında ve bu kulluk görevi için birleştirdiler. Böylece son 20 yılda, özellikle de 1995’den itibaren son 18 yılda ciddi işlerin altına imza attılar ve bu güzel çalışmalara hepsi maddi ve manevi katkılarda bulunarak destek verdiler. İLKAV’da olmanın sistemin zulmüne muhatap olmak bakımından en riskli olduğu süreçlerde bile, şartların zorluğuna ve tehlikesine aldırmadan, tağuti sistemin başkentinde Hakikatin mesajını haykırmaktan çekinmeyen, bugüne kadar da bu dirayetli, ilkeli ve onurlu mücadeleyi fire vermeden sürdüren bütün kardeşlerimizden Allah razı olsun. Rabbimiz bu ibadetlerimizi kabul etsin.

 

Radyo Denge: İlk yıllarda İLKAV’a üye olup da, sonra ayrılarak, sizin reddettiğiniz sistem içi siyasetin içinde  rol üstlenenler oldu mu?

 

Pamak: Evet maalesef oldu. Çünkü uzun soluklu ve ilkeli bir mücadeleyi sürdürmek, sadece Allah’ı razı etme hedefine kilitlenip, dünyevileşmeye kapıları kapatarak sadece ahiret eksenli bir hayat tasavvuru içinde dünyayı ibadet alanı kılmak ve bunda ısrar ederek istikameti korumak kolay değil. Bu sebeple birçok Müslüman bunu başarmakta zorlanıyor maalesef. İşte son gündemi teşkil eden telefon dinlenmeleri, izlenme ve takip edilmeler, kimi baskı ve tehditler ya da sistem içinde bazı önemli görülen makamlara gelme, itibar görme, dünyevileşme, pragmatizme dayalı hesaplar, güç olma, marjinallikten kurtulma gibi arzular, bazı Müslümanları etkileyebiliyor.

 

Halbuki, Hak yolda tavizsiz sebat etmenin ve her şartta Hakkı ayakta tutmanın idrakinde olan bütün Peygamberler ve Kur’an’ın bildirdiği güzel örnek şahsiyetler, dayanılmaz gibi görünen bütün zorluklara katlanarak tevhidi davetten vazgeçmemişler, kitleleri ya da iktidar nimetlerini kazanmak pragmatizmi uğruna davalarından taviz verip uzlaşmamışlardır. Mesela Yusuf (as) Aziz’in hanımına bir miktar taviz verse zindana atılmayacakken, imani ve ahlaki ilkelerini korumak adına, içinde yaşadığı saraya zindanı tercih etmiştir. Musa (as) Firavun’un sarayında büyümüştür, biraz cahili hayatla uyum sağlasa sarayda önemli mevkilere gelebilecekken, sarayı terk edip kendini çöllere vurmuştur. Ashab-ı Kehf de, bazıları zaten kralın danışmanı olarak sarayda bulunuyorlardı, önlerinde her türlü dünyevi imkan açılmıştı, onlar da Haktan taviz vermeyen, zalim sultana hem de sarayında hakkı haykıran bir onurlu direniş sonucu öldürülme tehdidi ile mağaraya sığınmışlardı. En son Peygamber Hz. Muhammed (s) ise, bir avuç iman edeniyle birlikte ekonomik ve sosyal boykotlarla açlığa mahkum edilirken, zaten az sayıdaki iman eden kardeşlerinden bazıları ağır işkenceler altında inlerken ve hatta bazıları şehid edilirken, uzlaşma karşılığında “Devlet Başkanlığı” teklifi yapılmış ve kesin bir dille reddedilmiştir. Bu örnek şahsiyetler canlarını kurtarmak gibi bir maslahat için bile, Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen hiçbir iktidara yanaşmamışlar, taraf/yandaş olmamışlar ya da Daru’n-Nedve’de ve devlet başkanlığı da dahil hükmetme makamında yer almaya, destekçi olmaya çalışmamışlardır. Üstelik böyle onurlu bir örneklik ortaya koymuş olmalarına rağmen, Allah (c) o süreçte inzal ettiği Hud Suresi 112-113. ayetlerinde “festekım kema umirte” emriyle “emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve aşırı gitmeyin”, “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur, cehennemlik olursunuz” uyarısında bulunmuştur. Resulullah (s) de “Hud Suresi beni kocattı” ifadesini kullanmıştır.

 

Görüldüğü üzere Kur’an’da Rabbimizin gösterdiği önekler, taviz ve uzlaşmayla elde edilecek şirkle hükmeden saraylara, iktidarlara sırt çevirip, zindanlara, çöllere, mağaralara ve işkence altında şehadete ve hicrete razı olmuşlardır. İşte istikamet meselesi, istikameti korumak ve istikamet üzere ölmek meselesi bu kadar ciddiye alınması gereken çok temel bir meseledir. Buna rağmen bugün Müslümanların büyük ekseriyeti tam anlamıyla bir “istikamet krizi” içinde bulunmaktadırlar. Bugün, tevhidi uyanış süreci öncüsü konumunda bulunan birçok kardeşimiz bile, farklı boyutlarda tavizlerle, birtakım kazanımlar, imkanlar elde etmek ya da bunları korumak refleksiyle ve çeşitli duygusallıklarla sistem içi iktidarlara doğru koşuyorlar, taraf ve destekçi oluyorlar. Tevhidi davet ve toplumu vahiyle inşa etme mücadelesine ara verip ya da bu süreçte geliştirdikleri hak-batıl karışımı bir dille tevhidi istikamete ve ölçülere zarar verecek söylemler geliştirip, görece olumlu laik iktidarlara eklemleniyorlar. Bu çerçevede ilk dönemimizde yanımızda olup da bu tür gerekçelerle savrulanlardan, AKP’de üst düzey görevlerde yer alanlar da var maalesef. Neticede bu dünya imtihan dünyası ve hepimiz imtihan olmaktayız.

 

İLKAV’DA MÜSLÜMANLARIN BİRLİKTELİĞİNİN ANA SEBEPLERİ

 

Radyo Denge: Özellikle ilk 5 yılı müteakip muhtevasının değiştiğini ifade ettiğiniz Kurucular Kurulunda değişik Kur’an halkalarından gelenlerin buluşarak tek tek iradelerinin bileşkesi olarak kolektif iradeyi üretip İLKAV çatısı altında sizi bütünleştiren ve 20 yıldan beri de istikrarlı biçimde devam etmenizi sağlayan sebepleri kısaca da olsa ifade edebilir misiniz?

 

Pamak: Gayet tabii kısaca ifade etmeye çalışayım. Farklı Kur’an halkalarından gelen kardeşlerimizle neden İLKAV çatısı altında birleştik? Çünkü Kur’an’ın emri de, Resulün önderliğindeki ilk neslin örnekliği de bunu gerektiriyordu. Bu vahyi emirler ve ilk örnek gereğince; 1- İmanımızın sağladığı biz bilinciyle bütünleşip, hepimizin muhtaç olduğumuz bir cemaate müntesip olarak güvenlik, yardımlaşma ve dayanışma ihtiyaçlarımızı karşılamak, 2- Kardeşlik hukukumuzu geliştirerek şura ile işlerimizi görmek, 3- Kitabın ve hikmetin eğitimini birlikte gerçekleştirmek, 4- Tebliğ, davet ve eğitim yükümlülüklerimizi güç birliğiyle ve daha güçlü biçimde gerçekleştirmek, 5- Hem ferdi planda, hem de cemaat planındaki vahye şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmek, 6- Zulme, şirke ifsada karşı topluca mücadele etmek, 7- Mü’minler olarak birbirimizin ahiretlerini kollamak amacıyla birbirlerimizi arındırıcı, ıslah edici fonksiyon görmek için “emri bil maruf ve nehyi anil münker” vasatı oluşturmak sorumluluğumuz vardı. İşte bu sorumlulukla iradelerimizi birleştirdik ve yaklaşık 20 yıldır bu kolektif irade, Allah yolundaki tevhidi mücadelesini sürdürüyor elhamdülillah.

 

Tabii ki, bizler İLKAV’ı hiçbir zaman nihai bir yapı olarak görmedik. Bize katılıp İLKAV çatısı altında tevhidi mücadeleye katkı sunan kardeşlerimize hep şunu söyledik; “Biliniz ki bu çatı şimdilik zaruret gereği güç birliği yaparak İslami mücadeleyi birlikte yürütmek için kullandığımız bir vasıtadan ibarettir. Tabiri caizse, Allah yolunda yürürken ayağımıza giydiğimiz bir pabuçtur, kutsal değildir, putlaştırılmaması gerekir, eğer bu pabuç ayağımızı sıkarsa tutar atarız ve gerekirse başka bir araç ediniriz. Bu sebeple sakın İLKAV’cı olmayın. İslami ve ümmet kimliğiniz ile çelişirse bir gruba müntesip olma aidiyetinizi (ki bu geçici bir aidiyet olup esas değildir) bir tarafa bırakın, İslam ve ümmet kimliğinize sarılın. Hepimiz, bütün muvahhidlerin, Kur’an’ın ve mütevatir sünnetin belirlediği sabiteler ortak paydasında  tevhid bayrağı altında bütünleşmesini özlemeli, bu hedefe yönelik üzerimize düşen sorumlulukları ve ahlakı kuşanmalı ve bu hedefe ulaşamazsak bile hiç değilse bu özlem içinde olarak ve bunun için üzerimize düşeni yaparak ölmeye çalışmalıyız”. Ondan sonra da diğer Müslüman çevrelere yönelik vahdet ya da belli ortak meseleler alanında ittifak tekliflerini hep İLKAV götürmüştür;  herhangi bir zaman diliminde diğerlerinden bu bağlamda hiçbir teklif ve yaklaşıma muhatap olmadığımızı da ifade etmek isterim. İşte İLKAV hep bu düşüncede oldu ve bunun için üzerine düşeni sürekli ve herkesten önce ve fazlasıyla yerine getirmeye önem verdi, gayret gösterdi.

 

İLKAV çatısı altında iradelerimizi birleştirdiğimiz kardeşlerimizle şûrâya dayalı kolektif irade ve şuurla, tağuti sistemin başkentinde, tevhidi mesajın, Kur’ani hakikatlerin bütün netliğiyle ortaya konup insanlara ulaşması için sürekli ve durmaksızın çaba göstermeye çalıştık. Tağuti sistemin “ilah”laştırılmış kurumlarına karşı (Parlamento, Hükümet, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Genelkurmay vb), bazen kapılarına kadar dayanıp siyah başörtüler de bağlayarak, birçok kez de park, cadde ve meydanlarda Hakkı haykırmak ve zulümlerine itiraz edip protesto etmek bakımından, İLKAV bir çok ilklerin altına imza atmış fedakâr ve cesur Müslümanların toplandığı bir çevredir. Başkentte sistemin en temel kurumlarını ve şirke, zulme dayalı ideolojik uygulamalarını eylem, konferans ve panellerde masaya yatırıp didik didik edip ifşa ederek, protesto ederek toplumu uyandırma ve muhalefet bilincini yükseltme, yaygınlaştırma çabası içinde olduk.

 

İLKAV FAALİYETLERİNİN ÖNCÜLÜĞÜNDE, BAŞKENTTE

TEVHİDİ ÖLÇÜLERDE MUHALİF BİR MÜCADELE HATTI OLUŞTU

 

Radyo Denge: Mesela ne gibi etkinlikler gerçekleştirdiniz, ana başlıklar altında da olsa özetleyebilir misiniz?

 

Pamak: İlk ve en önemli faaliyetimiz, laik devletin Diyanet İşleri Başkanlığından bağımsız vaaz ve hutbelerle Cuma namazı kılarak bir alan oluşturmak oldu. O zamana kadar çevremizdeki insanlar ya Cuma namazı kılmıyorlar ya da içlerine sinmeyerek de olsa güvendikleri imam bulurlarsa Diyanet camilerinde Cuma namazı kılıyorlardı. Biz Allah’ın ayeti emrince mutlaka, ama Diyanetten bağımsız, imamı ve hutbeyi bağımsız belirleyebildiğimiz kendi özgür alanımızda Cuma namazı kılmamız gerektiği inancıyla, Cuma farzını yerine getirecek bir yer hazırladık. 1993 yılından beri bu pratiğimiz, baskı, yasak ve engellemelere rağmen sürmektedir. 1997’de çıkarılan bir 28 Şubat yasasıyla mescid açmak Diyanet’in tekeline verildiği için biz bu mekanımıza, o süreçte Cuma Konferans salonu adını verdik. Burada her Cuma yaklaşık 500-600 civarında kişiye, Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam’ın mesajını, çeşitli meselelere tevhidi bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koyan ve bu ölçülerle ümmetin değişik sorunlarını konu alan konferanslar verilmekte ve hutbeler okunmaktadır.

 

Daha sonraki süreçte başka illerden kardeş gruplar da bizim bu önemli pratiğimizi, bizimle temasa geçip yaşadığımız sorunları ve aldığımız tedbirleri de öğrenerek kendi illerinde uygulamaya yöneldiler. Türkiye’de Cuma namazı kılmaya alan açmak konusu çok önemliydi. Çünkü, “vaaz ve hutbelerin tek merkezden laik Diyanet tarafından belirlendiği ve Allah’ın hükmüyle hükmetmeye karşı çıkan, İslam şeriatına düşman olan laik devletin izniyle ve çoğunun akîdevi olarak sorunlu konumda bulunduğu bilinen imamlar arakasında Cuma namazı kılmak istemeyen tevhidi uyanış süreci müntesipleri ne yapacak?” sorusu cevap bekliyordu. İşte bizler, bu soruya 1993 yılında cevap üretmiştik. Bu pratiğin olmadığı süreçte kimi Müslümanlar Cuma namazı kılmıyor, kimisi de son derece az bulunan muvahhid imam arayışı içine giriyordu. İşte biz Ankaralı Müslümanları bu sıkıntıdan kurtaran bir çözüm sunmuştuk. Bu pratik, Allah’ın farz kıldığı bir ibadeti İslami ölçüler içinde yerine getirmeye alan açmakla kalmamış Cuma namazının gereği olan başka bir çok bereketi ve hayrı da beraberinde getirmişti. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Belki bu pratik olmasa uzun süre görüşemeyecek olan şehrin uzak mahallelerinde yaşayan Müslümanların her hafta bir araya gelip görüşmeleri, halleşmeleri, görüş alışverişinde bulunmaları, 2- Tevhidi eksende vaaz ve hutbelerle bilgi ve bilinçlerini yenileme ve takviye etme imkanı bulmaları, 3- Ülkede ve bölgede yaşanan Müslümanları ve insanlığı ilgilendiren bütün sorunlardan haberdar olmaları ve bu konuları tevhidi bakış açısıyla değerlendirme imkanına kavuşmaları, 4- Müslümanlara yönelik zulümlere karşı ortak tepkiler oluşturmanın zeminine sahip olmaları, 5- Aralarında ve diğer coğrafyalardaki Müslümanlarla yardımlaşma ve dayanışma imkanı bulmaları vb. bir çok hayır zikredilebilir.

 

Bunun yanında, İLKAV çatısı altında yürütülen diğer faaliyetlerimizden bazı başlıklar da şunlar: Başından beri aynı konferans salonumuzda ve Vakıf merkezimizdeki diğer salonlarımızda içe ve dışa dönül değişik programlar yapılmaktadır. Mesela erkeklere, kadınlara, gençlere yönelik tefsir dersleri, çocuklara yönelik eğitim, daha genişletilmiş olarak halka açık alternatif eğitim konferansları, temel konularda paneller (Ramazan Kur’an panelleri, Siyer panelleri, sistemin temel kurumlarını ve zulümlerini ifşa etmeye yönelik paneller vb), Kur’an Arapçası öğreten “Kur’an Anahtarı” dersi gibi… Ayrıca sahipleri ve programcıları vakfımızın kurucuları ve üyeleri olan Radyo Denge yayınlarıyla aynı amaca yönelik, toplumu Kur’an’ın mesajıyla buluşturmaya, vahiyle inşa etmeye dair programlar … Meydanlarda, caddelerde gerek yerel sistemin, gerekse küresel emperyalistlerin zulüm, baskı, insan hakları ihlalleri, işgal ve katliamlarına yönelik eylemlerimiz, basın açıklamalarımız …

 

İLKAV yönetiminde ve çevresinde bulunan kardeşlerimizin sahibi oldukları Radyo Denge’nin yayınlarını da bu çerçevede çok önemli bir faaliyetimiz olarak zikretmek durumundayım. Çünkü hem yayın yönetmeni, hem programcıları İLKAV çevresinden olan kardeşlerimizden, hem de takip ettiği yayın ilkeleri İLKAV ilkeleriyle örtüşmektedir. Hakikaten Radyo Denge, kardeşlerimizin çok güzel ifade ettikleri sloganlarındaki gibi “Çağlar Ötesi Mesajın Günümüz Frekansı” denilmeyi hak eden ölçülerde tevhidi istikametteki onurlu ve ilkeli yayınıyla Ankara radyoları arasında tektir ve bu yayınıyla fark edilmekte, dua almaktadır. Ben de bu ilkeli ve halkımızı Kur’an mesajıyla buluşturmaya, vahyin ışığında eğitme, bilgilendirme ve bilinçlendiremeye katkı sunan yayınları dolayısıyla, doğru habercilik yapma, olaylara muvahhidçe yaklaşıp vahyin ölçüleriyle değerlendirme konusundaki dirayet ve gayretleri sebebiyle, Radyo Denge’nin yönetiminde yer alan, programlar yapan, stüdyoda ve diğer alanlarda çalışan kardeşlerimizin tümüne teşekkür ve takdirlerimiz sunarak dua ediyorum. Rabbimiz kendilerinden razı olsun. İşte Radyo Denge bu sebeple, tıpkı İLKAV gibi sürekli baskı altında tutulmuş, yayın yönetmenleri “tağutu redde çağıran” sohbetler yayınladıkları, resmi ideolojiye aykırı davrandıkları için defalarca soruşturmaya uğramış, emniyet kadrolarınca  bir çok kez hakkında suç duyurusu yapılmış, susturulmak istenmiştir.

 

Tabii ki, çok önemi ve süreklilik arz eden bir çalışmamız da, ümmet bilincinin gereği olarak, diğer ülke ve coğrafyalardaki mazlum Müslüman halkların sorunlarıyla ilgilenmek, yardımlarımız, dualarımız ve onları destekleyen eylem, konferans ve panellerimizle mazlum halklara destekçi olmaktı. İLKAV çevresindeki hamiyetli Müslümanların Allah için yaptıkları bağışlarla, başta Filistin, Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Suriye, Somali ve Arakan olmak üzere, çeşitli bölgelerdeki mazlum haklara, Müslümanlara yönelik onlarca TIR dolusu ayni, milyonlarca dolarlık nakdi yardımlarımız ve her Kurban bayramı öncesinde gönderilen yüzlerce kurbanımızla kardeşlerimize ve muhtaçlara ulaşmaya çalıştık, Rabbimiz kabul etsin inşallah.

 

Ayrıca, Filistin, Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Suriye, Mısır, Yemen, Libya, Irak, Bengladeş, Arakan, Doğu Türkistan, Ermenistan saldırısı sırasında Azerbaycan, Todor Jivkof zulmü döneminde de Bulgaristan olmak üzere, ümmet coğrafyasında işgal ve saldırıya muhatap kılınarak ya da despotizm, diktatörlük rejimlerinin hukuksuzlukları, zulümleri sebebiyle yaşanan katliam, sömürü, adaletsizlikler, darbeler, halkın iradesini ipotek altına alan zulümler sebebiyle, bu ülkelerde direnen, mücadele eden Müslümanların ve mazlum halkların yanında yer alıp, destekledik. Bu bağlamda emperyalist işgalci ülkelerin ve yerli despot katil yönetimlerin elçilikleri önünde kitlesel protesto eylemleri yaptık. Bu direnen halkların haklı davalarını anlatıp; zalim, işgalci, katil emperyalistlerin ve yerli işbirlikçileri olan despot yönetimlerin, darbecilerin zulüm ve katliamlarını ifşa edip karşısında durarak, mazlum halklar ve haklı mücadeleleri lehine kamu oyu oluşturmak amacıyla konferanslar, paneller düzenledik.

 

Tabii ki, bütün bu çalışmalarımız, hem bu işgal, katliam ve zulümleri yapan (ABD, İsrail, AB, Rusya, Çin gibi) küresel güçleri ve istihbarat örgütlerini, hem de onların eski ve yeni Türkiye statükosu içindeki vesayetçi, darbeci yandaşlarını, eski ve yeni derin “paralel yapı”ları rahatsız etti ve bize düşman olmalarını sağladı. Bu sebeple de, sürekli dinlediler ve sürekli takibe aldılar, uzun süren soruşturmalar, mahkemeler süreciyle susturmaya, engellemeye çalıştılar.

 

ZULME KARŞI SLOGANLARLA YETİNMEDİK, DAHA ÇOK İNSANLARA KURTULUŞ YOLUNU GÖSTEREN TEVHİDİ MESAJI GÜNDEMLEŞTİRDİK

 

Radyo Denge: Bu gerçekleştirildiğiniz etkinliklerin neden sistemi bu kadar rahatsız ettiğinin daha iyi anlaşılması için bazı somut örnekler de verebilir misiniz?

 

Pamak: Mesela İLKAV olarak altına imza attığımız tarihte ilk defa yapılan etkinliklerden bazıları şunlar: 1- Resmi ideoloji kıskacındaki Eğitim sisteminin seküler öğütüm çarklarında nesillleri nasıl yozlaştırdığını, 2- Halkı sindirmek için laik devletin terbiye edici kırbacı rolünü üstlenmiş ideolojik yargı sisteminin adaletsizlikleriyle hukuku katledişini, 3- Laik devletin razı olacağı bir muhtevada resmi din oluşturma ve Müslümanları denetim altında tutma amaçlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amaçlarını ve bu yoldaki faaliyetleriyle işlediği zulümleri, 4- En önemlisi de darbeler ve askeri vesayetle ülkeyi esir almış bulunan TSK’ni ve pratiğini, eğitim sistemindeki çarpıklıklarından, ekonomideki, siyasetteki hegemonyasına, İslam şeriatına düşman olmasından darbelere kadar sorgulayıp ciddi eleştirilere tabi tuttuk. Bu konularda İLKAV’dan önce de, sonra da böyle içerikte paneller, toplantılar düzenlenip bu “ilah” konumuna oturtulmuş kurumlarının, bu kurumların yapısal konum, işleyiş ve faaliyetlerindeki hukuksuzlukların, zulümlerin ifşa edilip tevhidi ölçüler içinde böyle kapsamlı bir eleştiriye tabi tutularak hesaba çekildiğine dair başka bir tek örnek bilmiyorum. Üzerlerindeki baskı görece daha az olan liberal ve sol kesimlerde bile TSK’ya yönelik bu kapsamda bir eleştirel yaklaşım herhangi bir etkinlik ya da panelde ortaya konmuş değildir. Üstelik bütün bu faaliyetlerimizde bizler sadece mevcudu eleştirip ifşa etmekle yetinmez, her seferinde bütün bu  sonucu doğuran, tüm bu yozlaşmaya, çürümeye, adaletsizliğe ve sömürüye yol açan modern seküler paradigmanın da sorgulamasını yaparak, tek kurtuluş yolunun İslami adalet sistemi olduğunu ve bu hedefe nasıl ulaşılacağını da gündemleştirirdik. İşte biz İLKAV olarak bütün bu konularda ilkleri gerçekleştirerek, egemen şirk sistemini bütün kurumları ve uygulamalarıyla toplumun gözleri önüne serip, halkımızı bilgilendirmeye, muhalif bir bilinç kazanmasına ve sonunda da kurtuluş yolunun Kur’ani inkılapta olduğunu fark etmesine vesile olmaya çalıştık.

 

Allah’ın yardımı ve katılan kardeşlerimizin samimiyeti sebebiyle yaptığımız basın açıklamalarına yüksek katılım olurdu. Miting olmayıp sadece bir basın açıklaması olmasına ve bununla sınırlı bir davet yapılmasına rağmen elhamdülillah Rabbimiz bereketlendirirdi. En az 300 kişiden oluşan, zaman zaman 5000 kişiye kadar çıkan katılımlar olurdu. Yüzlerce eylemden sadece birkaç örneği ifade etmekle yetinmek istiyorum: Başörtüsü yasağına onay veren kararı sebebiyle 2000 kişinin üzerinde bir katılımla Danıştay’ın demirlerine siyah başörtüsü bağlamaktan tutun, Şeyh Ahmed Yasin’in şehadeti üzerine İsrail terör devletini protesto ve gıyabi cenaze namazı kılmak üzere Sıhiye meydanında 5000 kişiyle basın açıklaması yapmıştık. Yine yüzlerce kişiyle Anayasa mahkemesi kapısına dayanıp “Sizin ilahlığınızı reddediyoruz, Allah’ın emrini yasaklayacak hiçbir güç tanımıyoruz, tağutları reddetmek imanî sorumluluğumuzdur” diye haykırmıştık. Terör devletinin Gazze saldırısı sürecinde İsrail elçiliği, BM temsilciliği vb. birçok meydanda gerçekleştirdiğimiz (ki bunları 10 civarındaki diğer kardeş kuruluşlarla birlikte yapmıştık) protesto eylemlerimizde ise on bine kadar yükselen katılımlar olmuştu.

 

Yaptığımız basın açıklamaları, sadece protesto etmekle yetinmeyip İslami çözümü ve tevhidi mesajı da içerdiği için oldukça muhtevalı tutulur ve bu sebeple de uzun olurdu. Hatta zaman zaman eylem haberlerimizin altına yorum yazanlardan bazıları “İLKAV’ın bildirileri çok uzun oluyor” diye şikayet ederlerdi. Ama internet ortamında uzun bulunan o bildiriler, şartlar gerektirdiğinde bazen kar ve yağmur altında okunur ve tek kişi meydanı terk etmeden topluca dinlenir ve diri sloganlarla desteklenirdi. Hatta yağmur sürdüğü ve açıklama da bittiği halde, çoğu kere aynı kalabalığın dağılmadan beklediğini görür ve biz artık dağılmaları için uyarmak gereği duyardık. Bir gün bu tür eylemleri gereksiz gören bir kardeşimiz eleştirmiş ve meydanlarda anlamsız işlerle ömrümü tükettiğim için bana acıdığını ifade etmişti. O zaman dedim ki, “sen bugüne kadar yüzlerce polise tevhid semineri verdin mi?” “Hayır” dedi. O zaman şunu söylemiştim: “İşte biz her açıklamamızda, topluma tevhidi mesajı taşımak, zulmü ve zalimleri ifşa edip mazlumun hakkını savunmak, toplumda muhalefet bilincini, İslami duyarlılığı yükseltip yaygınlaştırmak dışında, bir de o meydana görevli olarak gelen yüzlerce polise de tevhid semineri vermiş oluyoruz”. Gerçekten de polis içinden çok etkilenenler olur, hatta sayıca fazla olmasa da bunlardan bazıları zaman zaman bu duygularını ve teşekkürlerini ifade de ederlerdi.

 

Radyo Denge: Gerçekten anlamlı bir tespit, çoğu kez işin bu boyutu pek düşünülmez.

 

Pamak: Evet bir davetçi Müslüman açısından her vesile, tevhidi mesajı ulaştırmak için kullanılmalı değil midir? Nitekim Resulullah (s) de, civar kabilelerin de katıldığı panayırları, çadır çadır dolaşarak tebliğ amacıyla kullanmamış mıdır? İşte bizler de tevhid ve adalet mücadelemizde, hem zulme karşı mazlumdan yana itirazımızı, hem de tevhidi mesajımızı gündemleştirerek vahye şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışırken bu tür eylemleri de bir araç olarak kullanıyorduk.

 

Hatta bir seferinde, Anayasa Mahkemesi önündeki eylemde, Başörtüsü yasağına dair kararı protesto edip siyah başörtüsü üzerine yazılı protesto metnini taşıyan siyah çelengi Mahkeme kapısına bırakıp açıklamamızı tamamladıktan sonra, topluluk her zamanki gibi dağılmadan bekliyor, katılımcılar kendi aralarında konuşmayı sürdürüyorlardı. Ben dağılma çağrısı yapmak üzere yine mikrofonu alıp şunları söyledim; “Kardeşlerim, değerli katılımınızdan dolayı Allah razı olsun, geldiniz ve hep birlikte görevimizi yaptık, Rabbimiz ibadetimizi kabul buyursun, ecrinizi versin inşallah. Artık dağılmalıyız. Dağılmadan önce size bir hususu hatırlatmak isterim. Bakın şu medya kameraları yayınlamasalar da görüntü alıyorlar. Ama bilin ki bunlardan daha da önemlisi şu anda gerçekleştirdiğimiz zalime, taguta karşı Hakkı haykırmaya, tevhidi mesajı gündemleştirmeye dair bu ibadetimiz inşallah Meleklerin kameraları tarafından da görüntüleniyor. Bizim için değerli olan da bu. İnşallah hesap günü buradaki katılımımızdan dolayı Meleklerin kameralarının çektiği kareler önümüze ecir ve ödül vesilesi olarak konduğunda, ‘elhamdülillah iyi ki oradaymışız’ diyerek mutlu olanlardan oluruz” dediğimde, bir kardeşimiz görevli polislerin yanında durduğu için işitmiş, bazı polisler “inşallah, inşallah” diye mırıldanmışlar. Yani onlar da kalben destekledikleri için kendilerini de bizim yer aldığımız karelere dahil hissettiklerini böylece vurgulamış oluyorlardı.

 

Allah’ın izniyle, meydanlardaki her açıklamamız, bildirimiz, söylemimiz, vahyin mesajını, tevhidi akîdeyi tavizsiz bir ilkeli muhteva ve duruşla insanlara taşır, statüko ve sistem açık bir muhalefetle köklü eleştirilere tabi tutulur, hem oraya katılanlar (halk ve polis) hem de daha sonra medyada yayınlanarak tüm toplum Kur’ani mesaj ekseninde bilinçlendirilmeye çalışılırdı. Bu sebeple, eylem alanından Vakıf merkezine doğru yürüyüşümüz sırasında çoğu kez Şeyho Duman hocamızın şu sözleri mırıldandığına şahid olurdum; “Mehmet kardeşim inanın ki, kanaatimce bu meydanlar bu tür açık ve net bir tevhidi tebliğe ve zalim sisteme ve zulümlerine karşı bu kadar açık bir itiraz ve tavır koyuşa ilk defa şahid olmaktadır.” Elhamdülillah Allah’ın lütfu, yardımı ve kardeşlerimizin değerli cesur katılımlarıyla İLKAV olarak bu tür meydan tebliğlerimiz ve zulme karşı adalet mücadelemiz devam edip geldi. İşte bu eylemlerimizin birçoğundan sonra da, açıklamalarımızın içeriğinden rahatsız olan emniyet yetkililerinin suç duyurusuyla savcılıklarca ifade vermeye çağırılırdık.

 

BASKILARA, YARGILAMLARA RAĞMEN, ELHAMDÜLİLLAH ALLAH’IN YARDIMIYLA ZALİMLERDEN  KORKMADIK VE YILGINLIĞA DÜŞMEDİK

 

Radyo Denge: Oldukça yoğun, yorucu ve tabii aynı zamanda onur verici bir mücadele süreci bu. Peki bu süreç sizi ve mücadele arkadaşlarınızı yıldırdı mı?

 

Pamak: Gayet tabii ki Kemalizm gibi kanla kurulup baskıyla, zulümle devam eden bir sistemde, bunca kuşatma altında tevhid ve adalet mücadelesi vermek oldukça yoğun ve yorucu bir çabayı gerektiriyor. Ama elhamdülillah hiç bir kardeşimizde yılgınlık görmedim. Şüphesiz ki, bütün bu mücadeleler, nihayet Rabbimizin rahmetini istemeye yüzümüz olsun ve hesap günü sunacak bir mazeretimiz olsun diye ibadet bilinciyle yapılmaktaydı. Şüphesiz ki, yaptıklarımız ve yapmaya çalıştıklarımız, bir STK faaliyetini aşan, sosyal etkinliklerle oyalanmak boyutundan çok uzak, sadece Allah’ı razı etmek hedefine kilitlenmiş bir adanmışlık bilinciyle gerçekleştirilmekteydi. Ve tüm bunlar, hayatı ibadet kılmak sorumluluğumuzun kolektif ibadet boyutunu yerine getirmekten ibaretti. Kitleler halinde bu onurlu ve ilkeli mücadeleye destek veren kardeşlerimizden Allah razı olsun, Allah kabul etsin ve ecirlerini versin inşallah. O günkü baskıcı, yasakçı zulmün zirve yaptığı süreçte, bir kısmı da memur olan kitlelerin, İLKAV’ın bu kadar net ve tavizsiz İslami söyleminin ve şirk sistemine karşı bu kadar açık ve ilkeli tavrının, Kemalist rejime karşı bu derece açık muhalif kimliğinin arkasında durmak kolay değildi. İşte bu sebeple de böyle bir yürekliliği gösteren, riski göze alarak çağrılarımıza icabet eden, dünyevi çıkarlarını riske ederek sadece Allah rızası için yanımızda duran Müslüman kardeşlerimiz gerçekten de takdir ve duayı fazlasıyla hak etmişlerdir.

 

Tabii ki, bütün bu çabalarımızdan, egemen Batıcı seküler Kemalist zorbalığın, İslam düşmanı laik sistemin sürmesinden, yozlaşma, sömürü ve adaletsizliğin devamından yana olan iç ve dış güçler rahatsız oldular ve sürekli hep birlikte üzerimize geldiler. Egemen statükonun eskisi de yenisi de rahatsız oldu ve susturmak, korkutup yıldırmak için her yolu denediler. İlk soruşturmanın Mazlum-Der Genel Başkanı olduğum 1991’de açıldığını hatırlıyorum. Ondan sonraki 23 yılda İLKAV ve şahsım için 80 civarında emniyet ve savcılıklarda soruşturma ve yaklaşık yarısı yakın da mahkemelerde dava açıldı. Şahsım için de onlarca davada siyasi ideolojik kararlarla toplam 10 yıl civarında hapis cezası verildi. Şu kadarını söyleyeyim de siz anlayın, yayınlanmış 8 kitabımın yarısı, DGM’lerde yaptığım, egemen sistemin baskılarını, yasaklarını, adaletsizliklerini, her türlü zulüm ve ifsadını belgelerle ortaya koyup onlar beni yargıladıklarını düşünürken aslında benim onların zulüm sistemini yargıladığım savunmalarımdan oluşmaktadır. 2 buçuk yıla yakın yurt dışında muhacir olarak kalmak zorunda bırakıldım. Bütün bu cezalar Rahşan affı diye bilinen yasa ile kaldırıldı da Türkiye’ye dönebildim.

 

Tabii ki bu süreç çok hareketli ve yorucu bir süreçti. Ama elhamdülillah Allah yolunda şirke, zulme, ifsada karşı hak ve adalet mücadelesinde hiç yılgınlığa düşmedim. Yurt dışında kaldığım sürede önce eşime ve çocuklarıma pasaport vermediler, uzun süre buluşup görüşmemizi engellediler, üstelik Türkiye’de sürekli evimi basıp aileme rahatsızlık verdiler, tehditler yağdırdılar. Yine de, onlar da ben de yılgınlığa sürüklenmedik, hamdolsun tam tersine Rabbimizin yeni lütuflarına mazhar olduk. Rabbimizin rızasını kazanma yolunda başımıza gelen hoş geldi sefa geldi dedik, ödenen bedellerden yılgınlık yerine haz duyduk. Hatta hicret ortamında zaman zaman şöyle düşündüğüm olmuştur; “Allah yolunda benim başıma gelen çok küçük bir bedel ödemek olduğu halde yine de bu kadar haz duyuyorsam, kim bilir aynı yolda canlarını feda eden şehidler ne büyük haz duyuyorlardır ki, Resulullah (s) ifadesiyle tekrar tekrar dirilip yine Allah yolunda öldürülmeyi istiyorlar”.

 

Hakikaten de, 25 yıllık mücadele sürecinin birçok döneminde, zalim sistemden kaynaklanan çok sıkıntılı anlar yaşadığımız, çıkmaz sokak gibi görünen tıkanmalara sürüklendiğimiz zamanlar olmuştur. Ama Rabbimize hamd olsun her seferinde, O’nun lütfu tecelli etmiş ve hiç beklemediğimiz önemli açılımlar yaşanmış, onur kazandıran bedellerin arkasından çok güzel gelişmeler önümüze çıkmış, mücadelemiz yeni ivmeler ve ufuklar kazanmıştır. Mesela Almanya’da yepyeni hizmet alanları önümüze açılmış, Türkiye’de yapmaya çalıştıklarımız durmaksızın orada devam etmiştir. Rabbimizin lütfuyla orada çok değerli yeni kardeşlikler teessüs etmiş ve o kardeşlerimizin samimi sahiplenmeleri ve Allah için içten gayretleriyle orada da Kur’an ve sünnet merkezli güzel çalışmalar içinde kendimizi bulmuşuzdur. Yaklaşık 80 civarında erkek ve bayan kardeşimizle bir yılda Kur’an’ı baştan sona bitiren hızlı bir tefsir çalışmasını gerçekleştirdik. Bu paralelde başka illere de yayılan İslami çalışmalar oradaki kardeşlerimizin değerli katılımlarıyla devam etti.

 

Benim Almanya’da bulunduğum bu süreçte, Şeyho Duman hocamız ve Erdal Ardıç kardeşimizin öncülüğünde yönetimde yer alan kardeşlerimiz, gerek kimi Müslümanların “şimdi sıra onlarda, bugün yarın onları da alırlar” gibi fitneler çıkarıp kendileriyle ilişki kurmaktan çekinir hale gelmelerine, gerekse sistemin baskılarına rağmen İLKAV’ı açık tutmaya çalıştılar. Başta Cuma namazı pratiğimiz ile tefsir derslerimiz olmak üzere rutin çalışmalarımızı yılmadan dirayetle sürdürdüler. Hele polis ve istihbarat görevlileri tarafından zaman zaman sıkıştırılmasına, hatta bir keresinde gece yolda yürürken kaçırılıp baskı altında hukuksuz biçimde sorguya çekilmesine ve korkutulmaya çalışılmasına rağmen, Allah yolundaki hizmetinden vazgeçmeyen, samimi ve gayretli çabalarını azimle sürdüren İLKAV’ın hizmet ehli üyesi Ali Bıyık kardeşimiz de özel bir teşekkür ve duayı hak ediyor doğrusu. İLKAV yönetimi ve çevresindeki bütün kardeşlerimizin, bu zorlu süreçlerde her şeye rağmen yılgınlığa düşmeden ve dağılmadan, istikameti koruyan ilkeli bir çabayı sürdürme kararlığı göstermeleri sebebiyle Allah kendilerinden razı olsun. Sonraki süreçte ise, önce konferans salonumuz kapatıldı, Cuma namazı kılmamız engellenmek istendi. Sonra da İLKAV için kapatma davası açıldı.

 

Yaşanan bütün sıkıntılara rağmen elhamdülillah, Kemalist sistemin yaptığı zulümler, haksızlıklar, baskılar, mahkemeler, ideolojik kararlarla verilen cezalar, ülkemden, ailemden ve çocuklarımdan uzak düşüren hicrete zorlanmalar, ülkede kalan kardeşlerimizin de sürekli baskı altında tutulması bizi yıldıramadı. Ama şahsen beni gerçekten en çok yoran, üzen ve zaman zaman yılgınlığa düşüren Müslümanlar oldu.  Tevhidi uyanış süreci öbeklerinin özellikle öncü kadrolarının, istikameti korumak, tevhidi mücadelede ısrar etmek, mü’minler arası kardeşliği ve vahdeti tesis etmek konusundaki istikrarsızlıkları, ilkesizlikleri, zikzakları, bencillikleri / grupçulukları ve yapılan uyarılara karşı umarsızlıkları ve hatalarındaki ısrarları gerçekten beni en çok üzen ve hatta zaman zaman yılgınlığa, bıkkınlığa düşüren, “artık yeter” dedirten hususlar olmuştur.

 

Radyo Denge: Bu kesimin ilkesizlikleri, değişim geçirip sistem içine savrulmaları konusunda yeteri kadar bilgi ve belge var. Peki sizin üzerinize sistem tarafında gelinirken, kendileri için endişe ederek olsun, başka saiklerle olsun sizin aleyhinizde tutum ve söylemlerde bulunanlar da oldu mu?

 

Pamak: Evet maalesef oldu. Tevhidi kesim öncülerinin çoğunun en büyük zaaflarından birisi de ahde vefasızlığıdır. Kadir bilmezliğidir, kardeşinin kıymetini takdir etmekten uzaklığıdır. Selam gazetesinde yazı yazdığım süreçte, laikliği ve sistemi eleştiren yazılarım çıktığında, bazılarının, “ne yapıyorsun, çok sert eleştiriyorsun başımızı belaya sokacaksın, laiklik onların kutsalı neden onların kutsallarını eleştiriyorsun, devleti neden bu kadar hedef alıyorsun? Müslümanlara yönelik zulmü arttıracaksın!” şeklinde itiraz ve eleştirilerine muhatap oluyordum. Bazen de “devlet hepimizin, sen sistemi eleştirsen de devleti eleştirmemen gerekir, devlet ayrı rejim ayrı, devlet bir kaptır rejim içindeki şaraptır, biz şaraba karşıyız, kaba sahip çıkıp koruyacağız ve içine Zemzem dolduracağız” türü saçma söylemlerle inkılabi muhalif ruhu öldüren devletçi yaklaşımlar sergileyerek kaşımıza dikilenler oluyordu. Ama birkaç gün sonra aynı şahıs beni arayıp, devletin zulmünü, hukuksuzluğunu, ideolojisini en sert biçimde eleştiren Ahmet Altan’ın yazısını okuyup okumadığımı sorduktan sonra, “ya adam çok yürekli ve çok cesurca eleştirmiş, çok sert vurmuş, oku” diyebilecek kadar tutarsız davranıyordu. Bu yaptığıyla zulme ve zalim sisteme itirazda, nedense bir Müslüman’a yakıştıramadığı açık muhalif ve onurlu duruşu liberal solcu A. Altan’a yakıştırdığının farkına bile varmıyordu. Bu tür şahsiyetler, o dönemde kendi özgürlüklerinin savunuculuğunu liberal-sol kesimin yazarlarına ihale etme zilleti içindeydiler. Devletin açık zulümlerine ve ifsadına karşı “başımız belaya girmesin” diye suskunluğu tercih edenler, suya sabuna dokunmayan yazılarla meşgul oluyorlardı. Ama bize de rahat vermiyor, sürekli ortak platformlarımızda ayağımıza çelme takma anlamında eleştirilerde bulunuyorlardı.

 

Mesela yine bir başka örnek de şu; Sivas’ta Hakkı ortaya koyan konuşmamı müteakip tutuklama kararı verilip sınır kapılarının kapanması sebebiyle Almanya’da muhacir olarak kaldığım süreçte, arkamdan bazı Müslüman öncülerin dedikodu ve gıybet etmeleri ve beni yaptığım konuşma dolayısıyla suçlamaları, “her doğru her yerde söylenmez”, “bu dönemde böyle konuşma yapılır mı?” türünden açıklamalarla, “sen böyle konuşursan işte böyle karşılık görürsün” gibi adeta bana yönelik zulmü meşrulaştıran ifadeler kullanmaları söz konusu oldu. Hatta İLKAV yönetimindeki kardeşlerimizi korkutmaya çalışan ve Şeyho Duman hocamızı “radikal” diye niteleyip “sıra onda, onu da götürecekler” nevinden söylemlerle tehlikeli konumda gösteren kişiler oldu maalesef.

 

Hatta kurucu genel başkanı olduğum Mazlum-Der yönetimi, Sivas’taki Televizyonda Mazlum-Der’e yönelik iftiralara da cevap vermek ve hukukunu savunmak üzere konuştuğum halde, ardımdan bir bildiri yayınlayarak, “Mehmet Pamak’ın derneğimize üye olmak dışında bizimle hiçbir ilişkisi yoktur” diye açıklama yapmaktan bile utanmadı. Mazlum-Der’in kurucu genel başkanı konumundaki bir kişi olarak, düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebilecek bir konuşma yaptığım, düşüncelerimi, saldırgan olmayan, kimseye hakaret etmeyen ve zulmetmeyen bir üslupla ve ilmi bir hakikat halinde ifade ettiğim için saldırıya uğruyordum, en temel haklarım ihlal ediliyordu, tutuklanmama karar veriliyordu. Medya her zamanki gibi, bir düşünce açıklamasına tahammül edemeyip düşman ilan ediyor, hakaret ediyor, zulmediyor, hedef gösteriyordu. Bazı köşe yazarları ise, bu saldırı ve hakaretleri sırasında Mazlum-Der’in ismini de zikrediyorlardı. Tüm bunların üzerine, Mazlum-Der genel merkez yönetimi hemen paniğe kapılıyor, en temel ilkelerini çiğneyen, insan haklarını görmezden gelen bir bildiri yayınlıyordu. Kendilerini zalimler nezdinde aklamak(!) telaşıyla, benimle hiçbir ilişkilerinin olmadığını açıkladıkları bu bildiride, zalimlerin zulmüne yönelik hiçbir eleştiriye ve özgürlüğümü savunan hiçbir itiraza yer verilmediği için, dolaylı da olsa zalimlere destekçi konumuna düşülüyordu. İHD, aynı süreçte yakalanıp iade edilen ve kamuoyunda tanındığı konum açık olan Abdullah Öcalan’ın hukukunu bile savunmaktan çekinmeyen ilkeli bir tutum sergilerken, Mazlum-Der ilkelerini yiyerek bizi satıvermişti.

 

Anlaşılan o ki, bu konuşmam sebebiyle henüz rejimin mahkemeleri yargılamayı tamamlayıp karar vermeden, tevhidi uyanış sürecinden gelen kimileri çoktan karar verip bizi mahkum edivermişlerdi. Sonra bu yargılama süreci, yakınlarının “şehid” olduklarına inananların açtıkları tazminat davası şeklinde devam etti ve sonuçta TC yargısı bile, ceza mahkemesi olmadığından ideolojik olmayan yargıçlara denk geldiği için olsa gerek, yasalara ve uluslararası sözleşmelere uygun bir kararla, “yapılan konuşmanın düşünce özgürlüğü içinde kaldığına” hükmederek dava açanların taleplerini reddetti. Tabii ki, bu sonuç, yani TC Mahkemelerinin bile gerisine düşmüş olmak, arkamızdan konuşup bizi peşinen mahkum eden Müslümanları ne kadar mahcup edip hallerini sorgulatmıştır bilmiyoruz.

 

Radyo Denge: Eski statüko dediğiniz Kemalist vesayet sürecinde bunca zulme, baskıya muhatap olunmasına rağmen İLKAV çevresindeki Müslümanların yılgınlığa düşmemesi sizin de ifade ettiğiniz gibi takdir ve duayı hak ediyor gerçekten. Ama görece özgürleşme dönemi olarak ifade ettiğiniz yeni statüko döneminde benzer baskıların, takip, dinleme, provokasyon ve operasyonlara muhatap kılma çabalarının devam etmesi çevrenizdeki Müslümanları nasıl etkiledi?

 

Pamak: İLKAV’da toplanan Müslümanlar yıllar boyu süren tevhidi eğitim ve mücadele pratiği soncunda, vahyi esas almayan tağuti sistemin, egemen zulümat (karanlıklar) rejiminin koyu ve gri tonları arasında görece bir özgürleşme dışında bir gelişme beklmedikleri ve İslam dışı olmak bakımından aralarında bir fark görmedikleri için, kimi zulüm ve baskıların bu süreçte de devam etmesi vakıası karşısında asla şaşırmadılar. Çünkü bizim bir çok Müslüman çevreden farkımız, Allah’ın hükmüyle hükmedilene kadar hiçbir yönetimden razı olmamamız ve onlara yandaşlık yapacak konumlara savrulmama titizliğiyle ilkesel bağımsız İslami kimlikli duruşumuzu her şartta ısrarla sürdürmek konusundaki kararlılığımızdır. Bu sebeple, sistem içi değişim ve demokratikleşme politikaları güden görece olumlu laik iktidarlar, çok ileri derecede görece özgürlükler de getirseler, kimi gasp edilmiş haklarımızı da iade etseler, yine de sırf bazı kazanımlar elde etmenin pragmatizmiyle onlara doğru savrulup eklemlenmemiz Allah’ın izniyle mümkün değildir. Üstelik sadece görece özgürleşmeye vesile olmakla yetinmeyen yeni statükonun koalisyon ortağı iki taraf, sürekli biçimde Allah’ın dinini laiklik, demokrasi ve kapitalizmle uzlaştırmaya yönelik Protestanlaşma projelerine katkı sunarak tahrif etmeyi de temsil etmektedirler. Bu sebeple, çevremizdeki kardeşlerimizin, yeni statükonun yeni zulümleri sebebiyle çok büyük bir şaşkınlıkları, hayal kırklıkları söz konusu olmamıştır.

 

NOT : Söyleşimizin 2. Bölümünde “Yeni statükonun baskı ve zulümleri” ekseninde İLKAV’ın 25 yılını konuşmaya devam edeceğiz inşallah. 

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.