BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Bilgi, İman, Amel ve Ahlak İlişkisi- 1

Bilgi, İman, Amel ve Ahlak İlişkisi- 1

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nın 14 Temmuz 2023 tarihli Cuma konferansında Mehmet Pamak’ın “Bilgi, İman, Amel ve Ahlâk İlişkisi” üzerine yaptığı konuşmanın 1. Bölümünün metnini ve videosunu ilginize sunuyoruz.

İLKAV Yönetimi

Sahih Bilgiye Dayalı Bir İman ve Ahlâklanma Yükümlülüğümüz

Kur’ân’ın belirlediği mü’min ve müslimliğin en temel şartı; hayatın bütün alanlarında hükmüne tâbi olunması, kendisine itaat ve ibadet edilmesi gereken tek İlah ve Rab olarak Allah’ı kabul etmek, Allah’tan başka ilahlık ve rablik taslayan şeytan, heva ya da tağutların arzularına ve hükümlerine itaat etmeyi reddetmektir.[1] Bu imanın ve teslimiyetin gereği olarak, hayatın (kamusal-özel, bireysel-toplumsal) hiçbir alanında Allah unutulmayacak ve Allah yokmuş gibi davranılmayacaktır. Âhiret ve hesap bilincinin yönlendiriciliği ile tüm hayat alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine uyularak hayatı ibadet kılmak hedeflenecektir. Hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek[2], Kur’ân devre dışı bırakılmayacaktır.

İster hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında ya da ferdî hayatında Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve bu kimselerin yoldan sapmaları kaçınılmaz olur.[3] Böylece fıtratla vahyin arası kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da bu kişilere kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. Bu yabancılaşma süreci sonunda, insandışılaşıp arzda fesad çıkaracak, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer türünün özellikleri ortaya çıkacaktır.[4]

Bilinmelidir ki, Allah’tan ve Kur’ân’dan soyutlanan her hayat alanında mutlaka başka bir ilah taslağı ortaya çıkacak ve o boşluğu dolduracaktır. Çünkü hayatın bütün alanları, birtakım değer, ölçü ve kurallara göre düzenlenmek zorundadır. Bu hayat alanlarında kimin kuralları, ölçüleri, değerleri belirleyici kılınıyorsa o ilah edinilmiş ve ona kulluk/itaat edilmiş olur. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’ân’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir.[5] Ve bu sebeple de, Kur’ân’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, buna rağmen “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir.[6]

İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen ve küreselleşen fesad, sömürü ve zulüm; bu tür, Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur.

Kültürlerinde kısmen de olsa barındırdıkları vahyin kırıntılarına rağmen, vahye düşmanlıkları sonucunda fıtrî değerleri bile korumakta acze düşerek “esefele safiline/aşağıların aşağısına” sürüklenen emperyalist katil demokrasilere egemen olan bu hayvandan aşağı zihniyet, dünya çapında yüz milyonlarca masum insanı katlederek büyük vahşetlere imza atmıştır. Bu sebeple saltanat sürecinde, vahye sadakat zaafı gösterip hurafeler üreten, tasavvuf kültürünü din edinen ve sultanların iradelerini bazen Allah’ın iradesinin önüne geçirerek şirke sürüklenen yönetimler bile, sırf vahyin parçalarını korudukları ve kültür biçiminde bile olsa dikkate aldıkları için Batılı emperyalist devletlere nazaran görece daha adil olabilmişlerdir.

Ancak Osmanlı’nın son döneminde İttihat Terakki ve Jön Türkler ile başlayıp yine Batıcı laik bu kadroların öncülüğünde Cumhuriyet adı altında sürdürülen süreçte, vahye tamamen düşman olan ve İslâmî kimlik ve değerleri tamamen yok etmek için Allah’a ve Kur’an’a savaş açanlar, Batılı emperyalistleri aratmayacak büyük katliamları, en vahşi yöntemlerle Anadolu Müslüman halklarına karşı gerçekleştirmişlerdir. 1925 ve 1930 yıllarında, vahye uyan ve Allah’ın şeriatıyla hükmeden bir yönetim istedikleri için, Şeyh Said kıyamı sonrası ve Zilan deresi katliamında on binlerce masum Müslüman vahşice katledilmişlerdir. 1935 yılında aynı vahşet Dersim halkına karşı gerçekleştirilmiştir. Bu katliamlarda yaklaşık 50 binin çok üzerinde masum insan, kadın, çoluk, çocuk, yaşlı ayırmadan, makineli silahlarla taranarak ve sığındıkları mağaralara zehirli gazlar sıkılarak topluca yok edilmişlerdir.

İşte küresel ifsad hareketi ve yerli işbirlikçilerinin vahye savaş açarak gerçekleştirdikleri bu büyük sapmaya, yol açtıkları kitlesel katliamlara, zulümlere ve sömürülere, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha âdil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar. Ancak, vahiy ve fıtrat buluşmadığı sürece, insanlar sadece fıtrî bir eğilimle aradıkları adalet sistemine asla ulaşamayacaklar/ulaşamıyorlar. Çünkü fıtrat, bütüncül ve sahici bir adalet ve ahlak sistemine ulaşmak için vahyin yol göstericiliğine, rehberliğine muhtaçtır.

Bu sebeple vahyin mesajından haberdar olan müslim/mü’min kadrolara düşen büyük sorumluluk; yolunu şaşırmış arayış içindeki insanlığın bile kurtulmaya çalıştıkları seküler ideoloji ve modellerin peşine takılmak yerine; onların da, muhtaç oldukları vahye dayalı adalet sistemine ulaşmaları için güzel örnek ve model olmak, vahyin ahlakını kuşanarak şahidlik ve rehberlik yapmaktır.

Bu model oluşturma sorumluluğu, ancak Allah’a teslimiyetle, Kur’ân’ın belirlediği şartlarda müslim/mü’min olmak ve insanlara vahyin ahlakıyla örneklik yapmakla yerine getirilebilecektir. Bu sorumluluğu yerine getirecek olan Müslümanların ise, hem fert olarak, hem de cemaat ve ümmet olarak vahye şahidlik yapan[7] İslâmi bir hayatı yaşamak suretiyle, iman-amel-ahlâk bütünlüğü içinde ilkeli ve tutarlı mü’minler/müslimler topluluğu olmaları gerekmektedir. Peki bu sonuca nasıl ve ne yaparak ulaşılabilecektir.

 

 BİLGİ, İMAN VE AHLAK İlişkisi

Bir kişi önce sahih bilgiyle bilgilenir, sonra bu bilgiye iman eder ve iman ettiği bilgiye uyumlu bir hayat yaşamaya başlar. İşte insanın iman ettiği değerlerin hayata yansıması, davranışlar halinde tezahürü ahlâkı oluşturur. Bu sebeple kişinin ahlakı ve davranışları, bilginin kaynağına ve doğruluğuna göre olumlu ya da olumsuz bir nitelik kazanacaktır.

İMAN: İmam-ı Azam Ebû Hanife(ö.150/865), bilgi boyutunu tasdik ile tahsis ederek imânı, kalb ile tasdik, dil ile ikrar olarak tanımlamıştır.[8] İbn Teymiye’ye(ö.728/1328) göre iman, inanılması gereken ne varsa bunlar hususunda ayrıntılı bir bilgiyi ve bir emniyet hissi ile mutlak bir kanaatin yanında kalbi ve bedeni amelleri de içerir.[9]

AHLÂK: Arapça bir kelime olup, “hulk” kelimesinin çoğuludur. “Hulk” veya “huluk”, huy anlamına geldiği gibi; din, tabiat karakter mîzaç manalarına da gelir. (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, 1:227)

Buna göre ahlak kelimesi lügatte huy, seciye ve insanın manevi yapısını belirleyen hususiyetler gibi manalara gelir. Bu kelime için İslam ahlakçılarınca verilen ıstılâhî manalar içerisinde en beğenileni ve en yaygın olanı İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) “Ahlak, insanda yerleşen öyle bir melekedir ki, bu melekeden dolayı davranışlar hiçbir zorlama olmadan, düşünüp taşınmadan, kolaylıkla sadır olur.”[10] şeklindeki tarifidir. Nitekim, fıtratı tamamen bozulmamış çoğunluk insanlar Allah’ın fıtrata yerleştirdiği bu meziyet öylesine muhteşem bir şeydir ki, mesela bir çocuğa işkence yapıldığını gördüğümüzde bu doğru mu veya yanlış mı diye düşünmeye ihtiyaç bile duymadan hemen tepki gösterip müdahale ederiz.

Ahlâk, insanın eylemlerinden ziyade, bu eylemlerin kaynağı ve sebebi olan, onları meydana getiren manevî kabiliyetler bütününü ifade eder. Buna göre fiiller, ahlâkın kendisi olmayıp, onun sonucu ve tezahürüdür.[11] Bununla beraber ahlak, hayat tarzı haline gelmiş davranışlar; hür bir bireyin, seçme özgürlüğünün olduğu yerde herhangi bir yaptırım olmaksızın davranış ve kabulleri” şeklinde tanımlanmıştır.[12]

 

A – Bilgi – İman – Amel – Ahlak:

  • Öncelikle unutmayalım ki, sahih bilgi, sahih kaynaklardan akıde ve amellerle ilgili temel bilgi Kur’an’dan ve kimi amellere dair bilgi Kur’an’ın pratiği olan sünnetten elde edilir ve âdeta zihne bir tohum gibi ekilir.
  • Sonra akledilerek özümsenir, içselleştirilir ve kalbî bir teslimiyetle benimsenip iman edilir.
  • Daha sonra da, bu bilgi ve iman, ihlâs ve samimiyetle âdeta beslenerek, fedakârlıklarla hayata hâkim kılmak hedeflenirse, sonuçta o insandan bu bilgiye uygun davranışlar ve ahlâk olarak tezahür eder. Yani bir nevi zihne ekilen fikir ve bilgi tohumlarının ürünleri olarak o fikir ve bilgilere uygun davranışlar ve ahlâk yeşerir.
  • Ahiret için ameller yapmak amacıyla bilgi edinilmemişse, amellere ve ahlâka yön vermeyen bilgi, tekebbüre, müstağnileşmeye yol açar.
  • Bu fikir ve bilgi tohumlarının öze yerleşip bilince dönüşmesinden sonra tezahür eden sâlih ameller, ahlâki davranışlar, iman-amel bütünlüğü içinde hayatın ibadet kılınmasını da sağlar.

Özüne ne eker ve gereğince çaba gösterip, özümsersen, ihlasla beslersen, vahiyle denetleyip bakımını yaparsan, ona uygun davranışlar, ameller, ürünler tezahür eder. Bu Allah’ın yasasıdır. “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?”[13] Tıpkı bu âyette zikredildiği gibi, tarlaya tohumu ekmek insan iradesine bırakılmış ve o tohumu eker, sular, bakımını yapar, ancak onu koyduğu botanik yasalarıyla yeşertmek, bitirmek Allah’a aittir. Nasıl ki, tarlaya ne ekersen Allah’ın botanik yasaları gereğince ona uygun ürün biterse, aynı şekilde zihne hangi fikir, bilgi ve kavramları ekersen Rabbimizin yasası gereğince ona uygun davranışlar sâdır olacaktır. Bu durum toplum için de böyledir, önce toplum, özüne yerleştirdiği bilgi, düşünce ve fikirleri değiştirir, sonra da Allah insan topluluğunun bu değişimine uygun sonucu yaratarak o toplumun durumunu bu değişime uygun olarak değiştirip takdir eder.[14]

Anlaşılan odur ki, Allah’ın sonuçları yaratma suretiyle oluşturduğu değişim, insanoğlunun sebeplerin hazırlanması bağlamında gerçekleştirdi­ği değişimin neticesidir. İnsan bir şeye sebep olur ve sonuç Allah’ın yaratmasıyla oluşur. Aynı şekilde, ferdî planda zihinlerimize (nefislerimize) yerleştirdiği­miz fikirlerden de Allah fiilleri yaratır. Belirli eylem ve davranış­ları elde etmek için bu eylem ve davranışları oluşturacak fikirle­ri, bilgileri nefsimize, özümüze, zihnimize yerleştirmemiz gerekir. İnsanın davranış ve tasarruf­ları fikirlerinin bir sonucudur. Eğer zihne ekilen tohumlar mâhiyetindeki bilgi, fikir ve kavramlar sahih değil de Hak ile bâtıl karışımı ise, yani tohum sağlıklı değil de bozuk ve hastalıklı ya da başka tohumlarla karışık ise, o zaman bu tür zihinlere sahip olanlardan tezahür edecek davranışlar ve ahlak da sağlıksız, eklektik ve bozuk olacaktır.

Sahih bilgi sahih kaynaktan alındıktan sonra, zihinde yerleşen bu bilgiler kalp ile tasdik ve dil ile ikrar ederek imana dönüşür. Eğer iman kalpte özümsenip tam olarak içselleştirilirse, insandan bu imanın tabii bir sonucu olarak salih ameller, ibadetler ve ahlak sadır olur.

 

Bilgiyi Aşırı Olarak Abartıp Onun Ahlakını Kuşanmamak Hali de İman ve Ahlâk Bakımından Zaaflı ve Sorunlu Olan Entelektüelizme Yol Açmaktadır

Kulluk bütününün parçalanıp iman, ibadet, ahlak alanının ihmal edilişi, İslam’ı ve kulluğu bütüncül olarak yaşamaya örneklik teşkil eden bir Kur’an toplumu nüvesi oluşturulmadan ve İslami şahsiyetler ile toplumun bu model ekseninde vahiyle inşası gerçekleştirilmeden aşırı bir siyasallaşma ve İslam’ı adeta bir ideolojiye indirgeyen İslamcılık, bazı Müslüman davetçileri kuşatınca, onların mekanları, sadece fikir alışverişinin yapıldığı bir fikir kulübüne dönüşmüş bulunmaktadır.

Bunlar, halktan kopuk ve halka daveti yaymak ve örnek olmak işlevini yitirmiş “fildişi kule”lerinde entelektüel olma heveslisi bir avuç insanla bir araya gelip hayatla bağı olmayan soyut fikrî tartışmalarla meşgul olmaktadırlar. Çoğu Batılı yazarlara ait yüzlerce kitaplık listeler hazırlayıp Kur’an’ı yeterince ve hakkıyla okumamış, onu içselleştirmemiş ve Furkan niteliğini kazanmamış çevrelerinde, yüzlerce Batılı yazarların kitaplarının okunmasını sağlayan bu kesimler, Kur’an ile bakamayan, Kur’an ile göremeyen, Kur’an ile düşünemeyen, hayatı, tarihi ve toplumu Kur’an ile okuyamayan, analiz edemeyen, en önemlisi de Kur’an ile ahlâklanamayan, sonuçta İslam anlatırken bile hiç Kur’an atfı yapmayan entelektüeller yetiştirmekten öte gidemediler. Böyle yetişenler ise, vahyin ahlakını kuşanmaktan çok uzakta entelektüel gevezelik yapma ortamlarında kayboldular.

Sonuçta da davetin muhataplarına hal ve kal ile daveti götürme derdi olmayan “fikir kulüpleri” konumunu aşamamaktadırlar. Yaklaşık 40 yıldır süren bu tür okumalar yapanlarımız da dahil, Türkiye Müslümanları olarak yürüttüğümüz eğitim ve fikir çalışmaları sonucunda Daru’l Erkam misali örnek, model ve öncü olacak, insanlara şahidlik edecek kuşatıcı bir cemaat bile oluşturamadık.

Bu tür fikir kulüplerinin okuduğu gibi bırakın yüzlerce kitap okumayı, Kur’an dışında tek kitap bile okumayan, hatta çoğu okuma yazma bile bilmeyen ilk Kur’an Nesli 13 yıl gibi kısa bir sürede, sadece Kur’an okuyup onunla hayatı inşa ederek, Allah yolunda fedakâr, ahlâklı, emin ve adanmış bir kurucu kadro yetiştirerek model Kur’an toplumu nüvesini oluşturup onun örnek ve öncülüğünde Medine’yi, yani İslam ümmetini, İslam medeniyetini ve iktidarını inşa ettiler.

Bunca kitap okuyan günümüz “İslamcıları” kurtarıcı mesajı, neredeyse yarım asırlık çabaya rağmen kendi fikir kulüplerinin dışına bile taşıyamazken, Rasûlün (s) önderliğinde sadece Kur’an okuyarak, Kur’an’ı anlama, fıkhetme çabası göstererek, Kur’an ile teçhiz olup hayatın içine taşıyarak “müctehid toplum” vasfı kazanmış bu adanmış kurucu kadro, öncelikle ve özellikle Kur’an ahlakını kuşanıp hal ile daveti gerçekleştirerek bu kurtarıcı mesajı üç kıtaya ulaştıracak bir tesir meydana getirdiler.

Türkiye’deki İslamî uyanış süreci birikiminin çoğunluğunun İslam’ı siyasal bir ideolojiye indirgeyen İslamcılığı içselleştirmesinin sonucunda ise, yeterince Kur’an okumadan, daha doğrusu Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmeden, Rasûlün ve ilk neslin mücadele sünnetini içselleştirmeden, Kur’an’ı sosyalleştirmeden, vahyin ahlakını kuşanmış bir vasat ümmeti inşa etmek sorumluluklarını gerçekleştirmeden, okudukları çok sayıda başka kitapların sağladığı bilgi birikimi ile entelektüel tartışmalarla vakitlerini harcadılar.

Şüphesiz ki, bunları söylemekle Kur’an dışında başka kitap okunmasın demiş olmuyoruz. İfade etmek istediğimiz şudur; öncelikle ve esas olarak Kur’an okunmalı, Kur’an’ı merkeze alan bu okumada, Rasûlün vahyin ilk şahidliğini yaparak Kur’an’ı hayatında ete kemiğe büründüren güzel örnekliği ve mücadele sünneti izlenmelidir. Böylece Kur’an ile techiz olarak hak ile batılı ayrıştıracak bakış açısını, “furkan” niteliğini kazanan her Müslüman, tabii ki, vahyî ve kevnî ayetleri anlamaya katkı sunacak başka kitapları da okuyacaktır. Davetin muhataplarını ve zihniyetlerini tanımaya vesile olacak, içinde yaşanılan toplumu ve tarihini, dünyayı, insanlığın halini ve gidişatını doğru tahlil edebilmeye yönelik olarak seçmeci biçimde diğer kitaplardan da okumalar yapacaktır. Evet Kur’an’ın sağladığı ayrıştırma bilincini edindikten sonra bu tür ikincil okumalar da gereklidir. Bütün mesele, bu tür bir okumaya hak ettiği ikincil konumu vermek, vahyin önüne geçirmemek ve bunlardan ancak vahiyle denetleyerek istifade etmektir. Yaşanan pratikte çoğunlukla vahiy ihmal edilmekte ve daha çok bu ikincil kitaplar okunarak Kur’an merkezli düşünüp tahlil edemeyen zihinler çoğalmaktadır.

Bu yüzden, yaklaşık 40 yıldır hâlâ Mekke süreci ve orada oluşan kurucu kadro misali topluma vahyin mesajını hal ve kal ile taşıyacak örnek ve şahid bir nesil, yani Daru’l Erkam’ın benzeri bir Kur’an toplumu nüvesi bile inşa edilemedi. Sonuçta, kamuya açık medya alanlarında akredite olup söz söyleme imkânına kavuşan “İslamcıların” neredeyse tamamına yakını, şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı İslamî bir mücadelenin gereklerini, cahiliye toplumunu Kur’an ve sünnete dayalı ilkelerle bütüncül tarzda ıslah amaçlı inkılabî değişim ve Kur’anî dönüşüm projelerini bile gündemlerine almaz oldular.

Tabii ki, bu süreci tek bir saikle izah etmek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce, daha önce izah etmeye çalıştığım üzere, İslami kimlik ve Kur’ani temel kavramların giderek belirleyici olmaktan çıkarılmasının yanında, vahyi bireysel, ailevi ve toplumsal hayat alanlarında bütüncül olarak sosyalleştirmeden, yani vahyin ahlakını fert ve cemaat planında kuşanmadan siyasallaşmanın da etkisi söz konusudur. Hayatı kuşatan sosyalleşme alanında ciddi çabalar sarf edip bir mesafe almadan, tam tersine bu alanları çoğu kez ihmal edip kendi haline bırakarak, abartılı bir biçimde sistem içi gündemlere endekslenmiş aşırı bir siyasallaşmaya kaymış olmanın ve inzal edilmiş kavramlarımızı ihmal edip “İslamcılık” gibi üretilmiş kavramlarla kendini tanımlamanın da bu savrulmada önemli bir rolü vardır.

 

Dipnotlar:

[1] Enbiya, 21/25; Yasin, 36/60; Casiye, 45/18; Nahl, 16/36.

[2] Enbiya, 21/42.

[3] Haşir, 59/19.

[4] Bakara, 2/27.

[5] Zuhruf, 43/36-37.

[6] Bakara, 2/11-12.

[7] Hac, 22/78; Bakara, 2/143.

[8] Bkz., el- Cürcani, et-Ta’rifat, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1. bs., Beyrut, ts.,s.40; Ebû Hanife, “el-‘Álim ve’l-Muteallim”, İmam Azam’ın Beş Eseri, (Arapça metinleri ile birlikte basılı), (Çev.: Mustafa Öz), Arapça metin, 18; “el-Fıkhu’l-Ekber”, Arapça Metin, 74; krş. Eş’ârî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, 138; Şehristânî, el-Milel,141; İmam Mâturîdî de benzer görüştedir bkz. Ebû Mansûr Muhammed el- Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, (Thk.: Fethullah Huleyf), İstanbul, 1979, 380.

[9] (İbn Teymiye, Kitâbu’l-İman, (Mecme’u’l-Fetâvâ içinde) Suudi Arabistan, ts., VII, 5-52; İzutsu, age, 100)

 

[10] (Ebû Hamîd Muhammed Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn (Mısır: y.y, 1334), 1: 53.)

[11] (Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslam Ahlâkı (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2006), 16.)

[12] (Halil İbrahim Kutluay, “Güzel Ahlaka Dönüştürülemeyen ve Adetleşen İbadetler Sorunu: Hadisler Bağlamında Bir İnceleme”, Geçmişten Geleceğe Ahlak (Uluslararası Sempozyum) (Bartın: Bartın Üniversitesi, 2015), 311-326).

[13] Vakıa, 56/63-64.

[14] Rad, 13/11.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?  

Bir Cevap Yazın