BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Yazı Grubu / Kur'an'ı Hakkıyla Okumak ve Hayatı İbadet Kılmak / Allah’ın Adını ya da Dinini İstismar Ederek İnsanları ‘Allah ile Aldatma’da Üç Kategori

Allah’ın Adını ya da Dinini İstismar Ederek İnsanları ‘Allah ile Aldatma’da Üç Kategori

Bismillâhirrahmânirrahîm

İnsanlık tarihi boyunca şeytan ve dostlarının, Allah’ın kullarını suret-i haktan görünerek “Allah ile aldatmaları” en etkili ve en yaygın olan aldatma yöntemi olarak süregelmiştir. Özellikle de toplumlara egemen olan statükoların, “din adamı, âlim, hoca, şeyh, akademisyen vb.”nin de yardımıyla oluşturdukları Hak ile bâtıl karışımı “statüko dinlerini” Hak din olarak sunmak suretiyle kitleleri “Allah ile aldatıp” statükonun destekçisi hâline dönüştürmeleri çok yaygın ve sürekli tekrarlanan bir uygulamadır.

Tarih boyunca şeytanın insanları “Allah ile aldatması” ya da “Allah’ın dini adına ve Allah’ın ismini kullanarak aldatması” çok boyutlu olarak gerçekleşmiştir. Şeytanın “sağdan yaklaşarak” ya da “suret-i haktan görünerek” insanları “Allah ile aldatma” çabasını üç kategoriye ayırarak üç ana başlık altında daha somut örneklerle açıklamaya ve anlamaya çalışalım inşaAllah.

Bilinmelidir ki, İblis’in küfre girip şeytanlaşmasının sebebi, Allah’ı ve ahireti inkâr şeklinde değil, ilâhi emir ve yükümlülüğü inkâr etmesi ve bu bağlamda yapması istenen amelin gereğini yapmayarak itiraz edip tartışması olmuştur. İşte şeytanın iğvası ve vesvesesi sonucu onun “Allah ile aldatma” projelerine doğrudan ve bilinçli ya da  bilinçsizce katkı verenlerin Allah’a ve ahirete iman edenler içinden çıkıyor olmasının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekmektedir.

Birinci Kategori: Kastı Doğrudan “Allah İle Aldatma” Olan Bilinçli Aldatıcılar

Bunlar, şeytanın bizzat kendisinin ve devşirip evliyaları ve hizbi (taraftarları) haline dönüştürdüğü insan şeytanları vasıtasıyla sağdan yaklaşıp suret-i haktan görünerek kastı doğrudan kandırmak olan ve bilinçli olarak gerçekleştirilen “Allah ile aldatma”lardır.

Küresel emperyalistlerin ve bölgesel işbirlikçilerinin bilinçli ve kasıtlı olarak “Allah ile aldatıp” saptırma projeleri ve bunları bilinçli olarak yaymaya çalışanlar bu kategoriye girer. Bu bağlamda, “Ilımlı İslam”, “Amerikan İslam’ı”, “Avrupa İslam’ı”, “Demokratik İslam”, “Liberal İslam”, “Sosyalist İslam”, “Türk-İslam Sentezi” ve tüm “Statüko Dinleri” ve bunları oluşturup yaymaya çalışanlar sayılabilir. Bütün bunlar, farklı bâtıl sistem ve ideolojileri kitleler nezdinde İslami gösterip meşrulaştırmak amacıyla onları “Allah ile aldatıp” ikna etmeyi hedeflemektedir.

Hz. İsa ve Hz. Musa’nın tevhidî mesajını, şeytanın velisi Pavlus gibi tahrif edip saptırarak Hıristiyanlık ve Yahudilik hâline dönüştüren din adamları, hahamlar ve rahipler, bu muharref dinlerin Allah’ın dini olduğu iddia ve iftirasında bulunarak kitleleri “Allah ile aldatıp” Hak din ile buluşmalarını engellemişlerdir. Üstelik aldattıkları bu kitleleri dünya çapında örgütlü biçimde Hak dine düşman savaşçılar hâline dönüştürüp şeytanın askerleri, (Haçlı ve Siyonist) orduları olarak kullanmışlardır.

Şeytanın velisi olan bu tür aldatıcılar Müslümanlar arasından da çıkmıştır. Şeytanın ve insanlardan devşirip kullandığı bu dostlarının, Allah’ın dini adına konuşup “geleneksel ve modern birçok bid’at ve hurafeleri Hak din olarak anlatarak” insanlar üzerinde hâkimiyet kurmaları söz konusudur. Böylece “Allah ile aldatıp” hegemonyaları altına aldıkları kitleleri sömürerek oluşturdukları saltanatlarda, onları kendi çıkarları için kullandıkları hizmetkârlar hâline dönüştürmeleri, akletmeyen köleler hâline getirmeleri, maalesef insanlık tarihi boyunca yaşanan çok yaygın bir gerçektir. Üstelik şeytanın bu tür dostlarının, siyasi, ticari ve başka nefsâni çıkarları için dini ve dinî kavramları araçsallaştırmak suretiyle insanları kandırmaları çok yaygın bir sapma ve aldatma biçimi olarak tarih boyunca süregelmiştir. Mesela kendilerini bile kurtarmaya gücü yetmeyen aciz tarikat şeyhlerinin “kendilerine meyyit gibi tâbi olanların kurtuluşa ereceklerini” vaad etmeleri şeytanî bir yalandır. Bu bağlamda “falanca tarikatın müridiyim demenin kurtuluş için yeterli olacağına” ya da “tarikatın sattığı ‘yanmaz’(!) kefene sarılanların ateşte yanmayacaklarına” veya “uydurdukları bid’at ve hurafeleri ‘İslam’danmış gibi anlatıp bunlara tâbi olanların Allah’ın rızasını kazanacaklarına” dair yalanlar da, insanları “Allah ile aldatma” amacını gütmekte ya da bu sonuca yol açmaktadır.

Başta Batıdaki bazı oryantalistlerin İslam ve Kur’an ile ilgili olarak ortaya attıkları bazı iddia, iftira ve tezler de, bazı ilâhiyatçı akademisyenlerin ve “İslamcı”ların, Allah’ın Kitabı ve Rasûlün güzel örnekliğine/sünnetine açıkça aykırı biçimde heva ve zanna tâbi olarak “tarihselcilik ve rölativizm” gibi bazı modern bid’at ve hurafeleri Batıdan taklitle İslam alanına taşımaları ya da yeniden üretmeleri de bir yandan Hak yoldan sapma oluşturmakta, diğer yandan da Müslüman kitleleri “Allah ile aldatıp” saptırma amacı gütmektedir. Tabii ki, bu bağlamda, modern paradigma karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksi sonucunda “Sapkın seküler modern paradigmanın ürünü olan laiklik, demokrasi ve sosyalizm ya da kapitalizm gibi ideolojileri ile İslam’ı uzlaştırmaya” kalkışmaları da açık bir saptırma çabasıdır.

Kur’an’ı, modernizmin aracı kılarak, ulus-devleti, laikliği, demokrasiyi ve Batılı modern yaşam biçimini meşrulaştırmaya çalışanlar, Kur’an’ı sadece bir “inanç” ve bireysel ahlak” kitabı gibi göstermeye, hayata dair hükümlerini geçersiz kılmaya çalışmaktadırlar. Kur’an’ın anlaşılmasını uzmanlaşma kıskacına hapsederek, tevhidî şahidliği pratikte gerçekleştirmekten uzaklaşıp, detay ve teorik konularda Kur’an araştırmaları yaparak gündemi saptırmaya kalkanlar olmuştur. Tarihselcilik, görelilik iddialarıyla, bilimsellik zırhı altında ya Kur’an’ı tarihe gömerek bugüne hitap etmekten, müdahale etmekten alıkoymak ya da Kur’an hükümlerinin muhkem olanının bile herkesçe göreli bir biçimde farklı anlaşılacağı iddiasıyla ortak bir Kur’an anlayışında, ortak bir paydada buluşmayı engellemek isteyenler türemiştir.

Batı emperyalizminin kullandığı ve destekleyip finanse ettiği bu tür tezlerin sahiplerinin, savunucularının başında, Fazlurrahman, Hasan Hanefi ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi kişileri görmekteyiz. Rene Guenon, Muhammed Arkoun gibi pek çok oryantalist de bu tezleri Müslümanlara kabul ettirme çabası içinde oldukça etkileyici çalışmalar yapmaktadırlar. Hasan Hanefi, “İslam, yeryüzünün her bir yerinde, her bir toplumda ve her bir kültürde, oranın hususiyetlerine göre şekillenir.” diyerek, bugünün yerlilik adı altındaki ulusal İslam çabalarını desteklemektedir. Hıristiyan, Yahudi, putperest ve laikler de dâhil bütün hepsinin İslam ümmetini oluşturduklarını ve bunların mensup oldukları dinlerin hepsinin fıtrat dini olduğunu, aralarındaki farkın özde değil, sembol, ayin ve fiilî tatbikatta olduğunu ifade etmektedir. Şeriat ile çağdaş laikliğin tabii İslam’ın bir parçası olduklarını; laiklik ile İslam’ın ve şeriat ile aydınlanmanın idealleri arasında fark olmadığını beyan etmektedir. (Prof. Hasan Hanefi, İslamiyat Dergisi’nde “Şeriat Soruşturmasına Verdiği Cevap”, İslamiyat Dergisi, Ekim-Aralık 1998, cilt 1, Sayı 4, s. 285, 286).

Bu tür sapkın görüşler, hiç şüphesiz Kur’an’ı tarihselcilik iddiaları ile tarihe gömmeye kalkanların oluşturduğu, muhkem hükümlerin tamamının (tevhid ve gayb haricindeki bütün hükümlerin) tarihe ait olup, bugün değişmeye mahkûm olduğu tezinin oluşturduğu, sabite kabul etmeyen kaygan zeminlerde yeşermektedir. “Kur’an’ın özellikle toplumsal düzen ve hukukla ilgili ahkâmının ekseriyeti değersel ve evrensel olmayıp konjonktürel ve tarihseldir” ve bu sebeple “Tüm zamanlarda uygulanması gereken hukuk kodları olarak vazedilmemiştir.” demektedirler. Bu uyduruk tez ve iftira, doğru kabul edilince, Kur’an’ın siyasal, ekonomik, hukuki hükümlerini, toplumsal hayatı düzenleyen kurallarını tarihe gömüp yeni hükümler koyma yetkisini kendilerinde görmeye, yani çağı Kur’an’a değil, Kur’an’ı çağa uydurmaya yönelmekte, laik hukuku benimsemeye ve Kur’an’ı buna göre değiştirmeye kalkışmaktadırlar. İşte modernitenin seküler hegemonyasının karşısında boyun eğmiş bütün tarihselciler böyle bir savrulmayı temsil etmektedirler.

Prof. İlhami Güler gibi bazı tarihselciler “Müslümanlar için tek kurtuluş yolunun laiklik olduğunu” söyleyecek kadar savrulurken, Prof. Ömer Özsoy gibi bazıları da Kur’an metninin günün şartlarında yeniden yazılması gerektiğini söyleyecek kadar ileri bir sapmayı gündem yapabilmiştir. Kimileri de “Kur’an-ı Kerim’in manası Allah’tan olabilir ama lafzını Hz. Muhammed (s.a.v) şartlara uygun olarak ifade etmiştir” diyebilmektedir. Böylece Allah’ın koruması altına aldığı ve ilahi kelam olduğu ayetlerle sabit olan Kur’an’ın mana olarak Rasûlün kalbine indirildiğini ve Rasûlün bu anlamı kelimelere dönüştürdüğünü iddia ederek Kur’an’ın Allah’ın değil de Rasûlün kelamı olduğunu iddia edecek kadar ileri giden sapmalara sürüklenenler oldu. Kıyame Sûresindeki şu ayetler bile Kur’an vahyinin mana olarak değil bizzat okunacak bir ilâhî kelam olarak inzal edildiğini açıkça ispat etmektedir. Eğer mana inzal edilse ve kelimelerle ifade edilip açıklanması Rasûle bırakılsaydı, âyetlerde “dilin kımıldatılması”ndan ve mananın okunmasından söz edilir miydi? Mana için “dilin kımıldatılması” gerekmeyeceği gibi, onun kendisine “okutulması”ndan ve kendisine okundukça bu “okumanın takip edilmesi”nden bahsedilmezdi. Üstelik Rabbimiz vahyin “manasını” inzal edip kelimelerle ifade edilişini Rasûlüne bırakmış olsaydı, aynı ayetlerde “onu açıklamak da bize aittir” ifadesini kullanır mıydı? “(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma”. “Şüphesiz, onu (kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize ait (bir iş)tir.” “O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et.” “Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyâmet, 75/16-19). Bu tür Kur’an şüphe düşeren delilsiz uydurma tezler hep Batılı oryantilistlerin de etkisiyle gündem yapılmaktadır. Nitekim oryantalist Rudy Paret’in de, “Ayetler ve İslam Tarihi” çalışmalarında “Allah metinler halinde vahiy indirmemiş tarihsel şartları yorumlayabilecek sezginin önünü açmıştır demek daha doğru olur” şeklinde aynı amaçlı beyanlarda bulunarak Kur’an hakkında şüpheler oluşturan yorumlarda bulunduğu bilinmektedir. Bu tür İslam düşmanlarının ve modernitenin etkisiyle bazı ilahiyatçı akademisyenler de aynı şüpheleri suret-i haktan görünerek Müslüman halklara yayamaya çalışmaktadırlar. Rabbimizin Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. (Maide, 5/13) dediği hâl, aynı zamanda bu tür sapmalara da işaret etmekte değil midir? İşte bu kesimlerin, insanları bu sapkınlıklarına çağırırken, uydurdukları fikirlerin Allah’ın muradı ve İslamî olduğunu iddia ve iftira etmeleri ise, insanları “Allah ile aldatıp” bâtıl yollara ikna etme çabasından başka bir şey değildir.

Rabbimiz, geleneksel ve modern hurafeleri Hakk’a karıştırarak bunun Hak olduğunu ve Allah’ın da muradı olduğunu iddia eden bu kesimlerle ilgili uyarılarda bulunmaktadır: “Vay o kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir de­ğere satmak için işte bu Allah katındandır! diyenle­re.” (Bakara, 2/79). “Bir de dediler ki: ‘Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.’ Sen onlara de ki: ‘Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz’?” (Bakara, 2/80).

Allah’ın murat etmediği ve bildirmediği şeyleri kendi elleri ile yazıp bir de bunun Allah katından olduğunu söyleyerek yüce Allah’a iftira atmaktadırlar. Bu iftiralar ve asılsız uydurmalar karşılığında elde etmiş oldukları maddî kazançlardan dolayı yazıklar olsun onlara! İlâhi adaletle bağdaşmayan, ilâhî geleneğin kanunları ile uyuşmayan, mantıklı davranış ve ceza kavramında yeri olmayan söz konusu asılsız hayallerinden biri de “ne kötülük işlerlerse işlesinler mutlaka Allah’ın azabından kurtulacakları, Cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı, bu sayılı günlerin arkasından Cennet’e girecekleri” sanısıdır. Bu ham hayali neye dayandırıyorlar? Sanki süresi belirli bir sözleşmeye dayanıyormuş gibi nasıl böyle kesin konuşuyorlar? Bu iddia ve iftiralar, cahillerin asılsız kuruntuları ile sahtekâr ilim adamlarının yalanlarından başka bir şey değildir. Bu gibi asılsız hayallere, ancak doğru inanç sisteminden sapmış ve bu sapıklıkları uzun zaman devam ettiği için dinlerinin gerçek mahiyeti ile aralarında hiç bir ilişki kalmamış kimseler sığınabilir. (Seyyid Kutup-Fî Zilâl’il Kur’an). İşte bu tür din adamı ya da hoca ve âlim kisveli kişiler, yüz yıllardır bu tür hurafeleri uydurup üstelik bunların Allah katından oldukları iftirasını da atarak insanları aldatmaktadırlar.

İnsanlık tarihi boyunca egemen statükoları ayakta tutmak ve egemenlerin iktidarlarını sürekli kılmak için kitlelerin desteğini almak amacıyla uydurulan statüko dinleri ya da Kur’an’ın “atalar dini” olarak nitelendirdiği dinler, hep Allah’ın dini olarak sunulmuştur. Çünkü insanları ikna etmenin en etkili yolu budur. Şeytan ve dostları da bunu bildikleri için, hep egemenlerin rant, güç ve iktidarlarına zarar vermeyecek dinler oluşturup Hak ile bâtılın karışımından oluşan bu dinin Hak din olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bu “statüko dini” ya da “atalar dini” üreticileri ve bilinçli destekçileri ile bu dinin halk nezdinde meşruiyet kazanması için bilinçli olarak katkı sunanların hepsi şeytanın velisi ve hizbi olmuş ve insanları kasıtlı olarak “Allah ile aldatan” aldatıcılar hüviyetini kazanmışlardır.

Atalardan devraldıkları şeytanî cahiliye kültürünü Allah’ın dini olarak kabul edenler için Rabbimiz şu tespiti ve uyarıyı yapmaktadır: “Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara, 2/170)

Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde onlar, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter’ derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Maide, 5/104).

Üstelik bu kesimler, “atalar dinine” tâbi olmaktan daha da ileri gidip yaptıkları kötü işleri ve hatta şirk koşmalarını dahi, “Allah bize böyle emretti” diyerek, tıpkı şeytanın kendi azgınlığının ve isyanının faturasını Allah’a kesmeye kalkması gibi Allah’a fatura etmeye kalkarlar. Böylece bu tür bâtıl tercihlerinin bile Allah’ın isteğiyle olduğunu iddia ve iftira ederler. Sonuçta da bâtıl din anlayışlarını Allah’ın dinine uygunmuş gibi sunup meşru göstermeye çalışırlar. Bu düpedüz Allah’a iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi kitabında onu bizzat emrederdi. Allah emirlerini yasaklarını kitapla bildirmiştir. Bugün şeytanın uşakları şeytan vahiylerine kulak vererek kendi mantıklarına göre, kendi hevâ ve heveslerine göre bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Ve bu dinin de Allah tarafından onaylandığını iddia etmeye çalışıyorlar. Hayatlarına karışmayan, kendilerinden hiçbir sorumluluk istemeyen, keyifleri nasıl isterse öylece yaşamalarına izin veren, onlar neyi beğenmişlerse ona ses çıkarmayan bir Allah, bir din ihdas etmeye çalışıyorlar. Allah bu iftiracıların yalanlarını ifşa etmekte ve uyarmaktadır:

Onlar kötü bir iş yaptıkları zaman: ‘Atalarımızı böyle yaparken bulduk, Allah da bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah’a mı atıyorsunuz?” (Â’raf, 7/28).

“‘Eğer Rahmân dilemiş olsaydı, biz bunlara kulluk etmezdik’ derler. Buna dair bir bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde bulunuyorlar.” (Zuhruf, 43/20).

Şirk koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Onlardan öncekiler de, bizim zorlu azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: ‘Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim (delil) mi var?’ Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle (uydurup) yalan söylersiniz.” (En’am, 6/148).

“Allah müsaade ettiği için biz bu taptıklarımıza tapabiliyoruz. Değilse bu yaptıklarımıza rızası olmasaydı o zaman Allah bize imkân vermez ve bizi helâk ederdi. Uzun zamandır hem atalarımız hem bizler bu işleri yürüttüğümüze göre, Allah bizi helâk etmediğine göre demek ki Allah böyle istiyor” diyorlar. Allah’ın imtihan gereği dünyada insana dalâleti seçebilme iradesini vermiş olması dalâletten razı olması anlamına gelmemektedir. Allah’ın yeryüzünde imtihan gereği küfrü ve şirki yaratması onlardan razı olduğu anlamına gelmemektedir. Onlar sadece zannederler, zanna uyarlar. Sadece yalan söylüyor, yalana ve zanna tâbi oluyorlar. Onlar sadece cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Dünyadayken bu kadar ısrarla “atalarının yoluna” tâbi olup onun Hak din olduğunu iddia edenler, ahirette ise, beyhude bir çırpınışla suçu atalarının üzerine atıp kurtulmak isteyeceklerdir: “…Bizim atalarımız önceden şirk koşmuşlar. Biz de onlardan sonra gelen (ve onların izinden giden) bir nesiliz. Bâtıla düşenlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin? …” (Â’raf, 7/173). Dünyadayken akletmeyip ellerindeki, evlerindeki, kütüphanelerindeki, raflarındaki Kur’an’ı terk edilmiş bırakanların bu tür başkalarını suçlayarak kurtulma çabası hiçbir işe yaramayacak ve onlar da kendilerini ve atalarını kandıran şeytan ile birlikte cehenneme sürülmekten kurtulamayacaklardır. Çünkü şeytanın, kendisine bilinçli ya da bilinçsiz olarak tâbi olanları, dünyada iken tevbe edip Hakk’a dönmedikleri takdirde kendisiyle birlikte cehennem azabına sürükleyeceği Kur’an’da bildirilmiştir. “Şeytan hakkında, ‘Her kim onu veli/dost edinirse, mutlaka o kimseyi saptırır ve onu cehennem azabına sürükler’ diye yazılmıştır.” (Hac, 22/4).

İkincisi: Şeytanın Süslü Göstermesi Sonucunda Onun “Allah İle Aldatma” Projesine Bilinçsizce Destekçi Olanlar

Bu kategoriye girenler, kasıtlı ve bilinçli olarak insanları “Allah ile aldatma” peşinde olmayıp şeytanın kandırması, süslü göstermesi sonucunda ve cehalet sebebiyle, Hak ile bâtılın sentez edildiği, İslami olanla bid’at ve hurafelerin karıştırıldığı din anlayışlarını samimi olarak Allah’ın dini zannettikleri için şeytanın “Allah ile aldatma” projesine bilinçsizce hizmet edenlerdir. Bu anlayışta olanlardan bilinçli ve kasıtlı olanlar birinci kategoriye girip insan şeytanları niteliği kazanırken, aynı anlayışın cehalet sebebiyle bu bâtıl inancı Hak zanneden kısmı ise, bu ikinci kategoride, yani şeytanların aynı amaçlı projelerinin bilinçsiz işçileri konumunda yer almaktadırlar. Bu kategoriye girenlerle birinci kategoriye girenlerin, tevbe edip sapkınlıklarından dönerek Allah’a teslim olmadıkları takdirde ahiretteki âkıbetleri aynı azaba birlikte sürüklenmektir.

Üstelik bunlar, şeytan tarafından süslü gösterilen tercihleriyle saptıkları halde kendilerinin “doğru yolda olduklarını sanmakta” ve sonuçta bu bâtıl yollarına çağırdıkları insanları, bu yolun sırat-ı müstakim olduğuna ikna ederek “Allah ile aldatmış” olmaktadırlar, ama bunun şuurunda değildirler. Çünkü saptıklarının bilincinde olmayıp kendilerinin doğru yolda olduklarını sanmaktadırlar. “Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 43/36-37).

Yahudilik ve Hıristiyanlığın bilinçli olan din adamları doğrudan şeytanlık misyonuyla insanları “Allah ile aldatma” konumunda olup birinci kategoriye girerken, samimi ama bilgisiz ve bilinçsiz olan alt kademeleri ise bu ikinci kategoride değerlendirilmelidir. Bunlar gerçekten bu dinlerin Allah’ın dini olduğunu zannederek yaymaya çalıştıklarında, bilinçsizce “Allah ile aldatma” projesine hizmet etmiş olurlar. Bunlar içinde, kasıtlı olan şeytan dostlarına nazaran fıtri erdemlerini, kimi insani vasıflarını koruyan bir azınlık da hep var olmuştur.

Müslümanlar arasındaki geleneksel ve modern hurafecilerin de, bilinçli ve kasıtlı olanları insan şeytanları niteliği kazanarak birinci kategoriye girerken; amacı insanları Allah ile aldatıp saptırmak olmayıp şeytanın süslü göstermesi sebebiyle bu geleneksel ve modern sapkın anlayışları samimiyetle İslamî zannederek bu bâtıl yollarda bulunanlar ise şeytanın kullandığı ahmak ameleler olarak bu ikinci kategoride yer alırlar. Bunlar içinde bilgi sahibi, akademik kariyer yapmış ve bu konularda makaleler ve kitaplar yazmış olanlar da vardır. Ama vahyin ölçüleri içinde akletmedikleri, geleneksel ve modern cahiliyenin hurafelerini İslam’dan zannederek yaydıkları için şeytanın “Allah ile aldatma” projelerine bilinçsiz amelelik yapmaktadırlar.

Ayrıca, birinci kategoriye girenlerden iktidar ve çıkar hırsıyla statüko dinlerini bilinçli olarak oluşturanların yanında yer alan ama bunları doğru zanneden bilinçsiz taşıyıcıları da bu kategoriye girerler. Atalar dininin, vahyin bilgi ve bilincinden habersiz aklını kullanmayan taklitçi kesimleri de bu kategoride değerlendirilmelidir.

Üçüncüsü: Müslümanlar Lehine Bazı Kazanımlar Beklentisiyle, “Allah İle Aldatma” Projelerine Destekçi Konumuna Düşenler

Şeytan ve dostları, daha ileri derecede içeriden bir yaklaşımla ve tam da sırât-ı müstakîmde oturan bir görüntüyle, tıpkı Âdem’e yaptığı gibi bâtıl bir ameli süslü ve cazip göstererek, hatta “Allah adına yemin de ederek” Müslümanları bu tür yanlış amelleri yapmaya ve istedikleri istikamete yönlendirmeye çalışırlar. Böylece özü ve esası itibariyle bâtıla ait bir ameli Allah’ın da razı olacağı İslami bir amel olarak tanıtarak “şu ameli yaparsan hayırlı ve farz olan bir amel yapmış olursun. Şirk anayasasındaki yine şirke ait şu değişikliğe evet oyu vererek katkıda bulunursan ya da şu laik partiyi desteklersen, aslında sonuçta İslam’a ve Müslümanların maslahatına çok hayırlı olan bir amel yapmış olursun. Üstelik böylece farz bir ibadeti yapmış ve takvalı da davranmış olarak Allah’ı da razı etmiş olursun.” diyerek Müslümanları Allah’ın adıyla ve Allah’ın dini adına ikna etmeye çalışırlar.

İşte bu üçüncü kategoriye girenler, iyi niyetli ve samimi Müslümanlar olmalarına rağmen, şeytanın bu aldatması ya da süslü ve cazip göstermesiyle bâtıl bir yol veya amelden İslam ve Müslümanlar için bazı hayırlar, maslahatlar ve kazanımlar umarak yayınladıkları ortak bildiriler, yaptıkları açıklamalar ve yazdıkları makalelerle Müslümanları bu yöne yönelmeleri için ikna etmeye çalışanlardır. İşte bu amaçla söz konusu bâtıl ameli işlemenin İslam ve Müslümanlar için gerekli, hatta “farz, ibadet ve takva” olduğuna ikna etmeye çalışırlar ve niyetleri bu olmasa da sonuç itibariyle statüko diniyle insanları bâtıl alana çekmeye çalışanların “Allah ile aldatma” projelerine destek vermiş olurlar. Bunların sorunu, vazgeçilmez ve ertelenemez temel ilkeleri ve İslam’ın uzun vadeli maslahatları yerine, bilinçsizce ve faydacı, pragmatik bir yaklaşımla Müslümanlar için umdukları kısa vadeli, geçici ve güven vermeyen bazı kazanımları ve maslahatları esas almalarıdır. Bunlar iyi niyetle ama ilkesiz davrandıkları, nebevî yöntemi de ihmal ettikleri için, bu yanlış tercihlerinin gerçekten de İslam ve Müslümanlar için hayırlı olacağına inanmışlardır. Tabii ki, şeytan da müslümanların ve İslami mücadelenin zararına olacak bu eğilimi onlara süslü ve cazip göstermiş, sonuçta da kazanımlardan çok daha büyük kayıpların meydana gelmesi kaçınılmaz olarak tecelli etmiştir.

Bu bağlamda, birçok “âlimler, hocalar, ilahiyatçı akademisyenler, İslamcı aydınlar, İslami cemaat öncüleri” de maalesef aynı pozisyona yani insanları “Allah’ın adıyla, diniyle kandırma” konumuna sürüklenmekten kurtulamamaktadırlar. “Laiklik, Kemalizm, kapitalizm, demokrasi, Türk milliyetçiliği, Osmanlı ve tasavvuf kültürü sentezi”nden oluşturulan “statüko dini”nin temsilcisi olup şirkle hükmeden ve İslam’a da zarar veren laik bir iktidarı desteklemenin “farz, ibadet, takva”, “umreden daha önemli bir amel” olduğunu söylemek de toplumu “Allah ile aldatıp” laik bir iktidarı desteklemeye yönlendirmekten başka bir şey değildir. Laiklikle hükmeden ve üstelik İslam’ı laiklik ile uzlaştırmaya çalışan, “ekonominin ve paranın dini imanı olmaz”, “din bireyseldir” diyerek yönetimi altındaki ülkede kapitalist ekonomi ve seküler hukuk çerçevesinde, fahşanın, zinanın, kumarın, faizin devlet politikası olarak yasal bir zeminde serbestçe yapılmasını güvence altına alan bir AKP yönetimi söz konusudur. Üstelik bu laik demokratik yönetim tarzının İslami olduğunu söyleyerek bütün ümmet sathına da (Mısır, Tunus vd.) yaymaya ve böylece ümmetin İslam anlayışını tahrif etmeye çalışan siyasi bir lideri, “mü’min, muvahhid bir şahsiyet ve ümmetin umudu” olarak takdim etmeye çalışan “muvahhid”ler çıkmaktadır. Bütün bunlar, insanları “Allah ile aldatmak” çerçevesine girebilecek önemli yanlışlar değil midir?

Suret-i haktan görünerek toplumu “Allah ile aldatıp” laik iktidarına ve laik politikalarına destekçi kılmaya çalışan laik bir siyasi partinin desteklenmesini öneren, bu amelin farz ve ibadet olduğunu söyleyen ya da toplumu sekülerleştiren bir siyasi partiye destek çağrısı amaçlı toplu gazete ilanları, ortak bildiriler yayınlayan, makaleler yazan, TV konuşmaları yapan tevhidi uyanış süreci grupları ve öncüleri, maalesef bu kesim içinde büyük bir çoğunluğu teşkil etmiştir. “Herkes tarafını belli etsin, ya ümmetten yanasınız ya da karşısındasınız” diyerek, müslümanları laiklikle İslam’ı bağdaştırma çabası gösteren laik bir partinin destekçisi kılmaya çalışanlar ya da bu desteği “farz ve ibadet” olarak sunarak toplumun “Allah ile aldatılmasına” meşruiyet kazandırma konumuna düşenler o kadar çok ki, bu yazıda bunlardan sadece son dönemde yaşanan birkaç örneği vermekle yetineceğim.

Oy vermeyelim de koy mu verelim” diyerek yıllarca AKP destekçiliği yapan ve Müslümanları bu istikamette yönlendiren Mustafa İslamoğlu Hilal TV’deki bir konuşmasında laik anayasa değişikliğine evet oyu vermenin “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet olduğunu” bile söyleyebilmişti. Aynı şekilde laik AKP liderlerinin Anıtkabirde tazimde bulunmalarını da, “Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru namaz kılarken Kâbe’nin içinde 360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz.” “Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken gönlü Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu Medine’de.” “Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” diyerek mazur göstermeye ve bâtıl bir kıyasla meşrulaştırmaya çalışmıştı. Desteklediği laik siyasi otoriteyi mazur göstermek için, müşrik düzene ait bir tapınakta o düzenin ritüeline katılmakla, Hz. Peygamber‘in “Yeryüzünde Yüce Allah’a ibâdet için yapılan ilk mescid”de, “bu mescidin putlarla işgaline karşı çıkarak namaz kılmasını” mukayese etmesi insanları “Allah ile aldatma” değilse, ya nedir?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan döviz piyasalarında yaşanan aşırı yükselişe karşı vatandaşlara bir çağrıda bulunarak, “yastık altındaki döviz ve altınların bankalarda TL’ye çevrilmesini” istemişti. AKP’ye oy vermenin İslam’a aykırı olmadığını izah etmeye ve insanları bu konuda ikna etmeye çalışan çok sayıda videosu internet ortamında yer alan (https://www.youtube.com/watch?v=w7-94yMJiEo) Ebubekir Sifil ise, durumdan vazife çıkarıp laik bir hükümetin bu talebine itaatin “farz-ı ayn” olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Sifil, sosyal medya hesabından paylaştığı mesajında, “…Bu savaşta tarafsız kalmak, sessiz kalmak düşmanla işbirliğidir. Elinde dövizi, altını olanların bozdurup TL’ye çevirmesi ‘farz-ı ayn’dır.” ifadelerini kullanmıştır. Laik-Kemalist bir devlet ve “ekonominin/paranın dini imanı olmaz” diyerek seküler kapitalizmle hükmeden bir hükümet için İslami şiarları, İslami kavramları kullanmak, toplumu “Allah ile aldatarak” laik hükümete itaate ikna etmek değil midir? Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyen ve üstelik kamu alanına İslam’ın müdahale ettirilmemesi gerektiğini de iddia edip bu halin İslam’a da uygun olduğunu iftira eden laik bir hükümete itaatin farz olduğunu iddia etmek dini laik devletin stepnesi olarak kullanmaktan başka ne olabilir? Farz’ları ancak Allah belirlerken ve Allah da ancak İslami hükümetlere, sizden olan emir sahiplerine ve onlar da Allah’a ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece itaat etmeyi emretmişken nasıl olur da laik ve şirkle hükmeden hükümete itaat farz ve hatta “farz-ı ayn” olarak nitelenebilir? Bu kapitalist laik siyaset için dini istismarı etmek değil midir?

Abdullah Büyük de, laiklikle hükmetmekle yetinmeyip İslam’ın da laiklikle bağdaştığını iddia ve iftira ederek toplumu ve bölge halklarını da laik siyasetlere davet edip dönüştürmeye çalışan bir siyasi liderin bâtıl sistem içindeki diğer siyasi partilerle mücadelesini Hak-bâtıl mücadelesi sayabilmiş ve insanları AKP’yi desteklemeye suret-i hak görünümüyle “inancımızın gereği budur” diyerek ikna etmeye çalışmıştır. “Ortada parti pırtı yok. Ortada dava var… Hak-batıl mücadelesi var, bu ger unutmamalıyız.” (www.abdullahbuyuk.org/makaleleri.php?url=ribat-dergisi-makaleleri). “Eğer kitaba ve sünnete aykırı olan bir konuşma, bir yönlendirme yapacaksam, beni şu anda dinleyenlerin hepsinin günahını Allah benim boynuma yazdırsın. Hiç olmazsa bu seçimde de tercihimiz Recep Tayyip Erdoğan ve milletvekili adaylarımıza olsun. Bunu inancımın ışığında söylemeye çalışıyorum.” (https://www.youtube.com/watch?v=898RQrQe-q4&feature=).

Abdullah Büyük, bir yazsısında ikinci anayasa referendumunda “evet” oyu vermeye çağırırken şu abartılı ifadeleri kullanmaktan çekinmemiştir: “…gençliğinden şu yaşına kadar Hak davanın yücelmesi için taviz vermediği ve sadece taktik hakkını kullandığı, İslam âleminin tek ümidi haline geldiği, Müslümanca yaşamanın tüm şartlarını göğsünü gere gere oluşturduğu, oturduğu yerde devlet kurup, devlet yıkan slogancı mantığa doğru olan usulü gösterdiği, kınayanların kınamasına aldırış etmediği Muhterem Recep Tayyip Erdoğan’ın “Evet Deyin” davetine kulak asmayanların büyük bir vebal altında olduğunu söylemem, inşallah yanlış bir mesaj değildir.” (Yeni Akit Gazetesi, 14 Nisan 2017). 2010 yılında yapılan ilk anayasa değişikliği sürecinde de Abdullah Büyük aynı şekilde büyük laflar edip “Evet oylarının Türkiye’nin dünya devleti olması yolundaki engelleri kaldıracağını” ifade etmiş ve müslümanlara “12 Eylül günü, umre için bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir.” uyarısında bulunmuştur. Üstelik referandumun önemine dikkat çekerken, “Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ‘İmkan olsa mezardakilere bile oy kullandırılmalı.’ sözlerine canı gönülden katılıyorum.” (Zaman Gazetesi, 18. 08. 2010) demeyi de ihmal etmemiştir. Tabii sonuçta kendisi ve o referandumda “evet oyu” verme çağrısı yapan tüm diğer müslüman öncüler, hep birlikte “Amerika’nın gözden çıkardığı eski bizim çocuklarının” vesayetini sona erdirecekleri zannıyla “Amerika ve İsrail’in yeni bizim çocukları olan FETÖ vesayetinin” yani Abdullah Büyük’ün “Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi”sinin kontrolündeki vesayetin oluşumunu bizzat kendi oylarıyla sağladılar ve 15 Temmuz’a giden yolu bizzat kendileri inşa ettiler.

Açıkça görüldüğü üzere, “ibadet, takva, farz” diyerek insanları demokrasi sandığına sevk etmek için İslami kavram ve değerleri araçsallaştıranlar, şirk anayasasında yine şirkle hükmederek yapılan değişiklikleri onaylamak üzere yapılan birinci referandumda verdikleri oylarla FETÖ’nün vesayetine destek verme konumuna düştüler. İkinci referandumda verdikleri oylarla da, MHP ve ulusalcı Kemalist darbecilerin vesayetinin geri dönüşüne destek vermiş oldular. Sonuçta bugün AKP’nin MHP’ye muhtaç hâle gelmesine ve giderek MHP’lileşmesine, “milliyetçi” bir parti hâline dönüşmesine, sonuçta da adaletsizliklerin, hukuksuzlukların bu derece artmasına bizzat kendileri sebep oldular.

Bâtıl sistem içi siyasetin kirine bulaşınca nasıl yozlaşmalara, ne büyük kötülüklere yol açabileceklerini, laik sistem içi şirk anayasası değişikliklerine bel bağlamanın ne kadar yanlış olduğunu göremez oldular. Yaptıkları bu yanlışın, daha birkaç yıl sonrasında nasıl bir yeni vesayete yol açacağını, “Muhterem Hocaefendi” diye sahiplenip bel bağladıkları, saygı gösterdikleri zatın aslında dini konuda nasıl bir sapkın olduğunu ve emperyalistlerle beraber bu halkın başına ne belalar açabileceğini bile fark edemeyen bir ferasetsizlik, basiretsizlik örneği ortaya koydular. Neden? Çünkü meseleye, vahyin ölçüleriyle, İslam’ın temel ilkeleriyle, Rasûlün güzel örnekliği olan mücadele sünneti ve nebevi yöntemle bakmadılar. Kısa vadeli kazanımlar eksenli düşünüp “iyi” ve “maruf” olanı erteleyerek “ehveni şer” peşine düştüler. İlkesiz ve pragmatik davranınca, çok kısa vadelerde meydana gelmesi kaçınılmaz büyük kayıpları bile göremez oldular.

Yıllarca AKP’ye destek bildirilerine imza atan AKV çevresinden Abdullah Yıldız da Akit gazetesindeki yazısında, son Genelkurmay Başkanı’nın 2018 yılı mezuniyet töreninde teğmenlere hitabında yaptığı konuşmada ‘atatürkçü düşünce sistemi içinde…’ hareket etmelerini öğütlediği ve TSK’nın Mustafa Kemal’den bu yana değişmeden devam eden çizgisi ve ideolojisi İslam şeriatını tehdit ve düşman kategorisinde gören Kemalizm olduğu halde bu laik ve Kemalist ordunun Afrin harekatı sürecinde şunları yazabilmiştir: “Bedir başta olmak üzere gaza meydanlarında cihadın en muhteşem örneklerini sergileyen Ashâb-ı Kirâm, nasıl kıldıkları namazdan güç alarak gözlerini kırpmadan şehadete koştularsa, Çanakkale ve Afrin yiğitlerimiz de aynı şekilde namazdan güç alarak “yedi düvel” ile savaştılar ve savaşmaya da devam ediyorlar. İnancımız o ki, halkımızın ruh kökünde özel bir yere sahip olan Cihad ve Şehadet bilinci, “Namaz bilinci” ile bütünleşerek millet ve ümmet olarak dirilişimizin en önemli itici gücü olacaktır. Bakara suresi 153. âyet; “Allah’ın, sabırla (zorluklara direnerek) ve namaz kılarak yardım dileyenlerle beraber olduğunu” müjdeler; 154. âyet de “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; onlar diridirler ama siz bilmezsiniz” buyurur. Şehidler diri ve “diriltici”dirler… Bedr’in aslanlarına, Çanakkale ve Afrin şehidlerine selâm olsun, Rabbim şehadetlerini kabul eylesin. (Yeni Akit Gazetesi, 27 Şubat 2018).

Başkomutanı laiklikle hükmeden ve “İslam laiklikle bağdaşır” propagandası yapan bir ordunun, Atatürkçü ve laikliğin savunucusu olup İslam şeriatını tehdit olarak algılayan komutanların öncülüğünde hangi değerler uğruna savaştığı açık olduğu ve hatta “Afrin’de atılan bir füzenin üzerine “Kemalizme teslim olun” yazısı yazılarak bu ideolojik katılık bir daha deşifre edildiği halde (https://www.haksozhaber.net/tsknin-fuzeleri-mi-siyasi-rant-tahtasi-mi) bir Müslüman bu satırları nasıl yazabilmektedir? Bütün bunlar, insanları “Allah ile aldatma” sonucunu doğurmaz mı?

Hayrettin Karaman ise, laik bir iktidara ve onun yaptığı laik anayasaya oy ile destek vermenin “farz” olduğunu iddia edebilmiştir: “Hayatımızda İslam’ın adım adım çoğalmasını ve tamamlanmasını istiyorsak -ki, bunu istemek farzdır- ve bu anayasa değişikliği de bu adımlardan birini teşkil edecek veya adımları kolaylaştıracaksa -farzı tamamlayan, farzın gerçekleşmesine vesile olan da farzdır kuralına göre- oylamada evet demek farz olur. Halkın yüzde elliden fazlasının bu farzı yerine getirmiş olması Türkiye’deki dindarlık oranlarına göre önemli bir gelişmedir.” (Yeni Şafak Gazetesi, 20. 04. 2017).

Tabii ki bunlar, sayısı çok daha fazla olan bâtıl söylemlerden sadece bazı örneklerdir. Görüldüğü üzere, medyada ölçüsüz ve üslupsuz biçimde kavga edip insanları İslam’dan soğutan bir fitneye sebep olan “Kur’an merkezli din anlayışı”nın temsilcisi olarak tanınanlar ile kendilerini “ehl-i sünnet” temsilcisi olarak tanıtanlar veya “Hadisçi” olarak tanımlananlar, AKP destekçiliğinde birleşivermektedirler. İslami kavram ve şiarları Erdoğan ve AKP’yi İslami göstermek için araçsallaştırmakta adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Yani tevhidde vahdet oluşturamayan bu iki uç, AKP’ye oy söz konusu olduğunda “demokrasi sandığında” kolayca vahdet oluşturmakta ve hatta “Cübbeli Ahmet”le bile sandıkta kucaklaşmaktadırlar.

Laik bir partinin başkanı laiklikle hükmetmekle kalmayıp İslam ile laikliğin de bağdaştığı iddiasının temsilcisi konumundaki kişi hakkında yapılan abartılı tanımlamalar ve hurafeci kutsallaştırma çabaları yanında tevhidî uyanış sürecinden gelen kimi yazarların bile bunca tahrifat ve tahribat karşısındaki suskunlukları ve edilgenlikleriyle bu büyük yozlaşmaya dolaylı da olsa destek olmaları söz konusudur. Bu yetmiyormuş gibi bir de “ümmetin umudu muvahhid şahsiyet” olarak tanımlamalar bile yapılmaktadır. Ayrıca bu kesimlerin, laik devletin laiklikle hükmeden yöneticisi olan Tayyip Erdoğan’ı “İslam’ın, ümmetin lideri” hatta “halife” olarak görmeleri ve göstermeleri de yaygın bir bakış açısı olarak dikkat çekmektedir.

İşte bu destekler sonucunda oluşan AKP iktidarı sürecinde faturası İslam’a ve Müslümanlara kesilen büyük bir yozlaşma yaşanmış, laik bir partiye aktif destekçi kılınan Müslümanlarda yaygın bir kirlenme, İslami mücadelede büyük bir gerileme ve kan kaybı yaşanmasına sebep olunmuştur. İşte yaşanan bu büyük yozlaşmanın boyutları hakkında AKP destekçilerinin içeriden tespitleriyle bile bilgi sahibi olmak mümkündür.

Mesela içeriden bir yazar olan Yusuf Ziya Cömert bile şu itiraflarda bulunuyor: “En adil bizdik. İnsanları çağırdığımız düzenin adını da koymuştuk, Adil Düzen. Biz gelince her şey güzel olacaktı.” “Dava, bizim davamızdı. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim rehberimizdi. Kur’an-ı Kerim insanlığın karşılaşabileceği her sorunu çözebilecek bir potansiyele sahipti. Dolayısıyla, dünyanın ve tabii Türkiye’nin sorunlarını bizden başka kimsenin çözme ihtimali yoktu.” “Fakat gerçeklerle yüzleştiğimizde ya da gerçekler yüzümüze vurulduğunda nutkumuz tutuluyor, yüzümüz yıkılıyor. Birçok kimse, hayaller dünyasından çıkıp katı ve acımasız gerçeklerle yüz yüze geldikten sonra hem bireysel olarak hem de toplu olarak nerelerde yanlış yaptığımızı, nasıl bu hale geldiğimizi sorguluyor.” “Kötü bir sınav verdik. Allah’ın bizi soktuğu bütün imtihanlardan sınıfta kaldık.” “Eğer varsa bir iddiamız, iddiamızı kaybettik. Ne dünyaya, ne Türkiye’ye söyleyecek sözümüz kalmadı.” “Bir şey söylemeye teşebbüs etsek bile, kim inanır söyleyeceğimiz söze, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” “Biz, başkalarının yapacağından korktuğumuz kötülüğü kendimiz yaptık. Allah bize bir fırsat verdi. Fırsatı kendi aleyhimize kullandık.” “Meğer hiç birimiz kendimizi zannettiğimiz insanlar değilmişiz. Sınanınca başka insanlara dönüştük.” (Karar Gazetesi, 16. 01. 2019)

Abdurrahman Dilipak ise, AKP’yi genel olarak destekleyen içeriden bir yazar olmasına rağmen, yaşanan büyük yozlaşmaya açık itirazlar yükseltiyor, kötü gidişatı sorguluyor, tabiri caizse hesap soruyor. “İnandıkları gibi yaşamayanların yaşadıkları gibi inanmaya başladıkları” ibretlik hakikatine dikkat çekiyor. Hatta AKP kadrolarını ve destekçilerini insanları “Allah ile aldatma” konumunda olmakla nitelendiriyor: Çaldıkları ile hayır yaptıklarını söyleyerek kendilerini gizlemeye çalışanlar, hatta suret-i haktan göstererek ödüllendirilmeyi bekleyenler iki kat cezalandırılacaklardır. Çünkü onlar insanları iki kez aldatmaktadırlar. “Ben namaz kılıyorum, hacca gidiyorum, İmam-Hatipliyim, dedem müftü” demenin bir anlamı yok. Sen neysen osun. “Vay o namaz kılanların haline ki…” diye başlayan ayeti hatırlayın. Ne haccınızın, ne de orucunuzun, kestiğiniz hayvanın size bir faydası olmayacağı durumlar vardır. Çaldığınız maldan verdiğiniz sadaka, sadaka değildir. Allah’ı aldatamazsınız. Aksine O’nun gazabını artırırsınız, insanları aldatmak için yaptıklarınızla. Aslında sadece siz kendinizi kandırırsınız. Sakın ola “Şeytan” sizi, siz de başkasını “Allah” ile, günahlarınızı gizlemek için perde olarak kullandığınız “iyilikleriniz” ile aldatmayın!? Aldatanlar, aldatırken aldanırlar! (Yeni Akit Gazetesi, 19 Kasım 2018).

Mücahidlikten müteahhitliğe savrulanlarımız da oldu, muvahhidlikten münafıklığa savrulanlarımız da. Başörtüsü forumunda istişare kurulu üyeliği yapan birileri bugün çok farklı vadilerde kâm alıyor dünyadan. Laiklik ve Kemalizm eleştirisinde önde koşanlardan bazıları bir baktık ki Yeşil Kemalist olmuşlar, liberalleştikten sonra Ilımlı İslamcılık’tan Sekülarizm’e evrilmişler. Dinleri vicdan sorunu olmuş. Kimi Deist takılıyor, kimi Agnostik olmuş. Kimi “tarihselci” olmuş, kimi nev’i şahsına bir ulusalcı!” (Yeni Akit Gazetesi, 21 Aralık 2018). “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya mı başlıyoruz ne? Birileri göz göre göre sürüklenirken, hâlâ burnu Kaf dağlarında, eleştiren herkese düşman oluyor adeta, burnundan doluyor, bürokratlarına emirler veriyor, öfkesi ağzından taşıyor.. N’oluyoruz ya hu! Bu gidiş gidiş değil. İnsanın içinden kollarını makas gibi açarak bağırmak geliyor: Durun kalabalıklar, bu sokak çıkmaz sokak! Bu gidiş nereye.” (Yeni Akit Gazetesi, 01 Ocak 2019).

AKP teşkilatlarında da görev alan yazar Mustafa Sabri Beşer bile, İnternethaber’deki köşesinde şunları yazdı: “Konda’nın son 10 yılı kapsayan araştırmasına göre; Dindarlar %55’den %51’e indi, oruç tutanların oranı yüzde 77’den yüzde 65’e, Evlilik %71’den %65’e düşerken Ateist %1’den %3’e, İnançsızlar %1’den %2’ye çıktı. Oysa söylemlere göre müslümanlar için her şey daha iyiye gidecekti. Devlet ve toplum İslamlaşacak, İslamiyet yayılacak, dindar insan sayısı artacak, herkes daha mutlu ve müreffeh olacaktı. Oysa bugün gelinen noktada tam tersi bir manzara yaşanıyor. Bizzat yaşadığımız ve gözlemlediğimiz olaylara bakarak şunları rahatlıkla söyleyebilirim: Tesettürün cılkını çıkardık. Tesettür modası adı altında tesettürle uzaktan yakından ilgisi olmayacak şekilde giyim tarzları almış başını gidiyor. Lüks ve şatafatın dibine vurduk. Öyle ki israf denizinde yüzüyoruz adeta. Her ailede son model bir değil iki hatta bazen 3 tane araçla yolların tozunu atıyoruz. En lüks otellerde en şatafatlı tatilleri yapar olduk… Ne olduysa gücü ve iktidarı ellerine geçirdiklerinde oldu. İlkeler değişmeye, duruşlar gevşemeye başladı… Bizim hayat tarzımıza her türlü müdahaleyi yapanların kimliğine bürünür olduk.”

Ruşen Çakır’ın Başbakan Yardımcısı ve Ak Parti milletvekili Mehmet Ali Şahin’le 2006 yılında yaptığı röportajda Şahin şöyle diyor: “Dindarları biz laikleştirdik” “Bir kere laiklik, devletin, herhangi bir dinin kurallarıyla yönetilmemesidir. Zaten İslam dininin muhatabı devlet değil, insandır. İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz… Artık halkımızın cumhuriyetle, başta laiklik olmak üzere onun temel ilkeleriyle hiçbir sorunu yoktur… Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir…” “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim. İtiraz eden olursa ona derim ki ‘söylediğin tipte bir toplumda herkes din adına birbirini keser. Yakın bölgemizde bunu görüyoruz. Bırak bunları.’ Genel Başkanım başta olmak üzere tüm arkadaşlarımın da bu düşüncede olduğunu görmekten memnuniyet duyuyorum.” (Haksözhaber). AKP Kadın Kolları Başkanı Selva Çam da, 18 Eylül 2016 tarihinde yaptığı açıklamada, “Laiklik ülke için teminat. Bunda hiçbir çekince yok” diyebilmiştir. (https://www.timeturk.com/ak-parti-kadin-kollari-baskani-laiklik-ulke-icin-teminat/haber-292168).

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da 10. 08. 2017 tarihinde “Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin ve kendisinin Mustafa Kemal Atatürk’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur… Atatürk’ün ortaya koyduğu ideali kim gerçekleştirmiştir diye dönüp bakın, AK Parti gerçekleştirmiştir.” (Doğru dindar muhafazakâr kesimi AKP seküleştirmiştir-MP). “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti.” (http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/).

Yeni Şafak Gazetesi’ndeki 09. 05. 2018 tarihli yazısında Taha Kılınç, bu yönelişi “Dindar Laiklik” olarak nitelendirerek bölgedeki bu gelişmeler için şu değerlendirmeyi yapmıştı: “İslâm’ın temel emir ve yasaklarıyla edilen sert kavga, yolun sonunda rejimlerin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. ‘Dindar laiklik’ projesi ise, kitlelerce epey hızlı benimsendi, benimseniyor… İslâm’ın siyasal, ekonomik ve toplumsal alandaki tezlerini ‘ayak bağı’ olarak gören yönetimler için, ‘dindar laiklik’ modeli, altın anahtar rolünde. Böylece hem ‘dine saygılı’ bir iktidar görüntüsü oluşturuluyor, hem de dinin herhangi bir alanda ‘ayak bağı’ olmasına müsaade edilmiyor. İslâm ülkelerinde din-devlet ilişkileri ve dinin devlet tarafından şekillendirilmesi bağlamında cereyan eden hadiselere yakından bakıldığında, bütün bir coğrafyanın ‘dindar laiklik’ kanalına doğru sürüklendiği, sürüklenmeye çalışıldığı görülüyor. Müslüman halklarda zihinsel bir dönüşüm sürecinin de işareti olan bu konu, önümüzdeki yılların en önemli tartışma konularından biri haline gelecek.”

İşte bu tür Hak ile batılı karıştıran din anlayışının AKP liderliğinin öncülüğünde ısrarla tekrarı ve sürekli propaganda edilmesi sonucunda, gerçekten de Mehmet Ali Şahin’in dediği gibi “dindar muhafazakâr kitleler laikleştirilmiştir”. SEKAM tarafından 2013 yılında yapılan bir “Gençlik Araştırması”nda Araştırmanın Proje Yöneticisi Prof. Celalettin Vatandaş’ın açıklamasına göre; “ben dindarım ve beş vakit namaz kılıyorum” diyenler içindeki “Bireyin kişilik ve hayatı açısından laik olmak önemlidir” diyenlerin oranı %67’ye ulaşmış bulunmaktadır. Dîni önemseyen ve ölçü kabul eden, hatta başta namaz olmak üzere bazı ibadetleri düzenli olarak yerine getirdiğini söyleyen gençlerin dîn-ahlâki değerler, dîn-aile değerleri, dîn-bireyler arası ilişkiler gibi birçok konuda dînden bağımsızlaştıkları; dîni daha çok vicdani bir unsura dönüştürdükleri veya daha doğru bir tanımlamayla dîni hayattan uzaklaştırdıkları anlaşılmaktadır. Çünkü gençliğe yöneltilen dînî inanç ve pratiklerle ilgili bazı sorulara alınan cevaplar, seküler bir hayat tarzının ve dîn algısının yaygınlık kazandığını ortaya koymuştur. Aynı kuruluşun 2018 sonundaki araştırmasına göre ise, ‘Laik’ kimlikte 15 Temmuz sonrasında kayda değer bir artış söz konusu olmuştur. “Laiklik bana çok uygun’ diyenler 36,6’dan 43,7’ye, ‘laiklik bana uygun’ diyenler ise 37,5’tan 42,9’a çıkmış bulunmaktadır.

AKP’ye “Aktif Destek”çi Olanlar Arasından, Yapılan Yanlış Açıkça İtiraf Edilmese de Vicdanlı Eleştiriler Yükselmektedir

AKP iktidarının yol açtığı bu büyük yozlaşma ve hukuksuzluklar, yıllarca “aktif destek”çisi olan kesimlerde de itiraz ve eleştirilerin artmasına yol açmış bulunmaktadır. Mesela Bahadır Kurbanoğlu bir konferansında şu tespitleri yapmaktadır: ‘Güç zehirlenmesi bir anda olan bir şey değil. Kendisini çok samimi gören, İslami alt yapısı olduğunu varsayan, uzun vadeli siyasal tecrübelerden geçmiş, nice badireler atlatmış gayet halisane niyetlerle hareket ettiğini iddia edenler bugün bu temerküzü yaşamaktalar. Gücü varoluşsal bir olgu olarak görmeye başlıyor ve kendisi olmadan bu gücün kırılacağını iddia ediyorlar’… “Mevcut iktidarın başa gelmesinden itibaren, İslami diye nitelenen STK’lara öğrenci, gençlik vb. çeşitli çalışmalar adı altında müthiş kaynaklar aktarılmaya başlandığını, bu durumun STK’ları konuşamaz hale getirdiğini, bu tür yardımlardan yararlanan çoğu STK’nın dönüşümler yaşadığını, artık iktidarın yaptığı yanlışları dahi görmeyecek hale geldiklerini” ifade ediyor. Bu suskunluğun nedenini hükümetle beraber olan eylem bütünselliğine bağlayan Kurbanoğlu, “STK’ların imkanları nimet sayan bir bakış açısına sahip hale geldiklerini” söylüyor. Bu konuda ‘’Peki ne yapılmalıydı?’’ sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Hiçbir şekilde o ilişki kurulmazdı, ne para ne yakınlaşma ilişkisi. Dışarıda kalınmalıydı. Hükümetin bu siyasi yolculuğunda uyarma görevi üstlenilmeliydi.”(Haksözhaber).

AKP’nin sebep olduğu yozlaşmaya ve hukuksuzluklara çok uzun süredir vicdanlı eleştiriler yönelten ve İslami ölçülerin, değerlerin gereğine dikkat çekip ısrarla vurgulayan Rıdvan Kaya şu önemli tespit ve uyarıları yapmıştır: “Milliyetçi-devletçi tortular sanki giderek çok daha yoğun bir şekilde yüzeye vurmakta. Vatan, millet, bayrak vb. retoriklerle bezenmiş tezler, iddialar İslamcı diye bilinen çevrelerin, kalemlerin söylemlerinde ve tavır alışlarında daha belirgin hale gelmekte. Zaten sağ-muhafazakâr gelenekten bütünüyle kopmamış, bu toplumsal zeminden ayrışmamış kesimler için bu durum şaşırtıcı sayılmayabilir ama geçmişte kimliksel saflık adına bu tür yaklaşımlara tavır almış, İslami aidiyetle çelişen ve onu gölgeleyebilecek her türlü kavram ve eğilimi reddetmiş çevrelerde benzeri ‘geri dönüşler’ yaşanması, milliyetçi sinyallerin sıklaşması görmezden gelinebilecek bir şey olmasa gerek!… Devlet katında çok açık, belirgin bir otoriterleşme olgusuyla ve bunun topluma doğrudan milliyetçi-devletçi yansımalarıyla her geçen gün biraz daha fazla kuşatılıyoruz. Bu ülke neredeyse biteviye terör, düşman, ihanet, casusluk vb. kavramlarla konuşan; muhalif konumundaki herkesin bir biçimde suçlanabileceği ve masumiyetini ispata mecbur tutulabileceği; sürekli biçimde operasyonlara uyanan bir ülke görünümüne bürünmekte! … Bir müddettir yerlilik ve millilik kavramıyla yeni bir ölçünün, bir meşruiyet kriterinin devlet katından topluma taşındığına şahitlik ediyoruz… Yerli ve milli duruş adına hukuk devleti olmanın en temel kuralları çiğnenmekte, politik zeminde doğuracağı sonuçlar, sağlayacağı menfaatler esas alınmak suretiyle ilkesiz, adaletsiz eylemler gönül rahatlığıyla icra edilebilmektedir… Yerli ve milli tanımıyla inşa edilmeye çalışılan şeyin son kertede İslami renkleri biraz daha artırılmış yeni bir milliyetçilik olduğunu görüyoruz. Buna rıza göstermemiz söz konusu olmaz, bilakis itiraz etmek zorundayız. İhtiyacımız olan şey kesinlikle yeni bir milliyetçilik değildir; muhafazakârlığın yeniden ambalajlanıp piyasaya sürülmesi de değildir.” (Haksöz Dergisi Kasım 2017).

Haksöz Dergisinin Gündem Başlıklı yazısında şu tespit ve eleştiriler yapılmıştır: “AK Parti iktidarının bugünkü görüntüsü bu çelişik ve çürümeye yüz tutmuş hali fazlasıyla yansıtmaktadır. Hukuka, vicdana, ahlaka ters düşen, ayrıca siyasal basirete de açıkça aykırılık oluşturan pek çok karar ve eyleme herhangi bir şekilde itiraz edilmesine tahammül edilmemekte, eleştiren, karşı çıkan herkes bugüne kadar nerede durduğuna, neyi temsil ettiğine bakılmaksızın dışlanıp karalanmaktadır. Bir menfaat beklemeksizin sadece adalet ve vicdan kaygısıyla duydukları rahatsızlığı ifade eden, gidişatın gerek mazlumlara, Müslümanlara gerekse de karar alıcıların, uygulayıcıların bizzat kendilerine zarar vereceğini hatırlatanların uyarıları çekememezlik, farklı hesaplar gütmek, algı operasyonuna figüranlık yapmak ve benzeri çirkin ithamlara konu olmakta ve toptan reddedilmektedir. AK Parti kadroları yaptıklarının hesabını vermeyi zül addederek, “biz yaptık oldu” mantığıyla hareket etmekte ve geçmişten bu yana ülke genelinde sağlanan kazanımlar dolayısıyla tüm İslami kesimlerin her zaman kendilerine medyun-u şükran olması gerektiğine inanmaktadırlar. Pek çok kritik gelişmeye dair ortaya koydukları değerlendirme ve tavırlarına ‘iktidar kibri’ yön vermektedir. İslami çevrelerden gelen eleştiri ve uyarılar ya ‘siz bilmezsiniz’ küçümsemesine ya da ‘ihanet’ suçlamasına konu olup savuşturulmaktadır. AK Parti iktidarı iki boyutlu bir sapma, savrulma eğilimi içindedir. Siyasi-ideolojik açıdan devleti kutsayan, güvenlikçi mantığı işleyişe bütünüyle hâkim kılan bir bakış açısının etkisi tüm politikalara yansımaktadır. İktidar ise elbette kutsal devletin merkezini temsil etmekte ve iktidar kadroları nezdinde devlet kutsandıkça, yüceltildikçe insanlar da aynı oranda küçülmekte, önemsizleşmektedirler… MHP gerek kadrolarıyla gerekse ondan da önemlisi söylemi ve dünya görüşüyle iktidar üzerinde çok belirgin bir konum kazanmış, adeta iktidara rengini vermiştir. Biz mevcut iktidarı, az ya da çok İslami duyarlılık iddiasına sahip kadrolarının İslami ilkelere ters düşen eylemleri nedeniyle eleştiriyoruz. Adalet, vicdan, tutarlılıkla bağdaşmayan icraatlarının bu ülke insanını İslami ve ahlaki ilkelere yabancılaştırdığını, ayrıca ümmet çapında beslenen iyimserliği aşındırdığını söylüyoruz.” (Haksözhaber, 29 Mart 2019).

AKP’ye destek bildirileri yayınlamış, AKP içine kadrolarını sokup bazılarını milletvekili de yapmış olan, üstelik “Yeni Türkiye Davası’nı destekleyeceklerini ve içinde sorumluluk alacaklarını” da deklare etmiş bulunan Anadolu Platformunun Hocası konumunda olan ancak gruplarının AKP destekçiliği kararını tasvip etmediğini beyan edip daha ilkeli bir yerde duran Ramazan Kayan da sürekli biçimde vicdanlı tespitler ve eleştiriler yaparak bu kötü gidişe karşı uyarılarda bulunuyor. “İnandıkları gibi yaşamayanların yaşadıkları gibi inanmaya başladıkları”na dikkat çekiyor: “Artık dünyevileşmek bir sapma olarak görülmüyor; bir yaşam tarzı olarak sunuluyor… Müslümanların dünyevileşmesi yetmiyor bir de dinin kendisi dünyevileştiriliyor… Dünyevileştikçe düşüyoruz… İçeriksizleşen din… Deruni zenginliğini, enfüsi derinliğini yitirmiş Müslümanlar çıkıyor piyasaya… İnsanların yapmadıkları şeyleri yapıyor görünmeyi marifet sanmaları zamanla sathiliğe ve sapmaya neden oluyor… Gelinen noktada; ‘İslam başka, Müslümanlar başka’ ikilemine sanki biz neden oluyoruz… İkircikli, çift kimlikli bir ruh hali, yani şizofrenik bir durum ortaya çıkıyor… İslam bir vadide, Müslümanlar bir başka vadide… Anlaşılan o ki, risk derinden geliyor; önce bilinç kayması sonra kalp kayması ve en son ayak kayması beliriyor… Kuşkusuz İslam’ın içinin boşaltılması İslam’a yönelik bir suikasttır… Amelsiz Müslümanlık… Ahiretsiz Müslümanlık… Ya da cihadsız İslam… Ahkâmsız İslam… Neredeyse İslamsız bir Müslümanlık ihdas edecekler… İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanamaya başlıyor… Keyfilik ve gevşeklik üzerine kurulu bir yaşam İslami kuralların önüne geçiyor… Kulluğu piyasa koşulları belirliyor… Amelsizlik, akideyi de ahireti de zorluyor…” (Milat Gazetesi, 29. 01. 2019).

Ramazan Kayan bir başka yazısında da yaşanan kötü gidişe dair aynı feryadını şu içerikle sürdürmektedir: “‘İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız.’ sözü oldukça sarsıcı bir gerçekliği ifade ediyor. Dünya; inandığı gibi yaşayan adanmışlarla, yaşadığı gibi inanan aldanmışların arenasıdır! En temel problem, inanç dünyamızla yaşam tarzımız arasındaki çelişki ve çatışma… Yaşamla uzlaşalım derken, İslam’dan uzaklaşıyoruz… “Meşru” olanla meşrulaştırılan arasındaki hayati farkı kaçırırsak zamanla savrulur, meşru zeminimizi kaybederiz. Şeriat çerçevesinin dışına düşmesine rağmen, zorlamalarla sanki İslam’ın içindeymiş gibi görmeye başlarız. Bu algı biçimi ile gayrı meşruyu meşru görme yanılgısına düşeriz. İslami ölçüleri esnetme, daha sonra da es geçme… İlahi kriterlerden kopsa bile kendini içindeymiş gibi ikna etmeye çalışma… Yani vakaya teslim… İslami hassasiyetler zayıflayınca asla tasvip edilmeyecek nice durumların nasıl savunulur hale geldiğinin birçok örneğini göreceğiz. Müesses sistemin yasalarının, piyasa kurallarının, geleneğin kabullerinin; kulluğun gerekliliğini nasıl sulandırdığına şahit olacağız. Dahası tüm bunları meşrulaştırma, mübahlaştırma çabasını nereye oturtacağız? Dinde ihtiyaç, zaruret ya da dini maslahat ve menfaat adına dinde laubaliliğin önü nasıl açılıyor? Ruhsatlarla yola çıkanlar, dinin ruhunu zedeliyor. Reel politiğe yenik düşüyorlar. İslami referanslarla oluşmamış bir statükonun egemen kültürü bizi kuşatıyor. Zamanla bu kuşatmayı kanıksıyor ve kabulleniyoruz. Sonrasında da savunur hale geliyoruz. Ruhumuza sinen bu yaşam biçimine karşı direncimiz kalmıyor çünkü, meşrulaştırma operasyonları sistematik devam ediyor. Değişimin öznesi olması gereken bizler, dönüşen nesneler olmaya başlıyoruz. Sistem içerisinde erime, statükoya eklemlenmede sorun görmüyoruz. Ya da öğretilmiş çaresizlik sendromuna yakalanıyoruz. Müslümanlar Müslümanlıklarını İslam dışı sistemlerin yukarıdan aşağıya tanzim politikalarına uygun sürdürmeye çalışıyorlar. ‘Ne yapalım, dünyanın şartları değişti, hayatın kaçınılmaz gerçekleri böyle.’ mantalitesi meşruiyet zeminimizi zorluyor. İslam’ın şartlarına uygun bir yaşamdan, yaşanan şartlara uygun bir İslam’a eviriliyoruz. Şartlar değişmiyorsa, değişen şartlara göre dini anlama ve yorumlama yoluna yöneliyoruz. Nasıl olsa “zamanın değişmesi ile hükümler değişir” kuralına sığınıyor, sanki bu kuralın bir çerçevesi yokmuş gibi davranıyor ve rahatlıyoruz. “Tarihselcilik” zihinsel bir yorum olarak kalmıyor, yozlaşmanın zemini oluveriyor… Hayata İslami bir müdahalede bulunma gücünü kendilerinde bulamayanlar, dine müdahale cüretini sergileyebiliyorlar… Problem ahireti öteleyip, dünyayı öncelemekten kaynaklanıyor. Amaçlar araçsallaştırılınca doğal olarak araçlar da amaçlaştırıldı… Müslümanların zihinsel dönüşümü disipline edilemeyince önce muhalefet bilinci köreldi, sonra muhafazakârlaşma kapısı açıldı, şimdilerde ise konformizmde karar kılındı. İslami olmayanın bile İslam’a monte edilmesine yol bulundu. Azaltılmış İslam’a razı olundu. Hayata İslam’ın rengini vermeyince grileşen kimliklerin, flulaşan yaşamların gönüllüsü oluverildi… Maslahat ve menfaat neyi gerektiriyorsa çözüm orada. Haşlanmış kurbağa misali sistem içinde silikleşme, sinme ve silinme riski altındayız.” (Milat Gazetesi, 08.06.2018).

Kenan Alpay da gidişatın kötülüğüne dikkat çeken bir konferansında şunları söylüyor: “Milliyetçi slogan ve sembollerin yeniden yükselişi, Fethullahçı darbe girişimi üzerinden ulusalcıların laiklik ve Atatürk milliyetçiliğini bir ortak değer olarak dillendirmeleri, iktidara yakın muhafazakâr medya tarafından da işlenerek zayıflamış vesayetçi zihniyetin yeniden güçlenmesine, haklılık devşirmesine sebebiyet vermektedir. Nihayetinde milliyetçi söylemin bir adım ötesinin kaçınılmaz olarak Atatürk milliyetçiliğine evrileceği öngörülememiş veya görülmek istenmemiştir. AK Parti’nin 2013 yılına kadar sergilediği vesayet karşıtı, toplumu ve özgürlükleri önceleyen dil ve politikaların yerine devletçi, resmi ideolojiyle paydalar kuran, darbeci Kemalist odakları cesaretlendiren ve güçlendiren süreç, hamasi milliyetçi söylemler eşliğinde bir tıkanıklık halini resmetmektedir. Muhafazakâr demokrasinin gittikçe devletçi, otoriter bir hal alıp özgürlükler yerine yasakları savunan vesayetçi ideolojiyle yan yana yürüyor görüntüsü vermesi, AK Parti’yi iktidara taşıyan asıl etkenin kimliğine, taleplerine tezatlık arz etmektedir.” Konuşmasına “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi ikazı ile söylem ve eylemlerde tutarlılığa işaret eden Kenan Alpay da birçok kişinin ısrarla vurgulama ihtiyacı duyduğu “İnandıkları gibi yaşamayanların yaşadıkları gibi inanmaya başladıkları” sapmasına vurgu yapıyor; “ilkesel duruşun korunmadığı durumlarda bir müddet sonra inandığı gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmaya başlama tehlikesiyle karşı karşıya kalabildiğine” dikkat çekiyor. “15 Temmuz sonrasına baktığımızda, Cumhurbaşkanı’nın ‘her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır’ ifadesinden bu güne, ‘2500 yıllık devlet geleneğimiz’ söylemine evrilen milliyetçi söylemine” dikkat çeken Kenan Alpay, iktidarın yola çıkış hedeflerindeki sapma görüntüsünün temelinde etkin bir unsur olarak “hiçbir günahı küçümsememek ve günah işlemeyi küçümsememek” ilkesinin önemsenmemesini gördüğünü ifade ediyor. “Eğer kayırmak, rüşvet almak, komisyonculuk, haram-helal demeden elde edilen paralarla yakınlarımıza bir hayat sağlanmaya başlanırsa, tüketim anlayışımız, eğitim ve eğlence anlayışımız değişip günah denizine doğru yol alınmaya başlanırsa; orada artık resmî ideolojiyi normal görmek hatta kutsallaştırmak kimseye anormal gelmez. Çünkü şeytan günahları normalleştirmiş ve insanlara hallerini meşrulaştırmış demektir.” (Haksözhaber, 09 Ocak 2019).

Mustafa İslamoğlu da, yıllarca AKP’ye oy verip destek olmaya çağırmasına ve AKP’nin İslam dışı şirk uygulamalarını mazur ve meşru göstermeye ve hatta laik anayasa değişikliğine evet oyu vermenin “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olduğunu söyleyerek İslami kavramları bu amaçla kullanmasına rağmen son geldiği noktada, bu destekten pişman olduğunu ve siyasetin dini kullanmasının aldatmanın en kötüsü olan “Allah ile aldatmak” olduğunu ifade edip şunları söylemiştir: “Yani siyasal İslamcılığın bugünlere gelmesinde alâ kaderi’l-imkân pay sahibi olduğum için de Allah’tan af diliyorum. Paradoks olacak ama, bu süreçte kendi payıma çok şey öğrendim. Bir yalanla ömür boyu yaşamak da vardı kaderde. Ama şükür takke düştü kel göründü… din güç elde etme manivelası ve aracı olmamalı. Din dindir. Dine yaslanıp güç elde eden, dini güce meze yapıyor demektir… Demokrasi de dahil ama dinin siyasete alet edilmesi(nden), dinin güç devşirmek için payanda olarak kullanılmasından her zaman zarar gören tek taraf vardır; o da dinin kendisidir. Çünkü sonuçta bütün bu yönetme mekanizmaları için işlenen haksızlıklar, zulümler, hatalar, günahlar, haramlar, hak yemeler, hukuk çiğnemeler, linçler… bütün bunların faturası dine çıkarılacaktır. Dine bundan daha büyük kötülük yapılamaz.” Karun gibi yaşar Harun pozu keserler! İblislik yaparlar, ama İdris gibi görünürler. Hınzırlık peşindedirler, ama Hızır diye uyduruk bir mitoloji pazarlarlar. Ben bu istismarın bir an evvel durması için herkes üzerine ne düşüyorsa onu yapmalı diye düşünüyorum. En azından her bireye düşen kendi kafası ile düşünüp kendi kalbi ile hissetmesi ve akleden, sorgulayan, eleştirel akıl sahibi, bağımsız bir şahsiyet olmasıdır. Yoksa demin saydığınız istismarlar artarak sürer. O çirkinlikler asla engellenemez. Bir de o kepazeliklerin üzerine ‘Allah rızası’ kılıfı giydirilir. Zira alçaklığın en büyüğü, Allah adı vererek, Allah adını kullanarak yapılandır. Onun için son sözüm şu ayet olsun: ‘Sakın aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!’ Aldatmak kötüdür. ‘Allah ile aldatmak’ en kötüdür.” (Ocak Medya’dan Veysi Dündar’ın Mustafa İslamoğlu ile röportajı, 2019-02-07).

Yıllarca AKP’ye, politikalarına ve laik anayasada yine laik bir yöntemle yapılan iki değişikliğe, “farz”, “ibadet” ya da “Müslümanlar ve ümmet için büyük kazanım” olarak göstererek yapılan “oy verme” ve “aktif destek” çağrıları yapan çevrelerden, sebep olunan derin ve yaygın kirlenmeye, büyük yozlaşmaya karşı yükselen bu vicdanlı itiraz ve uyarılar çok önemlidir. Üstelik, yıpratmayalım yaklaşımıyla hâlâ eleştirmeksizin taassupla destekleyenlere nazaran çok olumlu bir gelişmedir. Ancak bu tür eleştirileri yapanların bile çoğunluğu, ilkesel olmaktan çok, destek verirken olduğu gibi yine duygusal ve pragmatik sebeplerle hareket etmektedirler. Az da olsa daha bağımsız bir yaklaşım ortaya koyanlar olsa da ifade edilen pişmanlık ve eleştirilerin çoğu, iktidardan umdukları beklentileri karşılanmayanların ya da AKP’nin daha dürüst ve hukuka saygılı kanadı (mesela AKP’nin Ahmet Davutoğlu kanadı) olmak isteyenlerin eleştirileri olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır.

Yapılan Büyük Hatanın Yol Açtığı Yaygın Kirlenme ve Yozlaşmaya Karşı Ne Yapılmalıdır?

Bazılarının artık bu tür itiraz ve eleştirilerle karşı çıktıkları bu kötü sonucun oluşmasına bizzat sebep olan birçok “âlim, hoca, yazar, cemaat öncüsü” Müslüman şahsiyet, bazı örnekleri yukarıda alıntılanmış olan yanlış çağrı ve yönlendirmelerle çok sayıda müslümanı sistem içi batıl siyasete destek vermeye ikna etmişlerdir. Laiklikle hükmeden bir siyasi liderin sürekli kendisini Hak olarak tanıtan, Hakk’a dayandığını, Hakk’ı temsil edip bâtıla karşı Hak mücadelesi verdiğini, sırat-ı müstakimde olduğunu söylemesine itiraz edeceklerine destek vererek meşruiyet kazandırma konumuna düşmüşlerdir. Sonuçta da böyle bâtıl bir amelle Allah’ın rızasını kazandıracak bir amel yapacaklarına Müslümanların çoğunu ikna etmişlerdir. Tabii ki, kaçınılmaz bir sonuç olarak İslam’a, Müslümanlara, İslami uyanış sürecine ve tevhidî mücadeleye büyük zararlar verme konumuna sürüklenerek büyük vebal altına girmişlerdir. Çünkü kısa vadeli ve güvencesi de olmayan geçici birtakım taktik kazanım ve maslahat beklentileri uğruna, İslam ve Müslümanlar için ve İslami mücadele stratejisi bakımından büyük zararların ve kayıpların meydana gelmesine yol açmışlardır. Müslümanların vahdetiyle bağımsız İslami kimlikli bir yapı oluşturmaları ve birlikte tevhidî toplumsal değişim için çaba sarf etmeleri gibi çok temel maslahatlar, ilkesel ve kimliksel temel ölçü ve değerler, bazı pragmatik hesaplarla ilkesizce feda edilmiştir. Sonuçta uzun vadede toparlanması ve yeniden kazanılması zor olan çok temel ve önemli kayıplara yol açılmıştır.

Erdoğan ve AKP karşısında takınılan bu edilgen tutum ve Erdoğan’ın laik sistem içi mücadelesini İslami görme ve gösterme zaafı, onu ve yolunu ısrarla “İslamcı” olarak niteleme ve “meşrulaştırmaya” çalışma sonucunu doğurmuş ve birçok Müslümanın sistem içi laik bir partiye ve onun üzerinden sisteme eklemlenmelerine yol açmıştır. Eğer Müslümanlar, AKP’ye taraftar yazılıp hem Kur’an’a, hem de laik bir partiye destek olmaya çağıran iki daveti birden yapacaklarına, sadece tevhide davette ısrar ederek bağımsız İslâmî kimlikli güçlü bir yapı oluştursalardı sonuç çok farklı olacaktı. Çünkü böylece hem davetin muhatapları bakımından güzel örnek, hem de tevhidî uyanış süreci için istikameti gösteren bir yol işareti olacaklardı ki, bu durum sonucu olumlu yönde etkileyecekti. Evet, bu Müslüman öncüler, bâtıl sistem içi siyasete bulaşmadan, laik demokratik politikanın taraftarı ve aktif destekçisi olmadan nebevi yöntemi tâkip ederek istikameti koruyabilselerdi, tevhidî davet ve vahye şahidlikte ısrar etselerdi, durum bu kadar vahim olmayabilirdi. Eğer AKP’nin peşine takılmak yerine böyle örnek bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı Türkiye çapında kuşatıcı biçimde ortaya çıkarılsaydı, genel anlamda ne bu kadar yaygın ve derin bir dünyevileşme, sekülerleşme, yozlaşma ve çürüme yaşanırdı, ne de tevhidî birikim sistem içinde böyle eriyerek ya da kirlenerek İslâmî ve insanî duyarlılıklarını bile kaybedecek bir konuma sürüklenirdi.

Ancak, toplumu tevhidî istikamette dönüştürme ve vahiyle yeniden inşa etme sorumluluğu taşıyanların sistem içi kirli politikanın içine aktif biçimde girmeleri ya da yanında yer almaları çok büyük zararlara yol açtı. Ne hâle gelindi? Laik demokratik iktidara eklemlenmek Müslümanları nasıl dönüştürdü? Ne kadar büyük bir kirlenme yaşandı? En temel duyarlılıklar nasıl oldu da bu derece kaybedildi? Üstelik bütün bu kirlenme ve yozlaşmaların, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk vb. birçok kötülüğün faturası, doğrudan İslam’a ve Müslümanlara kesildi. Çünkü bağımsız İslami kimlikli alternatif temiz bir yapı ortaya konmayıp AKP içinde veya yanında yer alınınca, medyada ve kamuoyu önünde sürekli AKP savunuculuğu ve “aktif destek”çiliği yapılınca AKP liderliğinin aynı zamanda İslam’ı ve Müslümanları da temsil ettiği imajının oluşmasına yol açıldı. Bu yüzden iktidarın kirliliği, AKP içi kavgalar birçok Müslüman kesimi de kuşattı. Bütün bunlara değer miydi? Bu kirli ve yozlaştırıcı zeminden bir an önce uzaklaşılması gerektiği neden hâlâ akledilemiyor? Üstelik iktidarla bu kadar iç içe olmak ve yıllarca medyada savunuculuğunu yapmak, “aktif destekçi” ve taraf olmak, hatta başkalarını da “tarafını belli etmeye” çağırmak bu Müslümanların davetçi vasıflarını bile yok etmiştir. Çünkü tebliğin muhatabı konumundaki diğer muhalif kesimlerin, kendilerini iktidar kavgasında rakip olarak görmesine, davetin muhatabı konumundaki AKP içindeki “Pelikan”ların dahi kendilerini rakip olarak görüp kötü bir dille saldırmalarına sebep olmuşlardır.

Sistem içi hükümet arayışlarına yönelmek ya da bu tür hükümetlere taraf/yandaş olup desteklemek, aynı zamanda bu davetçi kadroları başka partilere yandaş olan davetin muhataplarıyla iktidar ve rant kavgasında rakip haline getirmektedir. Bu sebeple, onlara daveti götürmenin önünde engel oluşmasına, İslami kimlik ve adaleti temsilde zaaf ve sorunlar oluşmasına, eminliğin yok olmasına sebep olmaktadır. Batılda olanların hükûmet yandaşı görünen davetçi Müslümanları sistem içi iktidar ve rant kavgasında rakibi gibi görmelerine ve bu yüzden Hakk’a da düşman hale gelmelerine yol açmaktadır. Bu hâl, İslami davet ve dönüşümün önünü kesmektedir. Çünkü, tarafı olup desteklenen sistem içi hükümetlerin, gerek egemen bâtıl sistemden, gerek bu kadroların insani ve ahlakî zaaflarından, gerekse Allah’ın adil hükümleriyle hükmetmemekten kaynaklanarak yapacakları bütün zulüm, haksızlık ve adaletsizliklerin, rüşvet ve yolsuzlukların, diğer bütün başarısızlıkların faturası da o hükûmette yer alan ya da aktif destekçi olup kendilerini Müslüman olarak tanımlayan veya öyle tanınan kişiler yüzünden İslam’a kesilmektedir. İşte bu da onlar için büyük bir vebal teşkil etmekte, İslami davete de büyük zarar vermektedir. Ayrıca, bu sistem içi politika zeminindeki dil çok kirli bir dil olup, gerek davetin muhatabı diğer muhalif kesimlerin, gerekse Pelikanların kullandığı bu kirli dile karşı, kızgın bir tepkiyle yıllardır tanıdığımız Müslümanların da aynı kirli dili kullandıklarını medyada üzüntüyle gözlemlemekteyiz. Bütün bunlar davetçi Müslümanlara asla yakışmamakta ve davetin önünü kesen bir rol oynamaktadır.

Hâlbuki İslam davetçisinin güvenilirlik ve eminlik vasfı kazanması için, cahiliye sisteminin tüm kurum, kural ve kuruluşlarından bağımsız ve beri olması gerekir. Böylece davetin muhataplarının, “bize Hakk’ı tavsiye eden bu insanların, bunun karşılığında bizden hiçbir dünyevi karşılık beklentileri yoktur” inancına sahip kılınmaları gerekir. Bunun için, davetçilerin, yaptıkları tebliğ ve ortaya koydukları ahlakî örneklikle toplum nezdinde güven oluşturmaları icap eder. Toplum bu davetçi kadro hakkında, “bunlar bizim hayrımızdan başka hiçbir şey düşünmüyorlar ve dünyevi herhangi bir hesabın peşinde değiller. Bizden herhangi bir ücret (oy, iktidar, ikbal, makam vb.) istemiyorlar” diye düşünmeli ve güven duymalıdır. Böylece “Muhammedü’l Emin” kimliği bu davetçiler üzerinden çağımıza taşınarak, farklı kesimler davete icabet etmeseler bile Müslümanlardan emin olmalı, onlara, onların adaletine güven duyar hâle gelmelidir. Hâlbuki iktidarla bu kadar iç içe geçen ve olduğu gibi kamuoyuna da yansıyan ilişkiler, taraf olma çağrıları ve çirkin bir dille yapılan iktidar içi kavgalar, davetçi kimliğinin kirlenmesine yol açmanın ötesinde, tebliğ muhataplarını rakipleştirerek kendilerini yapılacak tebliğe kapatmalarına yol açmaktadır. Davetçi Müslümanların bu çelişkileri ve iktidar kirletmesiyle düştükleri tutarsız konumları, söylediğini yaşamayan kötü örneklikleri, muhataplarının onların söylediklerini ciddiye almamalarına sebep olmakta, ayrıca Rabbimiz de bu çelişkileri yaşayanların söylediklerini tesirli kılmamaktadır.

Bütün bunlar üzerinde düşünerek, yanlış yerde bulunan davetçi Müslümanların eski tutarlı konumlarına dönmeleri büyük önem arz etmektedir. Geçmişte Türkiye İslami uyanışının önemli bir birikimini teşkil etmiş olan kardeşlerimizin, bu değerli birikimin yanlış alanlarda kirlenip heba olmasına daha fazla rıza göstermemeleri ve geri dönüşün iyice zorlaşacağı noktalara gelmeden, daha önce birlikte bulunduğumuz istikamete dönüş yapmaları en büyük temennimiz ve duamızdır.

Bir yandan küresel dönüştürme ve emperyalist çıkarlar istikametinde yönlendirme projeleriyle; diğer yandan da İslam adına “âlim, hoca, önder, üstad, şeyh, İslamcı aydın, ilahiyatçı akademisyen vb.” adları altında yazılanlar ya da yapılan açıklamalarla, Müslümanlar İslami ilkelere, akıdevi ölçülere ve nebevî yönteme aykırı iki uca doğru itilmektedirler. Bunlardan birisi, batıl laik sistem içi partileşme suretiyle ya da onlara aktif destek vererek sistem içi iktidar arayışı zeminde kirlenme, çözülme, temel ilke ve İslamî kimlik alanında yozlaşma sonucunu doğuran demokratikleşmedir. İkincisi ise, bu sistem içi denemelerin on yıllardır bir sonuç vermediği, hatta darbelerle her seferinde engellendiği ve üstelik “alimlerin, hocaların, öncülerin” bile bu bâtıl alana çağırarak yozlaşmaya yol açtığı tespitini yaparak kızgınlıkla ve “başka çare yok” diyerek şiddet yöntemine doğru savrulmadır. Bu uçtaki yöntem, “cihad” kavramını “kıtal”e indirgeyip İslami yönetime ancak silahlı mücadeleyle emperyalist uşağı despot yönetimleri devirerek ulaşılabileceği zannıyla ve nebevi yönteme aykırı biçimde “kalpleri fethetmeyi” değil toprakları fethetmeyi hedef alan “kör şiddet” eksenli yöntemdir.

İkisi de küresel emperyalistlerin kontrol ve manipüle etmesine açık ve onların isteklerine uygun olan bu yöntemler, Müslümanların yozlaşmasına ve dönüşümüne sebep olmaktadır. Çünkü şiddet yönteminin ihtiyaç duyduğu silahı da, demokratik yöntemin kurallarını da aynı emperyalist devletler üretmekte ve Müslümanların bu iki uca yönelip kontrolleri altında olmalarını, Allah’ın yardımını hak edecek ve toplumu dönüştürmede etkili olacak “eğitim, tebliğ, şahidlikle toplumu İslamlaştıracak” esas yöntemden, nebevi yoldan uzaklaşıp yozlaşmalarını istiyorlar. Üstelik bu iki uç birbirini de beslemekte ve karşı uca doğru eğilimi teşvik ve tahrik edici bir rol de oynamaktadır. Demokratik alanda yaşanan kirlenme, yozlaşma, İslami temel ilkelerden uzaklaştıran sekülerleşme ve “âlimlerin, hocaların bile yanlış açıklama ve ölçüsüz tutumlarıyla” buna sebep olmaları “silahlı mücadeleden başka çare yok” söylemini tahrik edip şiddeti beslerken, kör şiddet alanında yaşanan vahşet de “demokrasiden başka çare yok” söylemini teşvik edip laik sistem içi iktidar arayışına yönelimi arttırıcı bir rol oynamaktadır. İşte bu her iki ucun savunucuları da, takip ettikleri yolların İslamî olduğu iddiası ve “Allah rızası” adı altında yahut da “başka çare yok” söylemleri ve “pragmatik” amaçlarla insanları ikna edip nebevî yönteme aykırı yollarda Müslümanların heba edilmesine sebep olmuşlardır. Tabii ki, çoğunluğu iyi niyetli de olsa sonuçta yapılan yanlış çıkarımlar, takınılan ilkesiz tutumlar ve Rasûlün önderliğinde ilk neslin, “İslamî toplumu vahiyle inşa edip Kur’anî bir inkılâpla İslami iktidara ulaşma örnekliği” olan Mekke-Medine sürecinde bıraktıkları yoldaki işaretleri yok sayarak, sözüm ona “İslam adına” İslam’a, Müslümanlara ve Müslümanların tevhidî mücadelesine büyük zararlar vermişlerdir.

Bu tür yanlış beyanlarla ama iyi niyetle Müslümanları sistem içi bâtıl yollara yönlendirenler, şeytanın “kendi icatları olan bazı maslahatları ve beklentileri” süslü ve cazip göstermesi sonucunda bunları temel ilkelerden ve nebevi yöntemi takipten çok daha önemli ve ana hedefe ulaşmak için bir ara merhale olarak görme konumuna gelebilmektedirler. Sonuçta niyetleri bu olmasa da bu tür maslahat ve kazanımlara ulaşmak amacıyla “bâtıl yolun liderlerini İslami gösterme” ve İslami kavramları araçsallaştırarak Müslümanları onlara “destek vermeye yönlendirme” çabası içinde olmaları, sonuç itibariyle şeytanın Müslümanları “Allah ile aldatmasına” vasıta olmalarına yol açmaktadır.

Bu büyük yanlışları yapanlar, bu yaptıklarının, vahyin ölçüleri, akıdevi ilkeleri ve Nebevî yöntemin esaslarına göre yanlış olması yanında, artık yaşanan pratikle de çok büyük bir yanlış olduğunun “aynel yakîn” olarak da ortaya çıktığını görmelidirler. Yapılan bu bâtıl amel ve bu ameli meşru göstermek için ortaya konan te’vilden tahrife kadar birçok söylem ile bâtıl siyasete destek daveti sonucunda gelinen nokta; demokratikleşen “Müslüman”ların istikamet krizine girip yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları, hevanın ilahlaşması, dünyevileşme ve sekülerleşmenin kuşatması altına girmeleridir. Sonuçta İslami mücadele zemini ve tevhidî uyanış süreci büyük kan kaybı yaşamış, kendi çevremizdeki birikimin çok boyutlu kirlenmesi dışında, ortada Hakk’ı doğru temsil eden bir mihenk olacak, seküler siyasetten, laik iktidardan bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı kalmayınca daha yaygın sapmaların da sebebi olunmuştur. Laiklikle, şirkle hükmeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafeleri İslam diye takdim edip zulme, adaletsizliğe ve yolsuzluğa bulaşmış olan bir iktidarı desteklemek için araçsallaştırılan Kur’an ve İslami kavramlar sebebiyle medyatik olarak topluma sunulan Hak ile bâtıl karışımı din, fıtrata aykırı geldiği için de yeni nesillerin İslam’dan uzaklaşmalarına, yaygın biçimde sekülerleşmelerine, hatta deizme kadar savrulanların giderek artmasına yol açılmıştır.

Bu bakımdan, son on yılda ortaya çıkan sonucun, Allah’ın asla razı olmayacağı, sadece şeytanı sevindiren ve mü’minleri üzen bir sonuç olduğu artık daha yaygın kesimlerce görülmeye başlanmıştır. Onun için de AKP iktidarına ve yol açtığı büyük yozlaşmaya yönelik olarak bu kesimlerden yükselen eleştirilerin hem sayısı hem de dozajı artmış bulunmaktadır. Ancak yapılan eleştirilerin hâlâ içeriden eleştiriler olmaktan çıkamadığı, bağımsız İslami kimliğin ilkesel eleştirileri ve özgün muhalefeti niteliğini kazanamadığı da bir vakıadır. Hâlbuki öncelikle yapılması gereken, artık hem ilkesel hem de pratik olarak yanlışlığı ortaya çıkmış olan “laik sistem içi siyasete aktif destek” şeklindeki bu bâtıl amelin bir an önce terk edilmesidir. Sonra da bu büyük yanılmaya zemin hazırlayıp yaygın kirlenmeye, yozlaşmaya ve İslami mücadelede kan kaybına sebep olanlarca; ibret olması, silkinmeye, uyanmaya vesile olması ve aynı yanlışa bir daha düşülmemesi için, mutlaka ilkesel boyutta ve kamuoyu önünde ciddi ve açık bir öz eleştiri yapılmalıdır. Sonuç olarak, yaşanan istikamet krizinden çıkmak amacıyla, yapılan bu yanlıştan ilkesel ve güven veren bir dönüş yapılmalı ve bu dönüş söz konusu yanlışı yine kamuoyu önünde mahkûm ederek gerçekleştirilmelidir.

Rabbimiz, bizleri hem şeytanın oyun ve tuzakları ile imtihandan başarıyla çıkan muvahhid kullarından eylesin, hem de birtakım “dünyevi maslahat ve kazanımları” abartarak Müslümanları kirlenecekleri bâtıl yollara destek vermeye yönlendirme yanlışına düşmekten korusun. İyi niyetli yorumlarıyla bu yanlışa düşerek yaşanan büyük savrulmaya sebep olan kardeşlerimizin de, bir an önce ilkesel bir dönüş yapmalarını nasip etsin. Böylece, umutları yeniden yeşertecek yeni bir hamle yapmak ve tevhidî mücadele hattında bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapıyı hep birlikte inşa etmek üzere kucaklaşmamızı nasip etsin inşaAllah.

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.

Bir Cevap Yazın