BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Söyleşi / “Günümüz Müslümanları sarayları hedefliyor”, Tahkikat.net sitesi, Gündem Üzerine Söyleşi (Bölüm 4)

“Günümüz Müslümanları sarayları hedefliyor”, Tahkikat.net sitesi, Gündem Üzerine Söyleşi (Bölüm 4)

Mehmet Pamak’la gündem üzerine söyleşimizin dördüncü bölümünü istifadenize sunuyoruz. Bu bölümde ağırlıklı olarak davetin zorluğunu, AKP dönemini ve Gezi olaylarını konuştuk.

DAVET YOLU VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM, SABIR VE FEDAKARLIK İSTEYEN UZUN SOLUKLU VE ZORLU BİR SÜREÇTİR

 

Tahkikat : Tevhidi davet ve şahidlik sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirerek toplumu bilinçlendirmek silahlı mücadeleden daha zor geliyor neden? İçinde yaşadıkları toplumlar cahiliye toplumu, yönetimleri tağuti yönetimler olan birçok Müslüman, bu gerçekliği tevhidi istikamette dönüştürmeyi ve bu uğurda fedakârlıklarda yarışmayı esas almak yerine, kendi ülkelerinde ciddi bir tebliğ ve eğitim çabası içine girmek yerine, başka ülkelere silahlı mücadele için gidiyorlar, döndükten sonra da kendi ülkelerinde de silahlı mücadele yöntemi dışında bir şey düşünemez oluyorlar. Yani döndükten sonra da, kendi ülkelerinde tevhidi davet ve eğitim yoluyla toplumu vahiyle inşa çabasından yine uzak duruyorlar. Neden?

 

Pamak : Maalesef doğru bir tespit bu, Allah razı olsun. Silahlı mücadeleden daha zor geldiği için insanlar bu konuda ciddi fedakârlıklar yapmıyorlar. Yani bir yerlere savaşmak için gidenlere desen ki “Gel gitme de, şu toplumu İslam’la inşa etmede gecemizi gündüzümüze katalım”, inanın birçoğunu bulamazsınız. Mesela ben yaşadım, Bosna’ya yardım götürdük 1993 yılıydı galiba. Bosna’daki “Müslümanske Sınake” komutanlarına yardımı ulaştırdık. Oradaki savaş ve ihtiyaçları hakkında görüştük. Savaşmak üzere dışarıdan gelenlerin durumunu da konuştuk. Şunu dediler “Allah rızası için kimse gelmesin sizin oradan, gelenler bizi çok zorda bırakıyor. Bizim adama ihtiyacımız yok, silaha ihtiyacımız var. Bizim binlerce adamımız var, silahımız yok. Sizinkiler geliyor, ne dilimizi biliyor, ne coğrafyayı biliyor, ne silahı tanıyor ne de kullanmayı biliyor. Ben bir de ona mihmandar takmak zorundayım, kendi adamıma bir silah bulamıyorum, bir de ona nasıl vereceğim? Hâlbuki onun Hırvatistan’a kadar gelirken aldığı uçak biletinin parası ile ben iki kalaşnikof alabiliyorum serbest piyasadan”. Türkiye’ye döndüm, sonra baktım bizim bir arkadaş tezgâhı kapatmış gidiyor. Dedim ki “bak durum böyle böyle” ve vazgeçti. Sonra dedim ki “gel, sana teklifim şu”. Ben de o sıra il il geziyorum, tebliğ ve davet amaçlı ev sohbetleri, konferanslar vb çalışmalar yapıyorum. Dedim ki “Yalnız gidiyorum, sen nasıl olsa tasfiye ettin işi gücü gidiyordun Allah yolunda ölmeye, hadi gel Allah yolunda böyle çabalar gösterelim”. Dedi ki “Abi pazardaki tezgâh ve işlerimle ilgili yapmam gerekenler var vb bir sürü mazeret sıraladı”. “Keşke dedim engel olmasaydım da Bosna’ya gitseydi, tabi o zaman da onlara yük olacaktı”.

 

Tahkikat : Cihad kavramının kıtal boyutu ilk bakışta daha zor gelmesi gerekmiyor mu? Neden tebliğ, eğitim ve vahye şahidik yapan bir örneklik oluşturmak, Kur’an ahlakını kuşanarak model olmak daha zor geliyor?

 

Pamak : Tebliğ, davet, eğitim ve şahidlik görevini hakkıyla yerine getirmeye çalışmak, bu yolda fedakarlıklar yapmak, cahiliyeye, şirke, ifsada, zulme karşı “Kur’an’la büyük cihad” vermek biraz önce verdiğim örnekten de anlaşılacağı üzere daha zor geliyor. Çünkü birincisinde artık dünya ile ilişkisini tamamen kesip, ahiret eksenli bir yönelişe giriyor, ölümü/şehadeti her an tadabileceği fiili durumla karşı karşıya. Ama ülkesinde kalıp tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirme tercihi yaptığında, sanki ölüm birden çok uzaklara gidiveriyor. Artık dünyadaki meşgaleleri, işi, aşı, eşi, çocuklarıyla ilgili birçok sorun üzerine adeta çullanıveriyor ve onu oyalamaya, İslami sorumluluklarını yerine getirmesinin önüne geçmeye başlıyor, yani dünyevileşme yaşanıyor. Hâlbuki ahiret ve hesap bilincini yakîn bir imanla gündemin birinci maddesi yapmak için illa fiili bir savaş ortamına gerek olmamalıdır. Müslüman normal süren hayatı içinde de hep her an ölecekmiş gibi ölüme hazır olma gayreti içinde, İslami davet, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirmek üzere seferberlik içinde olmalıdır. İşte bu seferberlik hali, başta Kur’an’ı hakkıyla okumak olmak üzere, hayatı, toplumu, tarihi, hali, geleceği ve kevni ayetleri okumayı gerektirmektedir. Üstelik bu okumayı, anlamayı, öğüt alıp yaşamayı ve bu güzel mesajı merhametle diğer insanlara da taşımayı sürekli kılmayı da gerekli kılmaktadır. İşte insanlara zor gelen de budur. İnsanlara, okuma, fıkhetme, okudukları ile hayat arasında bağ kurma, öğrendiği imani, ahlaki, ibadi değer, ölçü ve ilkeleri içselleştirip öncelikle kendisi yaşama ve sonra da bu yaşadıklarını en yakından başlayarak diğer insanlara da taşıma cehd ve gayreti içinde olmak, cephede silah sıkmaya göre daha zor gelebilmektedir.

 

Ayrıca silahlı cihadta düşman cephesi karşıdadır ve saflar bellidir. Cahili toplum içinde, cahiliyenin çok boyutlu (kurumsal, ideolojik, ekonomik, siyasi, sosyal, eğitimsel, medyatik ve kültürel) kuşatması altında tevhidi davet, eğitim, şahidlikle hayatı ve toplumu dönüştürme hedefli Kur’ani inkılaba yönelik çabalar ise, daha zor gelir. Çünkü düşmanlar/şeytan ve dostları öyle karşı cephede yer almış değildirler. Onları fark etmek cephedeki kadar kolay değildir. Çoğu kez çok yakınında ve hatta hayatın çeşitli alanlarında seninle beraberdirler ve sürekli seni saptırmaya çalışırlar. Onlar her yerdedirler ve her yönden çok boyutlu saldırılarla üzerine hücum edip, çeşitli yöntemlerle, özellikle de dünyevileşmeyi kullanarak iğvalarda bulunup ayağını kaydırmaya çalışırlar. Sürekli ve çok boyutlu bir kirlenme yaşanır cahiliye toplumu içinde ve bu da “verrucze fehcur” emriyle ruczdan (imani ve ahlaki pisliklerden) arınmayı da sürekli kılan bir cihadı gerektirir. Davetçi misyonuyla sürekli Kur’an ahlakını kuşanmış bir örneklik oluşturmak ve bu hali her şartta korumak gerekir. Eğer sürekli bir tevhidi uyanıklık içinde değilsen ve ahiret eksenli bir tasavvuru sürekli diri tutmuyorsan, hesap günü bilinci atacağın adımları ve yaptıklarını, yapacaklarını denetlemiyorsa, şeytan ve dostları sana dost olurlar ve farkına bile varmadan seni alıp götürürler ve başka hayat tarzlarına sürüklerler.

 

İşte tüm bu kargaşa içinde tevhidi istikameti koruyabilmek ve savrulmamak, sürekli cihad içinde olmayı ve hep hakkı haykıran bir taarruz halinde bulunmayı gerektirir. Yani bu çabaya hiç ara vermemek ve sürekli yeni çabalarla tevhidi davet ve eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirmek üzere seferberlik halini korumak gerekir. Bir gün Karadeniz şehirlerinden birindeydik ve sohbeti müteakip, bir kardeşimiz mealen şu soruyu sormuştu; “Abi bizler de sizin söylediklerinizi kabul ediyor ve bu tevhidi ilkeler çerçevesinde bir imana sahip bulunuyoruz. Ama hayatın içinde birçok gelgitler de yaşıyor, istikameti korumakta ve mücadelede yaşınıza rağmen sizde gözlemlediğimiz diriliği ve sürekliliği yakalayamıyoruz, siz nasıl başarıyorsunuz?” Bu kardeşimize yine mealen şunları söylediğimi hatırlıyorum; “Vallahi kardeşim, bizim de başarıp başarmadığımızı Allah bilir, inşallah sizin bu güzel kanaatiniz bizim için dua olur. Ama şahsen düşmemek için hiç durmamaya çalışıyorum. Davet yolunda biraz dursam, ara versem muhtemelen düşerim diye endişe ediyorum. Bu cihada ara verdiğimiz ya da durduğumuz zaman, şeytan ve dostlarının tesir gücü artacak iğvalarıyla dünyevileşme kuşatabilir. Onun için ölüm gelene kadar da inşallah tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluğunu yerine getirme mücadelesinde durmamaya, ara vermemeye çalışacağım. Birbirimize bunun için dua edelim. Rabbimiz hepimize bu diriliği, tevhidi zindeliği ve ölene kadar da istikameti korumayı, hâl (ahlak) ve kâl (söz) ile Hakka daveti sürdürmeyi nasip etsin”. Hicr 99. ayette ifade edildiği gibi, Rabbimize yaptığımız bu ibadetimizi, O’na secde halinde olmayı, hayatımızı O’na secde/itaat ettirmeyi ölüm gelinceye kadar sürdürmemiz gerekiyor.

 

İşte bu büyük önemine binaen, Kur’ani kurtarıcı mesajı yayma çabası, bu anlamda tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluluğunu hakkıyla yerine getirme mücadelesi Rabbimizce de “kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur’an’la büyük cihad ver” (25/Furkan 52) ayetinde “Cihaden Kebira” olarak nitelendirilmiştir. Bu yüzden Peygamberlerin (s) hiç birisi silahlı mücadeleyi yöntem olarak tercih etmemişlerdir. İlahi vahiy, onları öncelikle ve sürekli olan yöntem olarak ‘vahiyle büyük cihad”a yönlendirmiştir. Tabii ki, güç ve otoriteleri oluştuğunda ve saldırıya uğradıklarında ya da davetin önü zorbalarca kesilmeye kalkışıldığında, yani gerektiğinde silahla da savaşmışlardır. Ama silahlı mücadeleyi bir yöntem olarak tercih etmemişler ve sürekli bu yöntemi takip eden bir konumda da olmamışlardır. Aslında Rabbimizin “Cihaden kebira/büyük cihad” olarak nitelendirdiği ve cihadın belki de %90’nını teşkil edecek kadar kapsamlı ve sürekli olan cihad, davetin muhatapları, şeytan ve dostlarından, tağutlardan kaynaklanan saldırı, sıkıntı ve darlanmalar sebebiyle en zorlu ve yıldırıcı cihadtır. Bütün Peygamberlerin ve sabikun olan öncü İslami şahsiyetlerin davet sürecinde, yani Kur’an ile büyük cihad kategorisine giren İslami mücadelelerinde ne kadar da çok zorlandıklarını Kur’an bize bildiriyor. Rabbimizin de “çok zalim ve çok cahil” olarak nitelendirdiği davetin muhataplarının çoğunluğunun cahiliyede direnmelerini ve kendilerine yönelik zulümlerini, Peygamberler Allah’a şikâyet etmişlerdir. Bütün Peygamberler ve dava arkadaşları, davet mücadelelerinde pek çok sıkıntılara katlanmışlar, baskı altına alınmışlar, işkence görmüşler, zulmün her türlüsüne muhatap kılınmışlar, şehid edilmişler, yurtlarından çıkarılmışlar, aşağılanmışlardır. “Allah’ın yardımı ne zaman” diyecek hale gelene kadar darlanmışlar, büyük bedeller ödemişlerdir. Üstelik dünyevi iş, aş, mal, makam, servet vb konularda da çok sıkıntılar yaşamak, onları da Allah yolunda terk etmek, yani dünya ekini konusunda zarar etmek de bunlara ilave maddi kayıpları teşkil etmiştir. İşte tüm bunlar göstermektedir ki, tevhidi davet, eğitim ve vahye şahidlik sorumluluklarını yerine getirerek “Cahiliyeye karşı Kur’an ile Büyük Cihad Vermek”, daha uzun soluklu ve daha zorlu bir mücadeleyi, büyük bir sabır ve azmi kuşanmayı, dünya ekinini ikinci plana atıp ahiret ekinini esas alan bir adanmışlığı gerekli kılmaktadır.

 

KUR’AN’IN ÖVDÜĞÜ ÖRNEKLERDE, HEP ŞİRK İKTİDARLARINDAN UZAK DURMAK, TAVİZ VERMEKTENSE SARAYLARDAN MAĞARALARA, ZİNDANLARA SIĞINMAK VARKEN, GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI İKTİDARLARA, SARAYLARA DOĞRU KOŞUYORLAR

 

Tahkikat : Aslında görebilen gözler ve akledebilen kalpler için, Kur’an da bu konuda Peygamberi güzel örneklikleri ortaya koyarak yolumuzu aydınlatıyor, öyle değil mi?

 

Pamak : Evet, Kur’an’ın bildirdiği üzere, tevhidi davet, eğitim, şahidlik ve “vahiyle büyük cihad” yolunda, her türlü baskı, zulüm, aşağılamaya, işkenceye, hor görmeye ve yurtlarından çıkarma tehdidine muhatap kılınan Peygamberler, her şeye rağmen ve her şart altında şiddete başvurmadan vahyin kurtarıcı mesajını insanlara ulaştırmak ısrar ediyorlar. Yunus (AS) davetine muhatap olanların cahilce direnişine dayanamayıp memleketini ve toplumunu terk etmiştir (Tabii ki, görevini tamamlamadan görev mahallini Allah’ın izni olmadan terk ettiği için Rabbimizin uyarısı üzerine tevbe etmiş ve kavmine geri döndürülmüştür). Nuh(AS) “Ya Rabbi yenildim, gece anlattım gündüz anlattım, açık anlattım, gizli anlattım” demek durumunda kalmış, 950 yıllık daveti sonucunda bir gemi dolduracak kadar bile insan iman etmemiştir. Ashab-ı Kehf, saraylardaki imkânları, dünyevi çıkarları terk edip, zalim sultanın yüzüne hakkı haykırmanın karşılığı olarak mağaraya sığınmışlardır. Böyle zalim ve cahildir çoğunluk insanlar, davete icabet etmezler, zorlarlar, bıktırırlar, yorarlar, hakaret ederler, aşağılarlar, dışlarlar, küfrederler, cinlenmiş derler, şu derler bu derler. Ama ona rağmen merhametle daveti sürdürmekte ve güzel örnek olmakta ısrar etmek gerekiyor, çok zor bir şey. Ama bu yolda sabırla ısrarlı bir yürüyüşü tercih edenler Allah’ı razı edebiliyorlar.

 

Mesela Ashabı Kehf örnekliği üzerinde bir daha düşünelim, o gün onlar gibi yüz binlerce genç yaşıyor dünyada, hiç birisini biliyor ya da hayırlı biçimde hatırlıyor muyuz? Hayır. Ama bakın bu az sayıda ama onurlu, ilkeli tevhidi duruş sergileyerek, cahiliyede kitlelerle birlikte olmayı, iktidarların yanında dünyevi imkanlar ve saraylar içinde durmayı değil de, öldürülmeyi göze alarak Allah’ın tarafını tercih ettikleri için onları hatırlıyoruz, hayırla yad ediyoruz. Çünkü onlar, zalim sultana karşı hakkı haykırdıkları, hak yolda ısrar edip, imanın ahlakını kuşandıkları ve sarayları terk edip Allah yolunda mağaralara sığınmaya razı oldukları için şeref kazandılar ve unutulmamayı hak ettiler. Saraylara (iktidarlara) ulaşmak için, kitlelerle buluşup marjinallikten kurtulmak kompleksiyle, iman ilkelerine, İslami kimliğin sabitelerine aykırı davranmak yerine, batıl ve zalim sultana karşı Hakkı haykırarak mağaraya sığınmak onlara izzet ve şeref kazandırmıştı. Çünkü “izzet ve şerefin tamamı Allah’ın yanındadır” (Nisa 139). Bu yüzden Rabbimiz onları kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa hitap eden evrensel mesajında örnek göstererek şereflendirmiş, bugün ve yarın tüm mü’minler onları hayırla yad etmeye ve dua etmeye devam edeceklerdir. Bütün bu örnekler gösteriyor ki “Tevhidi Davet Uğrunda ve Hak Yolda Marjinallik Şereftir”.

 

İşte Hak yolda tavizsiz sebat etmenin ve her şartta Hakkı ayakta tutmanın idrakinde olan bütün Peygamberler ve Kur’an’ın bildirdiği güzel örnekler dayanılmaz gibi görünen bütün zorluklara katlanarak tevhidi davetten tavize yanaşmamışlar, kitleleri ya da iktidar nimetlerini kazanmak pragmatizmi uğruna davalarından taviz verip uzlaşmamışlardır. Mesela Yusuf (as) Aziz’in hanımına bir miktar taviz verse zindana atılmayacakken, imani ve ahlaki ilkelerini korumak adına, içinde yaşadığı saraya zindanı tercih etmiştir. Musa (as) Firavun’un sarayında büyümüştür, biraz uyum sağlasa sarayda önemli mevkilere gelebilecekken, sarayı terk edip kendini çöllere vurmuştur. Ashab-ı Kehf de, bazıları zaten kralın danışmanı olarak sarayda bulunuyorlardı, önlerinde her türlü dünyevi imkân açılmıştı, onlar da Haktan taviz vermeyen, zalim sultana hem de sarayında hakkı haykıran bir onurlu direniş sonucu öldürülme tehdidi ile mağaraya sığınmışlardı. En son Peygamber Hz. Muhammed (s) ise, bir avuç iman edeniyle birlikte ekonomik ve sosyal boykotlarla açlığa mahkûm edilirken, zaten az sayıda olan iman eden kardeşlerinden bazıları ağır işkenceler altında inlerken ve hatta bazıları şehid edilirken, uzlaşma karşılığında “Devlet Başkanlığı” teklifi yapılmış ve kesin bir dille reddedilmiştir. Canlarını kurtarmak gibi bir maslahat için bile, Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen hiç bir iktidara yanaşmamışlar, taraf/yandaş olmamışlar ya da Dar-ün Nedve’de ve devlet başkanlığı da dâhil hükmetme makamında yer almaya, destekçi olmaya çalışmamışlardır.

 

Görüldüğü üzere Kur’an’da Rabbimizin gösterdiği örnekler, taviz ve uzlaşmayla bulunulacak şirkle hükmeden saraylara, iktidarlara sırt çevirip, zindanlara, çöllere, mağaralara ve işkence altında şehadete ve hicrete razı olmuşlardır. Bugün ise, tevhidi uyanış süreci öncüsü konumunda bulunan birçok kardeşimiz bile, farklı boyutlarda tavizlerle, bir takım kazanımlar, imkânlar elde etmek ya da bunları korumak refleksiyle ve çeşitli duygusallıklarla sistem içi iktidarlara doğru koşuyorlar, taraf ve destekçi oluyorlar. Tevhidi davet ve toplumu vahiyle inşa etme mücadelesine ara verip ya da bu süreçte geliştirdikleri hak-batıl karışımı bir dille tevhidi istikamete ve ölçülere zarar verecek söylemler geliştirip, görece olumlu laik iktidarlara eklemleniyorlar.

 

İşte bu durumu gözlemleyen bir kısım Müslümanlar da davet yolunun tuzaklarla, imtihanlarla dolu uzun sürecinin bu zorluklarına katlanamıyorlar. Yahut da sistem içine savrulan örneklerin halinden etkilenip, her şartta istikameti korumanın zorluğunu görüp endişeye kapılıyor, umutsuzluğa sürükleniyorlar. Bunun sonucunda da bazıları Kur’an ile büyük cihada nazaran daha kolay gelen yoldan şehit olalım diye başka ülkelere silahlı mücadeleye katılmak üzere gidebiliyorlar. Hâlbuki gidilen o ülkelerin de, içinde bulunulan kendi ülkelerinin de sahici kurtuluşu, tevhidi istikameti her şartta koruyarak gerçekleştirilecek Kur’ani inkılapla toplumun vahiyle inşa edilmesinden, yani “küfre karşı Kur’an ile büyük cihad”dan geçiyor. Herkes kendi bulunduğu ülkenin toplumunu vahiyle inşa etmedikçe, tevhidi istikamette bir dönüşüm gerçekleşip Allah’ın vadettiği yardıma müstahak olunmadıkça ümmetin kurtuluşunun mümkün olmadığı artık anlaşılmalıdır. Oraya buraya gidip silahlı mücadeleye destek vermekle sonuç alınamıyor, yerli halkların emperyalist işgallere muhatap kılındıkları yerlerde, Irak, Afganistan, Filistin ve Çeçenistan gibi yerlerde işgale karşı silahlı direniş tabii ki hem hak hem de görevdir. Ama görüyoruz ki, on yıllar geçtiği halde bu bölgeler hala kaos içinde katliamlarla boğuşuyor ve hiçbir yerde silahlı mücadeleyle İslami bir topluma ve adalet sistemine ulaşılabilmiş değil. Üstelik yakın vadede de böyle bir ihtimalin işaretleri görünmüyor, çünkü toplumların vahiyle inşası gerçekleşebilmiş değil. Bosna’da silahlı mücadele sonrası laik bir devlet kuruldu ve Müslümanların da işi bitti. Bundan sonra, hiç kimsenin ne Türkiye’de geceyi gündüze katarak tevhidi davet seferberliği başlatması söz konusu, ne de Bosna’ya bu sefer de tevhidi davet, eğitim ve şahidlik amacıyla gidip Bosna halkını İslami adalet devletine layık olacak dönüşüme uğratalım ve tağuti laik sistemden kurtaralım diye bir eğilim söz konusu.

 

Gelinen noktada silahlı mücadelenin devam ettiği yerlerde de, diğer bölgelerde de Allah’ın yardımına müstahak olacak vahiyle inşa olmuş toplumlar ortaya çıkarılabilmiş değil. Bu yüzden de, savaşlar devam etse de bitse de durum değişmiyor ve zillet, zulüm, sömürü, adaletsizlik, kaos devam ediyor.  Burada dikkat çekilmesi gerekli bir başka konu da, dışarıdan gelen silahlı güçlerin baskısıyla bir ülkeye İslami adalet sisteminin gelmeyeceği hakikatidir. Dıştan gelen silahlı örgütlerin, Suriye’deki IŞİD örneğinde de görüldüğü üzere, faydası bir yana zararı bile olmaktadır. Hem yerli halkı rahatsız etmekte, şer’i hudutları aşan adaletsiz uygulamalarıyla nefrete yol açmakta, İslam’ın şerefli imajını kirletmekte, hem de İslam düşmanlarının eline kozlar verip Müslüman halkın zalimlere, tağutlara, işgalcilere, emperyalistlere karşı onurlu direnişini zora sokmakta, yıpratmaktadır.

 

O halde zaruretler gerektirdiğinde, şartlar oluştuğunda ve güç yetirilebildiğinde silahlı mücadele de gündeme gelse bile, aynı zamanda cephe gerisinde toplumsal alanda tevhidi davet, eğitim ve şahidlikle toplumu dönüştürmeye ve vahiyle inşaya yönelik çabalar da paralel çalışmalar olarak sürdürülmelidir. Böylece halk için umut olacak Kur’ani ahlak, örneklik/şahidlik fert ve cemaat (vasat ümmet) planında modelleştirilerek, Kur’ani toplum nüvesi ortaya çıkarılıp cazibe merkezi haline getirilerek, hem Allah’ın yardımını hak etmeye, hem de Allah’ın toplumun durumunu değiştirip İslami devleti takdir etmesine yönelik zemin hazırlanmaya çalışılmalıdır.

 

Tahkikat : Peki değişik ülkelerde zorba, diktatör rejimlere karşı özgürlük ve adalet talebiyle ayaklanmış olan halklara destek için hiç mi gidilmemelidir?

 

Pamak : Yok hayır, tabii ki gidilebilir. Zorbalara karşı özgürlük talebiyle ayaklanmış Müslüman halkların silahlı mücadelelerine destek olmak için temsili ve bilinçli gidişleri, yetişmiş kadroların gittikleri yere yük olmadan katkı vermek üzere gitmelerini, ben de ümmet bilincinin yeniden yeşertilmesine de katkısı olacağı için önemli bulduğumu ve onlara dua ettiğimi ifade etmeliyim. Bu sebeple, ilkeli ve disiplinli biçimde, çok sayıda değil ama “temsili anlamda” gitmeye taraftarım, zira ümmet bilincinin yeşermesi için bu tip diyalogların önemli rolü vardır.  Bu tür gidişler anlamlıdır, değerlidir. Bu görevi nitelikli ve organize biçimde ifa edenlerden Allah razı olsun. Bir kısım Müslümanlar da o konuda uzmanlaşmış olsun ama herkesin yollara düşüp gitmesi oradaki insanların işini zorlaştırır. Ama biz Müslümanların, daha ziyade o ülkelerdeki Müslüman halkların zulme, despotizme, emperyalist işgallere karşı haklı direnişlerini, haklı davalarını bulunduğumuz ülkenin ve dünya halklarının fark etmesine, lehlerinde kamuoyu oluşmasına katkı sunan çabalar göstermemiz, dualarımızla ve maddi-manevi yardımlarımızla, konferans, panel, basın açıklaması türü etkinlik ve eylemliliklerimizle yanlarında olmaya çalışmamız gerekir. Elhamdülillah, Allah kabul etsin hepimizi bu tür sorumluluklarımızı da yerine getirmeye çalıştık, çalışıyoruz. Ama genel manada gidişi, yapılan yanlışları da vahyi ölçülerle analiz edip dersler çıkarmak, hem kendi yolumuzu tespit için, hem kardeşlerimizin hiç değilse bundan sonra dikkat edecekleri hususları fark ettirmek anlamında öz eleştiri ve “emr-i bil maruf”u da ihmal etmemeliyiz. Ayrıca yaşadığımız ülkeden başlayarak öncelikle ve sürekli olarak tevhidi davet ve eğitimle ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşaya yoğunlaşmamız ve ölüme kadar da bu çabayı sürdürmemiz gerekir.

 

Başka ülkelere savaşmak için giden Müslümanların bütün bunları da düşünmeleri ve konjonktürel durumların getirdiği görece olumlulukların arka planını da düşünerek, dikkatli hareket etmeleri gerekir. Nitekim başka illerden tanımadığım, bugün de görsem hatırlayamayacağım bazı Müslümanlar Suriye’ye gitmek üzere Ankara’dan geçerken bana da uğramışlardı, onlara nasıl gittiklerini sordum. Çok rahat gidiyoruz, geliyoruz dediler. Neden rahat gidiyorsunuz? Çünkü Tayyip Erdoğan’ın politikalarıyla da örtüştüğü için dedim. Ama diğer yandan bakıyorsunuz Dışişleri Bakanı Davutoğlu Küresel Terörizmle Mücadele Forumu’nun eş başkanı. Şimdilik size göz yumarlar, ama hepinizi fişliyorlardır şu anda. Dikkat edin, bari onlara haber vermeyin, habersiz gidin gidecekseniz. Oradan döndükten sonra sizi El-Kaide operasyonlarına muhatap kılarlar. Mesela Afganistan’a gidip gelen çocukların çoğunun El-Kaide ile bir bağlantısı yok, Allah rızası için gidiyorlar. Yüz yıl önce onlar buranın halklarına yardıma koşmuşlar, bugün de bir nevi ahde vefa duygusuyla oraya gitmiş çocuklar. Onları hemen El-Kaide operasyonlarına muhatap kılma zulümdür. Bu tür kardeşlerin evlerini gece yarısı, sabaha karşı kadın erkek ayırmadan basıyorlar, hem de Erdoğan döneminde. Mahremiyeti dikkate almadan, çoluk çocuğun içinde kaldırıp götürüyorlar ve aylarca içeride tutuyorlar. Wikileaks belgelerinde yayınlandı, Elçilik Washington’a yazıyor: “Biz bu tip operasyonlarla ilgili emniyetle temas halindeyiz, bunların çoğunluğu El-Kaide değil ve hükümet de bunu biliyor. Hükümet bu operasyonları ‘sindirmek amaçlı olarak yapıyoruz’ diyor” şeklinde rapor ediyor. Ben basında yer alan bu konuyu daha önce de yazmıştım, o zaman konferansta da anlatmıştım. Hükümet bu konuda sustu kaldı, sadece emperyalistlere yapılan bu tür bir beyanın bile bir hükümeti istifa ettirmeye yetecek bir utanç vesilesi olarak görülmesi gerekir. Sen kendi vatandaşını sabaha karşı mahremiyet falan dinlemeden evini basıyorsun El-Kaide operasyonu diye, ondan sonra altı ay bir sene yatırıp zulmediyorsun, sonra da bırakıyorsun, çünkü yok bir şey. Bunun hukuk ve ahlakla bir bağlantısı olabilir mi?

 

Tahkikat : Hala da yatanlar var yıllardır aynı suçlamalarla

 

Pamak : Var tabi, yatanlar var. Konya’dan Alaaddin hocayı bir sene falan yatırdılar geçen sene çıktı. Bir sene niye yatırıyorsun bu alim Müslüman’ı. Çoluğu çocuğu var, medresesi var, öğrencileri var, Konya’da İslami eğitime yoğunlaşmış alim bir insan. Çocuklarını, öğrencilerini, onun ilminden istifade edecek insanları bu zulme muhatap kılmak neyle izah edilecek? Hepsi mahvoldular, tam bir zulüm yani. Sırf Amerikalıları memnun etmek için veya burada baskı kurmak ve sisteme uyumlu görmedikleri, tevhidi davet ve eğitimle toplumu dönüştürmek isteyen Müslümanları korkutmak ve sindirmek için. Suriye’de de önce yerli halkı rejime karşı silahlı mücadeleye cesaretlendirdiler, oraya dışarıdan giden mücahidlerin önünü açtılar, hatta teşvik ettiler, şimdi de ileride başımıza bela olacak korkusuyla tam tersi pozisyonlar için harekete geçtiler. O yüzden Müslüman akıllı olmalıdır. Ferasetli ve basiretli davranmalı, vahyin ve sünnetin ölçülerini dikkate almalıdır. Bireysel hareketten ziyade birlikte şura ile müminlerin şurası ile sevk ve idare edilecek işlerin içinde olmalıdır.

 

Sonra şu da unutulmamalıdır ki, daha önce de vurguladığım üzere, on yıllardır çeşitli bölgelerde yerli zalimlere, tağutlara ve işbirlikçiliğini yaptıkları küresel güçlere karşı sürdürülen silahlı mücadelelerle bölge insanının İslami adalet sistemine ulaşması söz konusu olmamıştır. Çünkü böyle bir sonuç, ancak o toplumun buna layık olacak şekilde değişim ve dönüşüm yaşamasıyla, bu anlamda özündeki cahiliyeye ait değer, kavram, ölçü ve fikirleri söküp atıp yerine tevhidi olanları ikame etmesiyle ulaşılabilecek bir sonuçtur. Ama maalesef bütün bu ülkelerde Allah’ın toplumun durumunu değiştirmeyi bağladığı yasasına uygun bir değişim olmadığı ve Allah’ın vaat ettiği ilahi yardımı hak ediş gerçekleşmediği için, hem zorbalara karşı silahlı mücadele bitmiyor, hem de bir türlü İslami adalet devletine ulaşılamıyor. Halbuki bir zorunluluk ve nefsi müdafaa zaruretiyle silahlı mücadeleye başlanmış olsa bile, bu konuda sonuç almaya yeterli hazırlık, savaşacak kadro ve güç, nitelikli birliktelik ve ilahi yardımı hak edecek tevhidi bir nitelik de söz konusu ise dahi, ancak zorba sistemin yıkılmasıyla sonuçlanabilir. Ama yine de toplum İslami sisteme müstahak olacak öz değişimini yaşamamışsa o sistem gelmeyebilir.

 

O halde bu durumda bile yine esas işe yoğunlaşmak, toplumu vahiyle inkılaba uğratıp inşa etmek için seferber olmak gerekecektir. Zaten bir yandan zorunlulukla kendisini dayatmış silahlı mücadele sürecinde bile, savaş dışı kadroların cephe gerisinde bu konulara yoğunlaşmış olması gerekirdi. Ama maalesef böyle olmuyor ve çoğu yerde, ister doğrudan silahlı mücadele süreçlerinde, isterse Türkiye, Mısır ve Tunus gibi ülkelerdeki, 28 Şubat benzeri zorba, laik, ulusalcı, baskıcı, yasakçı ve batıcı yönetimlerin, bürokratik vesayet rejimlerinin kuşatması altında bulunulan süreçlerden sonra gelen görece olumlu ortamlarda Müslümanlar daha iyi durumlara da ulaşabilmiş değiller. Buna rağmen o daha şedit baskıcı dönemden kurtulmanın yol açtığı duygusallıkla ya da kimi kazanımları abartan bir yaklaşımla, gelinen gri tonlu cahiliye sistemlerinin laiklikle ve demokrasiyle İslam’ı sentez etmeye yönelik hak-batıl karışımı “Ilımlı İslam” politikalarından, ya da sistem içi hükümet olma çabalarından razı hale geliveriyorlar.

 

28 ŞUBATTA BASKILAR, AKP DÖNEMİNDE İSE REHAVET MÜSLÜMANLARI DÖNÜŞTÜREN TESİRLER BIRAKTI

 

Tahkikat : İnsanlara, yaşadığımız sistemin Allah’ın razı olmadığı bir sistem olduğunu söylediğimizde rahatlıkla ben hem laik hem de Müslüman’ım diyebiliyorlar.  28 Şubat öncesi bu böyle değildi, 28 Şubat sonrasında kavramlar ve zihinler bu şekilde dönüştü. Türkiye’de ılımlı İslam dönüşümü fiili olarak gerçekleşti gibi, karşımızdaki birçok kardeşlerimiz ve insanlarımızın üzerinde bu tesiri apaçık gözlemliyoruz. Bu konuda ne dersiniz hocam?

 

Pamak : Bu baskıcı süreçlerde, gerek korku ve beklentiler, gerek uzun soluklu zorlu mücadele sürecine takat yetiremeyen yılgınlıklar, her şartta dimdik ayakta duracak, istikamet ve ilkelerini koruyacak nitelikli bir alt yapıya, her şartta mücadeleyi sürdürebilecek bir birikime, samimi ve isabet kaydetmiş bir imana sahip olmamak savrulma ve dönüşümlere yol açtı. Bunun yanında, gerek marjinallikten kurtulup, bir an önce kitleleşme ve iktidar imkânlarına kavuşma aceleciliği ve gerekse de dünyevileşmeyle, geç kalmış olmanın hırsıyla bir an önce makam, mevki, mal, mülk sahibi olma, iktidarlara yanaşarak bu tür kazanımları elde etme ve çoğaltma pragmatizmi de bu tür bir değişim ve dönüşümü sağlayan ve hızlandıran sebepler arasında sayılabilir. Uzun soluklu davet sürecini sabırla sürdürmede yılgınlığa düşenler, toplumu dönüştürmeye yönelik tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını hakkıyla ve yeterince yerine getirmedikleri halde, sonuç alamadıkları kanaatiyle yılgınlığa düşmüş ve dönüştüremedikleri toplumun geleneksel hurafelerini yeniden keşfedip o istikamette değişim geçirmekte tereddüt etmemişlerdir. Yani toplumu ve sistemi dönüştürmede acze düşenler, madem onları değiştiremiyoruz, o halde biz onlara doğru dönüşürüz konumuna düşmüşlerdir.

 

Sonuçta bunlara ilaveten bir de, küresel sistemin ve yerli işbirlikçilerinin sopa ve havuç politikalarıyla dönüştürmeyi, ılımlılaştırmayı hedefleyen projeleri sonucu, dünyevileşme eğilimlerinin de tahrikiyle büyük ve yaygın değişim ve dönüşümler yaşanmış bulunuyor. Hâlbuki Müslümanlar, malum zorba süreçlerde vahye daha çok sarılıp, cahiliyenin ve dünyevileşmenin tüm kirliliklerinden arınmış ve tevhidi istikameti koruyarak çıkmış olmalıydılar. Hatta Kur’ani ahlaki kuşanmış kadrolarıyla çok daha güçlü ve etkili olarak görece özgürlükçü yeni dönemlerde, tağuti sistem içi değişimle gelinen görece olumluluk ortamlarında çok daha yaygın bir tevhidi davet, eğitim ve şahidlikle cahiliye toplumuna alternatif Kur’an toplumu nüvesini inşa ederek Kur’ani inkılaba doğru büyük bir hamle içine girmeliydiler.

 

Maalesef sizin de değiniz gibi, saydığım sebeplerle tam tersi yaşandı ve Müslümanlar baskıcı dönemde baskıların etkisiyle yaralı çıktılar, yeni dönemde de rehavete, kazanımlara odaklı pragmatizmle sistem içi demokratikleşme çabalarına eklemlenerek tam bir istikamet krizine yakalandılar. Bu sebeple gözlerimiz hemen yakın çevremize döndürdüğümüzde bile, sizin ifadenizle “ılımlılaşmış, çoğu demokrasiyi içselleştirmiş, bir kısmının da artık laikliği de İslam ile uzlaştırmaya doğru savrulma emareleri taşıdığı” noktalara gelindiğini üzüntüyle tespit ediyoruz. Rabbimiz bu krizden çıkmayı, istikameti tevhidi ölçülerle düzeltmeyi ve toplumu Kur’an ile inşaya yoğunlaşmayı nasip etsin inşallah.

 

MÜSLÜMANLAR OLARAK, KİME YAPILIRSA YAPILSIN HAKSIZLIĞA KARŞI ÇIKMALIYIZ

 

Tahkikat : Gezi olaylarına gelmek istiyoruz hocam. Müslüman kimliğine doğrudan saldırılar yapıldı AKP üzerinden. Allah’ın dinine, şeriata saldırı yapıldı. Mazlum olana destek olmak, kendine yakın gördüğü insanlara destek olmak gibi bir ikilemde kaldı parlamenter siyaseti benimsemeyen insanlar dahi. Bu konuda ne dersiniz?

 

Pamak : İkisi de batıl olsa bile, biz adil şahid olma ahlakımızla, mazluma yapılan haksızlığa karşı çıkmak, zalime itiraz etmek sorumluluğunu da taşımaktayız. Ama bu sorumluluğumuzu, İslami kimlikle ve Kur’an’ın dur dediği yerde durarak, özgün ve bağımsız bir duruşla yerine getirmemiz lazım. Batılın gri versiyonuna eklemlenerek, yandaş olarak, meylederek veya destekçi haline dönüşerek değil. Mesela 2006 yılında biz bir panel yaptık, eğitim paneli. O zaman Mehmet Ali Şahin bakandı, vakıflara bakan bakandı. Televizyonlarda şöyle bağırdı : “Kimse Atatürk’ü eleştiremez, eleştirirse gerekirse kapatırız bu vakfı”. Yargısız infaz yani, bir bekle, müfettişlerini gönder, olay nedir araştırılmasını sağla. Bir de Atatürk’ü de eleştirebiliriz, kapatamazsın da. Neye göre konuşuyorsun? Bundan dolayı üzerimize gestapo gibi müfettişler gönderdi.

 

Tahkikat : Gazetelere çıktığı zaman değil mi, İLKAV konferansında Atatürk’e ağır eleştiri diye?

 

Pamak : Evet, Mehmet Ali Birand’ın “Kim bunlar? Hem de Kur’an okuyarak açılış yapmışlar. Bir de kadın erkek ayrı oturtmuşlar” dediği zamanlar. Normalde vakıflar müfettişleri bize hep gelirler, beraber namaz kılarız, teftişlerini yaparlar, hep böyle namazında niyazında insanlardır. Bu gelenler gestapo gibi tipler. “Siz kimsiniz?” dedim. “Vakıflar müfettişiyiz” dediler. “Nerden belli?” dedim “Kimlikleri verin”, güvenemedim. Baktım hakikaten öyle. Öğreniyorum, Halk Bankası müfettişleriymiş bunlar, Ecevit döneminde 28 Şubat sürecinde bunları Vakıflar Genel Müdürlüğüne almışlar. “Resmi ideoloji Kıskacında Eğitim” panelini düzenlemesi sebebiyle İLKAV,  bu paneldeki konuşmalarımız sebebiyle de benimle birlikte Öğretmensen Genel Başkanı da basında hedef haline getirilmiştik. Basın mensupları Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e soruyorlar, “Öğretmensen genel başkanı böyle böyle konuşmuş”. “Hele durun bakalım” diyor, “Müfettişlerimizi göndeririz, durumu tespit ettiririz, ondan sonra konuşurum, ben şu an görüş açıklayamam”. M. Ali Şahin ise yargısız infaz yapıyor. Daha olayı müfettişleriyle tespit ettirmeden, anlamadan, “kimse Atatürk’ü eleştiremez gerekirse kapatırız” diyebiliyor. Hadi diyelim ki o an şaşkın davrandı, basın önünde öyle konuşmak zorunluluğunu duydu, gerçi Hüseyin Çelik örneğinde görüldüğü üzere böyle konuşmak zorunluluğu yok ama o zaafı gösterdi diyelim, peki daha sonraki günlerde müfettişleri gönderirken, niye bize ve değerlerimize yabancı ve önyargılı olan müfettişleri özellikle seçilip gönderdiler? Anlayacağınız bu tutum düşmanca bir tavrın göstergesi olarak dikkat çekiyor. Neyse, bize ve inancımıza karşı önyargılı müfettişlerin raporlarıyla bizi kapatma davası açtılar. Bir sene sonra 2007 sonu olmalı, AKP’nin kapatılma davası açılmaz mı? Hem de aynı gerekçelerle: “Atatürk ilkeleri ve laikliğe aykırılıkta odak teşkil etmek”.  AKP hükümetinin bize yönelik kapatma davası açtıkları aynı sebeple, sistem de onlara kapatma davası açıyor.

 

Biz o zaman bir basın açıklaması yayınladık, İLKAV olarak. “Böyle böyle yapıldı bize, şimdi ise aynı gerekçe ile AKP kapatılmaya çalışılıyor. Ama biz Müslüman kimliğimizle ve adil şahitliğimizle AKP’ye yapılan bu zulmü ve haksızlığı protesto ediyoruz. Çünkü biz Müslümanlığımız gereği olarak, halkları kaderleri üzerinde söz sahibi kılan Allah’ın toplumsal yasasının hiç bir zorba güç tarafından engellenmeden işlemesinden yanayız. Toplumlar nasıl bir yönetime layık olurlarsa onunla yönetilmelidirler.  Egemen statükonun sahiplerine diyoruz ki, siz kendi yasalarınıza bile sadık değilsiniz, acıkınca putunuzu yiyorsunuz. Yani halkın iradesine saygısızsınız, halkın iradesiyle seçilmiş bir partiyi kapatmaya kalkıyorsunuz. İslam’ı da bahane ederek İslam’la olan savaşınızı AKP üzerinden yapıyorsunuz. AKP İslam’ı temsil etmez. İslam’ı biz Müslümanlar temsil ederiz. Hodri meydan, ne gücünüz varsa bizim karşımıza çıkın, bizimle hesaplaşın. Medyanız var, tahsis edin, gelin Kemalist ideolojinizle karşımıza geçin, biz de İslam’ı anlatalım. Düşüncelerinize, ilkelerinize ve ideolojinize güveniyorsanız karşımıza çıkın, meydan okuyoruz. İslam’la savaşınızı AKP üzerinden yapmayın” dedik. Bakın, İslami ölçüler içinde, hem ona yapılan haksızlığa karşı çıkıyoruz, ama hem de gerçek Müslüman’ca temsilin orada değil burada olduğuna işaret ediyoruz. Demek ki, bizim bu şekilde davranmamız lazım, yani zalime karşı mazlumdan yana tavır koymamız, halkların kaderleri üzerinde özgür iradeleriyle söz sahibi olmalarına ve layık oldukları yönetimlerce yönetilmelerine dair ilahi yasanın işleyişini engellemeye kalkışan zorbalara karşı itiraz etmemiz lazım.

 

Tahkikat : Gezi olaylarında da AKP hükümeti bir nevi darbecilerin desteklediği kalkışmaya muhatap kılındı. Müslümanlar doğru bir yerde durabildiler mi? Sizce ne yapılmalıydı?

 

Pamak : Evet Gezi olaylarında da aynı şey oldu. Başlangıçta masum çevreci bir içerikle başlayan eylemler, zamanla şiddetin ve terörün egemen olduğu, vandalist yakıp yıkmaların gerçekleştiği, iç ve dış güçlerin elbirliğiyle destek verip tahrik ettiği darbeci bir kalkışmaya dönüştürüldü. Bu konuda benim de bir komplo teorim var. Nedir komplo teorisi? Bir takım verilerden kalkarak, bu şundan dolayı oluyordur diye zanna dayalı bir teori üretirsin. Şimdi ben de öyle diyorum. İlk gün gezi parkında bir araya gelen bir avuç çocuk var. Katılım da sınırlı, hedefleri de sınırlı. Hedefleri ne? Yeşili korumak, parkları korumak, ağaçları korumak. İçinde bizim yakından tanıdığımız kişilerine çocukları da var. Bizim çocuklarla faceden haberleşiyorlar, oradan haberdar oldum. Hatta kimi AKP’li vekillerin çocukları da varmış. Düşünün işte, böyle çeşitli kişiler katılmış ilk günler. Okul arkadaşları vb. vesilelerle gitmişler. Orada çadırlar kurulmuş ve bir grup da orada kalıyor. Şimdi orayı sabaha karşı basıyorsun polis ve zabıtayla. Ve çadırları yakıyorsun, suç işliyorsun, yasalara aykırıdır. Yakamazsın birinin malını, müsadere edersin yani alıkoyarsın. Yakma eylemi ise suçtur, terördür yani. Polis ve zabıta terör estiriyor. Bu kadar ahmakça bir şeyi niye yaptılar diyorum ve buradan teorimi işletmeye başlıyorum.

 

İkinci olarak, parklar müdürünü görevlendireceğin yerde, hadi onu aştık, Belediye başkanı girsin devreye, onu aştık emniyet müdürü, onu da aştık vali girsin devreye. Bakıyorsun, doğrudan başbakan giriyor devreye ve neredeyse bütün sorunları başbakan çıkartıyor. Çözecek adam kalmıyor, hâlbuki oralarda başlar çözme çabaları, onlar çözemezse başbakan bilge adam olarak girip ortamı yatıştırır babacan bir şekilde ve çözer. Şimdi her soruna doğrudan o müdahale edip, sorunları da başbakan çıkartıyorsa, belediye başkanı, vali, emniyet müdürünün görevini de başbakan yapmaya kalkışıyorsa, o zaman başbakanın çıkarttığı sorunu kimse çözemiyor ve sorunlar yumak oluyor. Neden diyorum yine ve devam ediyorum. Başbakan açıklama yapıyor, meydan okuyor, ne diyor? “AVM’yi de yapacağım, kışlayı da yapacağım, ağaçların da yerini değiştireceğim,” diye meydan okuyor. Hatta bir kesimin kutsalı haline getirilmiş AKM’yi yıkacağını ve hiç yeri değilken cami de yapacağını söylüyor. Şimdi kör parmağım gözüne! Bu kibirli bir dil, tepeden bir dil, zorba bir dil, dayatmacı bir dil ve üslupla ne yapılmak isteniyor diyorum. Adeta bir şeyi tahrik ediyor gibi. Eğitim Bakanı Nabi Avcı bile ne dedi? “10 senede diğerlerinin başaramadığını biz beş günde başardık ve asla bir araya gelmeyecek bütün muhalefeti karşımızda birleştirdik” dedi, susturdular sonra adamı. Doğru bir tespitti.

 

Süreçten Arınç rahatsız oldu, Gül rahatsız oldu, ama Erdoğan böyle tahrik edici bir strateji takip etti. Üstelik en sonunda verdiği tavizi en başta verseydi olay daha başta bu kadar yaygınlaşmadan kapanmış olurdu. Sonra açıklıyor ve diyor ki “Biz üç ay önce istihbarat almıştık, AKP’yi devirmek için darbecilerin dış güçlerin desteğiyle bir kalkışmayı tahrik edeceklerine, bunun için bir ortam oluşturacaklarına, böyle bir teşebbüste bulunacaklarına dair bir istihbarat aldık”. O zaman diyorum ki ben de, bir adam üç ay önce böyle bir istihbarat almışsa, son derece güzel bir dil kullanmaya dikkat eder, tahrik etmemeye ve milleti sokağa kışkırtmamaya dikkat eder. Polisini daha insancıl kullanmaya dikkat eder, insanların belden yukarısını hedef alan biber gazları, kapsüller ve dolayısıyla yaralanmalar, gözleri kör olanlar oluyor. Böyle tam tahrik eden bir ortam ve bu anda devreye DHKPC’ciler, darbeciler, dış güçler, hepsi beraber işin içine girdi ve darbeci bir kalkışmaya ya da terbiye amaçlı bir operasyona dönüştürüldü.

 

İKİSİ DE PROTESTANLAŞMADAN YANA OLAN TARAFLARDAN AKP HALKA DAYANDIĞI İÇİN DAHA YERLİYKEN, GÜLEN EKİBİ GÜCÜNÜ EMPETYALİST ODAKLARA DAYANARAK ELDE ETTİĞİ İÇİN BU GÜÇLERİN GÜDÜMÜNDE

 

Tahkikat : Neden AKP’ye yönelik bu tür operasyonlar düzenleniyor? Hâlbuki Erdoğan kendisinden beklenen pek çok tavizi vermişti.

 

Pamak : Küresel emperyalist sistemin egemen güçleri ABD-İsrail-AB öncülüğündeki Batı, AKP öncüleri, İslami motifleri daha fazla olan “Milli Görüş Gömleğini” çıkardığı, “Ilımlı laiklik ve Ilımlı İslam sentezi” liberal muhafazakar demokrat kimliğiyle, “dinin bireyselliğini”, “ekonominin dini imanı olmayacağını”, “laiklikle İslam’ın bağdaşacağını”, “bu çağda faizsiz ekonomi düşünülemeyeceğini” savunur hale geldiği halde, yine de razı olunmamakta, güvenilmemekte, sürekli baskı altında tutulmaya, “kırmızı çizgileri”n dışına çıkmaya başladığında ise derhal vesayet araçları devreye sokulup gerçekleştirilen operasyonlarla terbiye dilmeye çalışılmaktadır.

 

Nitekim Tayyip Erdoğan’ın ABD, İsrail ve AB ile temsil edilen Batıya ters düştüğü, ya da kırmızı çizgileri zorladığına inanılan her olaydan sonra, koalisyon ortağı Gülen hareketi üzerinden ve yerli diğer işbirlikçiler de birlikte seferber edilerek terbiye edici operasyonlara başvurulmuştur. Bunlar sırasıyla, Erdoğan’ın ABD ve İsrail’in karşı çıktığı güvendiği bir adamını MİT’in başına getirmesi üzerine, CIA – MOSAD’ın ülkemizde sahip kılındığı eski avantajlı konumlarını kaybetmeleri ve Kürt sorununun ABD ve AB’ye rağmen yerli bir inisiyatifle çözülmeye kalkışılması, üzerine teşebbüs edilen MİT Müsteşarını ve Başbakanı hedef alan soruşturma operasyonu ile başlamıştır. Daha sonra Mavi Marmara saldırısı öncesi ve sonrasında İsrail’e söylem düzeyinde de kalsa sert çıkışların yapılması, Suriye ve Mısır’da halk ayaklanmaları sürecinde ve sonrasında İhvan’a destekçi tutumlar sergilenmesi, batı desteğinde yapılan zulüm ve katliamlara yüksek sesle itirazların gündemleştirilmesi, bütün bu konularda uluslararası kuruluşların sorgulanması, dünyanın çifte standartlarına dikkat çekilmesi ve bölgede ele geçirilen inisiyatifler kadar da olsa bağımsız politikalar geliştirilmeye teşebbüs edilmesi üzerine de Gezi parkı olaylarını istismar ederek ortaya çıkan yeni darbeci kalkışma gerçekleştirilmiştir.

 

Küresel sistem bu tür ön kesici, yönlendirici baskıları, terbiye etme operasyonlarını, on yıllarca askeri vesayeti kullanarak ve darbe, muhtıra araçlarını, işbirlikçi, darbeci büyük sermayedarları ve onların kontrolündeki kartel medyasını seferber ederek gerçekleştiriyordu. Bu araçlardan TSK içindeki darbeciler kısmen pasifize edilmişse de, diğer eklentileri büyük çapta güçlerini ve operasyonel işlevselliklerini hâlâ korumaktadırlar. Ancak son yıllarda küresel sistemin Türkiye’yi yöneten kadroları terbiye amaçlı operasyonlarında, bunlara ilaveten kullanabilecekleri yeni bir enstrümanı daha öne sürmektedirler. Özellikle MİT krizinde yargı ve emniyet içindeki kadrolarını harekete geçirerek ve Gezi parkı olaylarının ikinci evresinde yaşanan darbeci kalkışmada da daha çok medya gücünü kartel medyasına ilaveten seferber ederek kullandıkları bu yeni araç Gülen camiası denilen kesimin gücüdür. AKP-Gülen koalisyonunda on yılda oldukça güçlenen bu kesim, küresel sitemle ve emperyalist güç odaklarıyla kurdukları ilişkiler sonucu, ister içlerine sızılarak, ister içlerinden bazıları devşirilerek kullanılması suretiyle olsun, isterse camia çıkarlarını kutsallaştırmaları sebebiyle, AKP’ye ders verme ve ele geçirdiği imkânlarını koruma refleksi sonucu söz konusu güçlerle çıkar birliktelikleri oluştuğu için olsun, kolayca Türkiye’ye yönelik terbiye operasyonlarının aracı olarak kullanılabilmektedirler. Üstelik bu kesim toplumda “dindar” olarak tanınmaları ve bugüne kadar birlikte hareket ettikleri muhafazakâr koalisyonun ortağı olmaları bakımından, önceki araçlara nazaran, toplumdaki tesir katsayısı daha yüksek bir araç olarak emperyalistlerin işine daha çok yaramaktadırlar.

 

Şunu da ifade etmek isterim ki, AKP ve Gülen İslam’ı bireysel ibadetler alanına hapsedip, siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal alanlara dair iddialarından vazgeçip laik demokrasiyle, liberal kapitalizmle uzlaşmış bir “ılımlı İslam” haline dönüştürmeye yönelik protestanlaştırma hedefine birlikte katkılar vermektedirler. Birisi “dinler arası diyalog”, diğer de “medeniyetler arası uzlaşma” çerçevesinde, küresel liberal kapitalist sisteme ve seküler değerlerine entegre olmaya çalışmaktadırlar. Ama bütün bunlara rağmen, AKP ve Erdoğan, halka dayanan ve gücünü halk iradesinin desteğinden alan ve bu yüzden halka vereceği hesabın da etkisiyle daha yerli bir harekettir. Gülen kadroları ise, halka dayalı olmadığı ve halka hesap verme konumunda da olmadıkları için, gerek bu ülkede ayakta kalabilmek, ele geçirdiği imkânları sürdürebilmek ve gerekse de 150 civarındaki diğer ülkelerdeki varlığını ve imkânlarını koruyup sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu gücü küresel “otorite”den, emperyalist güç odaklarından, özellikle de ABD ve ikiz devleti İsrail ile kurduğu ilişkilerden almaktadır. Bu sebeple, neticede halka hesap verme konumunda olan ve gücünü halktan alarak yerli kalan AKP ve Erdoğan’a nazaran, gücünü emperyalist devletlerin desteğinden alan Gülen kadroları bu ülke insanı için çok daha büyük bir tehlike odağı oluşturmaktadırlar. Cemaat çıkarları için her şeyi yapmaktan çekinmeyeceklerinin sinyallerini vermektedirler.

 

Pekiyi, şimdi bu kesimin bugün emperyalist odaklarca operasyon aracı kullanılacak kadar devlet içinde özellikle de yargı ve emniyette örgütlenmesini sağlayan ve bu duruma göz yuman da AKP değil mi? Bunun da görülmesi gerekir. Kanaatimce Erdoğan 3 ay önce istihbaratını aldığını söylediği kalkışmaya hazırlanan güçleri, tahrik edici dili, meydan okuyan tutumu ile erken doğuma zorlamıştır diyorum. İlerde daha hazırlıklı bir şekilde bu işi yapacaklarsa, şimdiden ve daha hazırlıksızken yapsınlar diye onları kontrollü bir şekilde erken doğuma zorladı. Onlar da bekleneni yaptılar. Başbakanlık ofisine, Erdoğan’ın evine bile saldırıya geçecek kadar azgınca davrandılar, yaktılar, yıktılar. Üstelik her zaman yaptıkları gibi bir düşmanlıkla AKP üzerinden yine İslam’a ve kutsallarına saldırdılar, camiye, başörtüsüne saldırılar gerçekleşti.

 

Tahkikat : Tabii Erdoğan da bütün bunları kullandığı büyük mitingler tertip ederek bu darbeci saldırıyı ustalıkla püskürttüğü gibi, üstelik partisinin de lehine olacak bir sonuca çevirebildi.

 

Pamak : Evet Erdoğan bunları da çok iyi kullandı, bu şiddeti putlaştırmış kesimlerin ve darbeci zihniyetin halka, inanç değerlerine ve halkın malına, kamu araçlarına, insanların canına kasteden vandalist saldırıları medya üzerinden her toplantısında ve konuşmasında anlattı. Nihayetinde kendi kitlesini seçim öncesinde etrafında güçlü bir şekilde kenetlemiş oldu. Tevhidi kesimin öncülerini dahi yine aynı duygusallıkla yanına çekti. Gazeteci A.D. tivit atıyor o günlerde ve diyor ki :”Yanımda H.T. ve A.A. var. Beraber Erdoğan’ı karşılamaya gidiyoruz” diyor, Erdoğan Fas’tan geliyordu. Bu duygusallık, akıl ve vahyin belirleyiciliği devre dışı kalınca, Müslümanlar basiretle ve ferasetle değerlendirme imkânını kaybedince, “vay yeniden geliyorlar, İslam düşmanları şiarlarımıza saldırıyor, halkın seçtiği hükümet hedef alınıyor, 28 Şubat süreci hortluyor” duygusallığı, endişeleri ve korkularıyla pat diye eklemleniveriyorlar. Hâlbuki biz ne yaptık?

Şahsen ben de o süreçte en az iki üç tane panel ve konferansta konuştum ve dedim ki bu olaya Müslümanlar şöyle yaklaşmalı; Başbakan, Bakan, Cumhurbaşkanı dâhil herkesin istisnasız teslim ettiği gerçek nedir, ilk gün orada bulunanların masumiyeti. Onların öyle olduğunu kabul ediyorsak, bu fıtri bir özgürlük arayışıdır. Hani Avrupa’da, ABD’de Wall Street işgalcileri dâhil, başka bir dünya arıyoruz diyen, yeşili korumaya çalışan, çevreyi korumaya çalışan, bir doğa sevgisiyle tavır koyan, gemileri işgal eden çalışmalar, eylemler var. Bu fıtri bir arayış. Özgürlük istiyoruz, adalet istiyoruz diyorlar. “Biz yüzde doksan dokuzuz siz yüzde birsiniz, ey kapitalistler, siz dünyayı finans ve kapital diktatörlüğü ile yönetiyorsunuz, bizi sömürüyorsunuz” diyorlar. Ancak bu fıtri arayış vahiy olmadan bir işe yaramıyor, çünkü vahiy yol göstericidir. Vahiy olmayınca fıtrat yolunu bulamaz, arar ama bulamaz.

 

Hani daha önce konferanslarımda, vahiyle inşa olmamış olan halkın fıtri bir özgürlük arayışıyla zulumatın siyah tonlarından gri tonlarına yöneldiğini, bu nedenle AKP’yi desteklediğini söylemiştim. O da bir görece olumluluk, halk bilmiyor çünkü. Nur’un/aydınlığın nerede olduğunu bilmiyor ve fıtri özgürlük arayışıyla gri tonların peşine takılıyor. Avrupa’da Ortaçağ’daki o zifiri zulumattan/karanlıklardan aklın önünün biraz daha açılıp özgürlüklerin geldiği bundan dolayı da adına “aydınlanma” denilen ama esasında gri bir tona geçiş olan arayış, batıl içinde bir halden diğer bir hale geçişten ibarettir. İşte aynı bunlar gibi bu gezi eylemlerinin başlangıcı da aslında fıtri bir özgürlük arayışıdır. Ancak vahiy olmadığı zaman, bu arayış yeterli olmuyor. Üstelik daha güçlü ve örgütlü güçlerce kullanılmaya, içine sızılıp yönlendirmeye, manipüle edilmeye de çok müsait bir hal ortaya çıkıyor.

 

Şimdi Müslümanlar diyorum, bu parka ilk çıkanların, o gençlerin fıtri özgürlük arayışını bilmeliydi, anlamalıydılar. Ve AKP’ye yandaş olacaklarına, ilk günden başlayan o yanlış açıklamalar dâhil tüm haksız uygulamaları, aşırı şiddet uygulayan polisin yanlışları dâhil protesto etmeliydiler. Ondan sonra, ötekilerin ister kullanılmaya müsait halleriyle kendilerinin, ister sonra devreye giren şiddeti putlaştırmış sapkın örgütlerin yakıp yıkmalarını da, halkın değerlerine, İslami şiarlarına karşı düşmanca saldırılarını da kınayıp mahkûm etmeliydiler. Bu tür olayları halkın seçtiği hükümeti devirmek amaçlı kullanan uluslararası emperyalist odakları ve yerli işbirlikçilerini de protesto etmeliydiler. Neticede hükümetin de, eylemcilerin de yanlışlarına, haksızlıklarına, zulümlerine karşı çıkıp İslam’ın belirlediği yerde durarak, fıtri arayış içindeki insanlara; “Ey insanlar, eğer bir adalet özleminiz varsa fıtri bir ihtiyaç olarak, bilin ki adalet ancak Kur’an’ın aydınlattığı yerdedir, vahyin hâkimiyeti altındadır” diyerek dikkat çekmeliydik ve “Bunlar da kim?” denmeliydi. AKP dışında Müslümanlar var diye görülmeliydi. Demek ki AKP İslam’ı temsil etmiyormuş denmesi sağlanmalıydı ve onun adaletsizliklerinin faturasının İslam’a ve Müslümanlara kesilmesinin de önüne geçilmeliydi. Bugün biz varız ama gücümüz yok, geçmişte birlikte biriktirdiğimiz güç referandum sürecinden itibaren yanlış istikamete yönlendirildi ve biz zayıf düştük. Bu tür, adil İslami kimliğin ibrazı anlamında insanlara mesaj taşıyacak tespit ve tutumlarımızı kitlelere, muhatapla ulaştırmakta zorlanıyoruz, medyatik imkânlarımız olmadığından bizi görmüyorlar, bilmiyorlar, tanımıyorlar. O anlamda onlar zaviyesinden bakıldığında biz yokuz diyebiliriz.

 

ANTİ KAPİTALİSTLER VE SOSYALİSTLER, KAPİTALİSTLERİN OYUNCAĞI OLDULAR

 

Tahkikat : “Antikapitalist Müslümanlar” da vardı orada, bu durumu nasıl değerlendirdiniz?

 

Pamak : İhsan Eliaçık’ı kast ediyorsunuz değil mi? Ben onu çok uyardım geçmişte. Bir gün abimi görmüş ve “Mehmet abi beni neden böyle eleştiriyor” diyerek tepki göstermiş. Bir nimet olarak telakki edip, ilmi uyarı ve eleştirilerden ders alacağınıza rahatsızlık duyarsanız, sonuçta böyle İslam dairesi dışında söylem ve eylemlere sürüklenirsiniz de farkına bile varmazsınız. Bundan on sene önce yapılan uyarıları dikkate alsaydı bu hale düşmezdi. Şimdi geldiği yere bakın.  Şimdi bu adam ve onunla beraber olanların, ayrıca müttefikleri olan sosyalistlerin Türkiye’de operasyon yapan küresel finans kapital diktatörlüğünün ve yerli işbirlikçi TÜSİAD’çı büyük sermayedarların oyuncağı konumuna düşmeleri, bilinçli işbirlikçilik dışında, cahillik ve ahmaklık dışında nasıl izah edilebilir? Baştan kimi iyi niyetli fıtri arayış içinde olan insanların varlığına rağmen, sonra tamamen darbecilerin, emperyalist kapitalist büyük sermaye odaklarının senaryosu uygulamaya konmuşken, bütün bunları görmezden gelerek, abdestli ve abdestsiz sosyalistler, kimi işçi sendikalarıyla da el ele, küresel ve yerel büyük sermayenin oyuncağı oldular. Yani kendi deyimleriyle “abdestsiz kapitalistler”in “abdestli kapitalistler”e karşı ortaya koydukları oyunda, iktidar ve rant kavgasında, abdestsiz kapitalistlerin, TÜSİAD’çı büyük sermayedarların ve küresel finans diktatörlerinin figüranı olmak ahmaklığını gösterdiler. Üstelik “abdestli sosyalistler”, kimi İslami değerleri (Cuma namazı gibi) bile, şov mahiyetinde abdestsiz sosyalistlerle birlikte amaçları uğruna kullanılacak bir malzeme konumuna düşürmekten çekinmediler. Sonuçta ise sosyalist işçi sendikaları, liberaller, abdestsiz sosyalistler, abdestsiz kapitalistler, Mustafa Kemalin askerleri ile Mustafa Keser’in askerleri, darbeciler, emperyalist odaklar, küresel ve yerel Batıcı medya, finans kapital diktatörleri AKP üzerinden İslam düşmanlığını da sergileyerek, abdestli kapitalist AKP hükümetine karşı ayaklanma oyunu oynarken, abdestsiz sosyalistler de onlara dini motiflerle lojistik destek sağlamaya çalıştılar.

 

Küresel kapitalist sistemin faiz lobisine Erdoğan meydan okuyor ya, orada da Müslüman’ın söyleyeceği sözler var. Bunu ülkenin başına bela eden sen değil misin? Senin liberal ve neoliberal ekonomi politikaların değil mi? Sen sıcak parayı ülkeye çekip onunla bir kalkınma inşa ettin, bir büyüme sağladın, ama onun devamlılığı nasıl gelecek? O sıcak para fırsatını bulduğunda “Çekerim paramı” diyor ve seni terbiye ediyor. Boşaltıverseler Türkiye’yi, çekseler paralarını, Türkiye’de müthiş bir kriz olur. Neden sen buna muhtaç ettin bu ülkeyi? Şart mıydı senin 300 bin kişilik stadyumlar yapman. Şart mıydı senin dünyanın en büyük havaalanını yapmaya kalkman? Bunu neyle finanse edeceksin, sıcak parayla! Suhuletle git ama sıcak paraya bu kadar mahkûm etme! Faiz lobisi ondan sonra senin ipini çekiverir, seni terbiye etmeye kalkar. Bu darbeci operasyonu destekleyenlerden biri de TÜSİAD’cı sermayedarlar ve Koç’tur. Koç’u kim bu kadar büyüttü? Kendi CEO’larının açıklamaları var, “biz AKP döneminde hedeflediğimizden 15-16 kat fazla büyüdük” diyor. Aynı şekilde bu kesimlerle birlikte hareket eden, emperyalist güç odaklarının, MİT krizi ya da Gezi olaylarıyla Erdoğan’ı terbiye ya da tasfiye operasyonlarında maşa olarak kullandığı Gülen kadrolarının devleti neredeyse ele geçirecek kadar bütün kademelerde (özellikle emniyet ve yargıda) örgütlenmesinin önünü açan da AKP hükümeti olmuştur. Yani şimdi, tabiri caizse hükümete bu sivrilttiği kazıklar batmaktadır.

 

MÜSLÜMANLAR, SİSTEM İÇİ BATIL TARAFLARDAN HAKSIZLIK YAPANA TAVIR KOYSALAR DA, İKİSİNE DE EKLEMLENMEDEN KUR’ANİ ÇİZGİDE DURMALIDIRLAR

 

Tahkikat: Peki Müslümanların bu tür olaylarda nasıl bir tutum içinde olması gerekir?

 

Pamak : Biraz önce de ifade ettiğim gibi, batıl sistem içi iktidar kavgalarında Müslümanların taraflardan birinde yer alması yakışmaz. Buna rağmen, Müslümanların tevhidi ilkeler ekseninde özgün bir duruş ve birliktelikle örneklik oluşturamamaları, bağımsız bir İslami kimlik ibrazından uzak olmaları, sistemin doğurduğu çeşitli sorunlar söz konusu olduğunda, sistem içi politikaların gündemleşmesinde parçalanıp sistem içi taraflarda yer almalarına ve cepheleşmelerine yol açmıştır. Mesela, Kürt sorunu, Suriye halk ayaklanması ve en son Gezi olayları konusunda, tevhidi uyanış sürecinden gelip de istikametini ve pusulasını şaşırmış, ilkelerini, ölçülerini, özgün bakış açısını yitirip yandaş olduklarının gözlüğüyle bakar hale gelmiş bu gruplar ön planda ve medyatik konumdalar. Bunlar bâtılın koyu ve gri tonlarına taraftar olmak yerine adil şahid olmalarını gerektiren İslami sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmaları gerekirdi. Ama maalesef adil şahidlikten uzaklaşıp ikiye ayrılarak karşıt taraflarda ilkesizce yer almakta ve cepheleşebilmektedirler. Hâlbuki hükümete yönelik darbeci kalkışmaya konulacak tavırda şu kadarla yetinilmeliydi; yerli ve uluslararası darbeci odaklar ifşa edilip karşı tavır konulmalı, ama iş tam bir tarafgirliğe götürülüp hükümete ve politikalarına eklemlenilmemeli, hataları görmezden gelinmemeliydi. Hükümete yönelik iç ve dış kaynaklı darbeci kalkışmaya da, yakıp yıkan vandalizme de karşı çıkılmalı, ama taraf haline gelip eklemlenilmemeliydi. Her halükârda sistem içi siyah ve gri taraflardan beri olarak sahici ve bütüncül adaleti vadeden tek mesaj olan Kur’an çizgisinde özgün örneklik ve adil şahidlik oluşturma çabasında ve hiçbir taktik kazanım uğrunda feda edilmemesi, ertelenmemesi gereken tevhidi stratejik yürüyüşte ısrar edilmelidir.

 

O halde bir daha ifade edelim ki, ilkesel olarak, bir yandan, ülkede ve bölgede yaşanan bunca büyük zulmün sona ermesi için, zalim, katil ve kâfir darbeci, Kemalist, Baas rejimlerine ve benzeri despot rejimlere karşı, bölgenin hak ve adalet için ayaklanan mazlum halklarının yanında yer almaya devam etmeliyiz. Diğer yandan, halkın iradesiyle seçilmiş hükümetleri İslami ilke ve ölçülerimizle eleştirsek de, onları darbeci kalkışmalarla yıkmaya yönelik emperyalist operasyonları, tuzak, oyun ve projeleri, planları deşifre ederek bozmaya çalışmak için üzerimize düşen adil şahidliği de ortaya koymalıyız. Ayrıca hem despotlara karşı ayaklanan, hem de seçilmiş hükümetleri koruma refleksiyle sistem içine savrulma eğilimi gösteren kardeş halkları, grupları ve öncü Müslüman kardeşlerimizi de bu konuda uyarıp, Kur’ani istikameti göstermeye yönelik çabalarımızı sürdürmeliyiz. Bunlara ilaveten, bütün bölgemiz halklarına ve adalet-özgürlük hedefli fıtri arayış içinde olan tüm dünya insanlığına; zulümden, fesaddan kurtuluşun, hak ve adalete kavuşmanın ve izzete ulaşmanın yolunun Kur’an’da olduğu hakikatinin şahidliğini yapmalıyız. Bu tevhidi davet, değişim ve inşa hedefine kilitlenerek, Kur’ani inkılaba, tevhidi dönüşüme ve “Kur’an Nesli” projesine dikkat çekmeye ve bu hususta üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz.

 

Onun için her konuda Müslümanların durup kapsamlı ve çok boyutlu bir değerlendirme yapması ve Kur’an zaviyesinden geliştireceği adil bir tutumu sergilemesi gerekir. Hem hükümetin yanlışlarını, adaletsizliklerini, hem de ona yönelik, halkın iradesine yönelik darbeci kalkışmayı, yakıp yıkmaları eleştirecek adil bir yerde durmaları gerekir. Aynı şekilde hem hak ile batılı sentez edip “antikapitalist Müslümanım” diyen kafası karışıkları, hem onların safına kayıp liberal sol kesimle ilkesiz ve ölçüsüz ilişkiler kurarak bildiriler yayınlayarak onlara yandaşlaşan sözüm ona Müslümanları, hem AKP politikalarına eklemlenerek İslami ve bağımsız kimliklerini kaybederek hükümetin yaptığı zulümlerin İslam’a fatura edilmesine sebep olan Müslümanları eleştirecek, ancak Kur’an’ın mesajını da apaçık ibraz edecek, bağımsız bir kimlikle ortaya çıkacak Müslümanlara ihtiyaç var. Ama maalesef Müslümanlar bu konuda da bu iki uca kayıyorlar. Bir de bizim gibi ortak birikimi sistem içi demokratikleşmeye doğru sürüklenmek suretiyle zayıf düşürülmüş, aynı demokratikleşme eğilimine girmediği, girenleri de ilmi olarak eleştirdiği için dışlanmış, medyada görünür olma, mesajını yayma imkânları elinden alınmış, kasten yok sayılan, yaptıkları haber değeri olan şeyleri dahi görmezden gelinen bir kesim var. Onun da kıymeti yok, biz sadece yakın çevremize hitap edebiliyoruz.

 

İzninizle şunu da ekleyeyim, bizim gibi düşünen insanların AKP’ye oy vermesi halinde AKP’nin oylarını binde bir (belki yüz binde bir) artırmak gibi komik bir pozisyonumuz olur. Tevhidi uyanış sürecinde yetişenler olarak kaç kişiyiz ki? Dolayısıyla maslahaten de yanlış, biz destek vermesek de, zaten, Kur’an’ın tevhidi ilkelerinden habersiz ama fıtri bir yönelişle görece iyi olana yönelen halkın desteğine sahip. Eğer AKP seçim kazanacaksa da bize rağmen kazanacak, kazanamayacaksa da bize rağmen kazanamayacak. O zaman ey Müslüman, uydurduğun maslahat bile geçerli değilken sen neden kendi kimliğini, bakış açını, düşüncelerini, duruşunu kirletiyorsun? Onun için bizim oralarda işimiz olmamalı. Biz ölüm gelene kadar tevhidi çizgiyi güçlendirecek çaba ve çalışmalar içinde yoğunlaşmalıyız inşallah.

 

NOT : Dört bölüm halinde yayınlayacağımızı duyurduğumuz bu söyleşinin son bölümü biraz uzun olunca, ikiye bölmek zorunda kaldık. Bu sebeple, bundan sonraki kısmı 5. bölüm olarak inşallah istifadenize sunacağız.

İlginizi çekebilir

İLKAV´ın 25. Yılında Mehmet Pamak´la Söyleşi 3. BÖLÜM

Ankara´da yayın yapan Radyo Denge adına, "Paralel Yapı" tarafından telefonları dinlenenler arasında ismi geçen İLKAV Başkanı Mehmet Pamak ile son "tele kulak skandalı" özelinden kalkarak, Ankara´daki 25 yıllık İslami mücadelesi ve egemen statükoların muhaliflerine karşı tutumları, nedenleri ve statüko ile muhalif İslami kimlik ilişkileri üzerine konuşmamızın üçüncü bölümünü ilginize sunuyoruz.