BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Yeni Statükoya, Teolojik Alt Yapı mı Hazırlanıyor?

Yeni Statükoya, Teolojik Alt Yapı mı Hazırlanıyor?

Yazar Mehmet Pamak’la, giderek yaygınlaşan İslamsız adalet söylemi ve iktidar talebinden uzaklaştırılmış din algısı üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşi dizimiz devam ediyor.

Toplamda 10 bölüm olması düşünülen söyleşi dizisinin sonraki bölümlerini de on günlük periyodlarla yayınlamayı planlıyoruz.

Daha önce ilk iki bölümünü yayınladığımız dizinin üçüncü bölümünü dikkatlerinize sunuyoruz.

Bu bölümde Mehmet Pamak, küresel güçlerin İslam ve Müslümanları dönüştürme amaçlı projeleriyle de örtüşen, iktidar talebinden uzaklaştırılmış ve jakoben laikliğin yerine inşa edilmek istenen demokratik laikliğe razı edilmiş bir İslam algısının teolojik altyapısının nasıl oluşturulmaya çalışıldığına dair tesbitlerde bulunuyor ve Müslümanların bu fasid projeler karşısında nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğine değiniyor.

Zora dayalı sekülerleşme yerine gönüllü sekülerleşmenin ikame edilmeye çalışıldığını kaydeden Pamak, Müslümanların zora dayalı sekülerleşmeye olduğu gibi yeni sürece karşı da direnç göstermeleri gereği üzerinde duruyor.

Pamak’ın bu bölümdeki tesbitlerinden bazı satır başları şöyle:

Bir yandan İslam’dan ve tehvidden soyutlanmış adalet algısı oluşturmaya yönelik düşünce üretimine, diğer yandan da bu zemin üzerinde bireysel dinî özgürlükleri görece olarak geliştiren ve bütün dinlere eşit uzaklıkta duran kamu alanı fikrine meşruiyet kazandırma ve bu bağlamda laiklik ile demokrasiyi İslam’la uzlaştırma çabaları yaygınlaşmaktadır. İşte bu hedefe doğru hızla yol alan sistem içi değişim rüzgârlarının etkisiyle tevhidi uyanış sürecinin önde gelen pekçok öbeğini kuşatan eklemlenme riski giderek artmaktadır. Sonuçta, hak-batıl uzlaşmasıyla devleti birlikte yönetmeyi içeren, mevcut şartlarda birlikte yaşamayı hedefleyen projelere daha fazla yönelinmektedir.

Bu tür eklektik arayışlara meşruiyet kazandırmak amaçlı çabalar ve sistem içi gelişmelere teolojik alt yapı oluşturmaya çalışma imajı veren gayretler, giderek daha dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Bu seküler değişime destek için dinî referanslı söylemler artmakta, kimileri, yapılanın, değişken olan “şeriat”ta değişim gerçekleştirme anlamında değerlendirilmesini istemektedir. Kimileri, İslam ile laiklik ve demokrasiyi uzlaştıran yaklaşımlarla tam anlamıyla demokratikleşme sürecine eklemlenip, açıkça laiklik ve demokrasiyi savunabilmektedirler. Kimileri de, “şirkin en büyük zulüm ve sürekli zulüm kaynağı olduğunu” unutarak, seküler bir adalet algısıyla görece özgürlük sağlamaya yönelik bütün çabaların adil ve İslami olduğunu iddia etmektedirler.

Bir yandan laiklik ve demokrasiyle İslam’ı uzlaştırma çabaları yaygınlaşarak sürdürülürken, diğer yandan dinsel çoğulculuk eksenli, hak-batıl ayrımını yok eden anlayışlar yeniden keşfediliyor. Eskiden beri cılız iddialar halinde ifade edilegelen, ancak bu konjonktürde yeniden ısıtılıp gündem yapılmaya çalışılan bir başka konu ise, adaletin de, cennetin de Müslümanların tekelinde olmadığı, Hristiyan ve Yahudilerin de, Hristiyan ve Yahudi kalarak, hem adil sistemler kurabilecekleri, hem de cennete gidebilecekleri iddialarıdır. Maalesef bu seferki fark, bu tür anlayışları, daha önce reddeden kimi Müslümanların da, hatta tevhidi uyanış sürecinden gelen pekçoklarının da, yeniden keşfetmeye yönelmeleridir.

Bu süreçte, bu tür anlayışları kolay kabul ettirebilmek için de, özellikle evrensel ölçüler vazeden ilahi vahyi günün şartlarına uydurmaya yönelen, aklı vahye egemen kılmaya kalkışan aşırı yorumcu “İslam rasyonalizmi”nin meşrulaştırılmaya, Kur’an’ın herkese farklı şeyler söylediğini iddia ederek, ümmet olmayı sağlayacak ortak paydayı yok eden “rölatvist”/göreceli, postmodern din algısının yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Yeni satükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da aynı amaçları güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam” ya da “liberal İslam” ve protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.

Mesela bir dönem Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz, bu hareket için “Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi’dir” tanımını kullanıyor ve Gülen’in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam’ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı’nın; kapitalizmin ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”. Yine Yavuz’a göre; “Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”

Eski statüko zora dayalı modernleştirme, sekülerleştirme projesi uyguluyordu, yeni statüko ise gönüllü modernleşmeyi, sekülerleşmeyi öne çıkarıyor. Yani Müslümanlar zokayı yuttular ve artık kendiliğinden sekülerleşiyorlar. Bu sebeple, değişimin destekçisi liberal-solcu aydınlar, yazarlar, bas bas bunun için bağırıyorlar: “Yeter artık baskı yapmayın, radikalleştireceksiniz. Görmüyor musunuz, başörtüleriyle ticaret yapmak, kamu alanında görünmek, burjuvaca yaşamak istiyorlar, sadece açın önlerini ve teşvik edin onlar kendiliğinden modernleşip, sekülerleşiyorlar” demeye getiriyorlar.

Tabii ki, “ılımlı laiklik” anlayışıyla bireysel ibadetlere özgürlük getirilmesi bizim de işimize gelir ve buna hayır demeyiz. Tabii ki, bu proje çerçevesinde bile olsa gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmı iade edildiğinde; “bunları istemeyiz” demeyiz. Despotizmle, demokratikleşme yanlıları arasında cereyan eden sistem içi mücadelede taraflardan birinde yer almadan, özgün kimlik ve ilkelerimizle despotizme ve zulme karşı tevhid eksenli mücadelemizi sürdürürüz. Bu süreçte demokratikleşme yanlılarının, despotizim yanlılarına karşı galip gelmesine de seviniriz. Zaten geri almak için mücadele ettiğimiz haklarımız, kısmen iade edildiğinde alır ve istifade ederiz. Ancak bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına razı olmayı asla kabul etmeyiz.

Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz. Şirk sistemi içinde görece özgürlükçü bir değişimin hatırına, bu değişimi sağlayanlarla bütünleşmek, laik-demokrat bir mücadelenin içinde yer almak, “laik- demokratik-sivil” anayasanın yapımına fiilen iştirak etmek, o istikamette mücadele etmek de, sırat-ı mustakimi terk edip, tevhid mücadelesinden vazgeçmek ve şirk sistemi içindeki gri yollara savrulmak anlamına geleceği için, Müslümanların uzak durması gereken bir haldir.

İŞTE MEHMET PAMAK’LA SÖYLEŞİ DİZİMİZİN 3. BÖLÜMÜ

Sistem İçi Demokratikleşmeye ve Görece Özgürlükçü
Yeni Laik Statükoya, Teolojik Alt Yapı mı Hazırlanıyor?

“İslam ve Hayat”ın yönelttiği sorulara cevabımızın ilk iki bölümü daha önce yayınlanmıştı. Ancak, sonraki bölümlerini, bir yandan okuma oranının yaz aylarında düşüş kaydetmesi, diğer yandan yaşanan referandum tartışmaları ve bunlara ilaveten bir süredir yaşamakta olduğum bazı sağlık sorunlarım sebebiyle biraz ertelemiş olduk. Muhtemelen 10 bölüm civarında olacağını zannettiğim bu yazı dizisinin 3. bölümünü aşağıda bulacaksınız. Rabbimiz, Kur’an ve sünnetin belirleyiciliğinde ve ilk Kur’an neslinin bıraktığı yoldaki işaretleri ilkesel anlamda takip ederek, günümüz şartlarında ne yapmamız gerektiği konusunda fıkhetme yeteneğimizi geliştirsin, doğru sonuçlara ulaşmak için ufkumuzu istikamet üzere açsın ve dini konusunda isabet kaydetmemizi nasip etsin inşallah.

Bu bölümde, ara verdiğimiz dönemde gelişen olayları da değerlendirmelerimize katarak, konumuza devam edeceğiz. Ancak, bütünlüğü sebebiyle 3. bölümde birlikte ele alacağımız konuların genişliği yüzünden, bu bölümle bağlantılı konuları ardından gelecek iki bölümde de devam ettirmek istiyorum.

Başlarken, ele alacağımız konuları kuşatan birkaç giriş cümlesi kuracak olursak, şunları ifade edebiliriz: Bir yandan İslam’dan ve tehvidden soyutlanmış adalet algısı oluşturmaya yönelik düşünce üretimine, diğer yandan da bu zemin üzerinde bireysel dinî özgürlükleri görece olarak geliştiren ve bütün dinlere eşit uzaklıkta duran kamu alanı fikrine meşruiyet kazandırma ve bu bağlamda laiklik ile demokrasiyi İslam’la uzlaştırma çabaları yaygınlaşmaktadır. İşte bu hedefe doğru hızla yol alan sistem içi değişim rüzgârlarının etkisiyle tevhidi uyanış sürecinin önde gelen pekçok öbeğini kuşatan eklemlenme riski giderek artmaktadır. Sonuçta, hak-batıl uzlaşmasıyla devleti birlikte yönetmeyi içeren, mevcut şartlarda birlikte yaşamayı hedefleyen projelere daha fazla yönelinmektedir.

İşte bu tür eklektik arayışlara meşruiyet kazandırmak amaçlı çabalar ve sistem içi gelişmelere teolojik alt yapı oluşturmaya çalışma imajı veren gayretler, giderek daha dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Bu seküler değişime destek için dinî referanslı söylemler artmakta, kimileri, yapılanın, değişken olan “şeriat”ta değişim gerçekleştirme anlamında değerlendirilmesini istemektedir. Kimileri, İslam ile laiklik ve demokrasiyi uzlaştıran yaklaşımlarla tam anlamıyla demokratikleşme sürecine eklemlenip, açıkça laiklik ve demokrasiyi savunabilmektedirler. Kimileri de, “şirkin en büyük zulüm ve sürekli zulüm kaynağı olduğunu” unutarak, seküler bir adalet algısıyla görece özgürlük sağlamaya yönelik bütün çabaların adil ve İslami olduğunu iddia etmektedirler.

Kimileri, bir yandan geleneksel bid’at ve hurafeleri yeniden keşfedip “Nurculuk” ve “tasavvuf” gibi akımlarla buluşurken, diğer yandan da laiklik ve demokrasi benzeri modern hurafe ve bid’atlarla uzlaşmakta bir beis görmemektedirler. Kimileri de, sistem içi değişime aktif destek amaçlı düşünce, söylem ve eylem alanlarındaki çabalarını, despotizmi gerileterek İslami mücadelenin önünü açma maslahatı ve çağa uygun “hareket fıkhı” oluşturma adı altında, İslami meşruiyet dairesi içerisinde göstermektedirler. Bu son kesim, aynı zamanda geleneksel kesimlerin bid’at ve hurafelerini, kolayca, şirke düşüren inanç ve ameller olarak nitelerken; ittifak edip, birlikte, şirk anayasa değişikliğine “evet”e çağıran ortak bildiriler yayınladıkları demokratikleşme taraftarlarını ve birlikte destek verdikleri sistem içi değişimci demokratik laiklik yanlılarını (yani modern bid’at ve hurafeleri içselleştirenleri ya da onlara meyledenleri) akıdesi sağlam kardeş kabul etmekte, bu konuda kendilerini eleştirenleri ise hemen “tekfirci” olarak niteleyip, işgale karşı onurlu direniş sürdüren Taliban’ı da karalamaktan çekinmeyerek “Taliban Kafalı”, “Selefi Anarşist” yaftasıyla damgalayabilmektedirler.

Böylece, niyet bu olmasa da, bütün bu yaklaşımların hasılası olarak, sonuç itibariyle sistem içi değişime eklemlenme zaafı ve yaşanan yaygın savrulma, sistem içi değişim abartılarak ve İslami referanslarla da meşrulaştırılarak örtülmüş olmaktadır. Tabii ki bu sonucun ortaya çıkmasında, mevcut statükonun on yıllardır süregelen acımasız baskı, yasak ve zulümlerinin de yönlendirici etkisi söz konusudur. Darbeci, çeteci, zalim eski statükonun şedid zulmü ve sığınılan “ılımlı laik-demokratik” yeni statükonun görece özgürlükçülüğü, yeni statükonun taşıdığı, daha rafine yöntemlerle dönüştürme ve zulmetme riskinin fark edilmesini engellemektedir.

Cahiliye Toplumunu Değiştirme Zorluğu, Verili Şartlarda,
Hak-Batıl Karışımı Birlikte Yaşama Projelerine Yöneltiyor

İçinde yaşanılan cahiliye toplumu şartlarını değiştirme ve toplumu tevhidi istikamette dönüştürme mücadelesinin zorlu ve uzun soluklu bir süreç olması nedeniyle, her şeye rağmen tevhidi ilkelere bağlılığı sürdürmekte ısrar yerine, kolayca ve hemen sonuca ulaştıracak, kısa vadede birtakım kazanımlar sağlayacak olana eğilim yaygınlaşmaktadır. Bu sebeple, toplumu dönüştürme iddiasıyla uzun soluklu bir yola çıkanlar, zorlu tevhidi mücadelede azmedip direnmek yerine, yılgınlığa düşerek cahiliye toplumunun değerleriyle sentez arayışları içine girmektedirler. Böylece iktidar ve ranttan bir an önce pay kapma ve görece özgürlüklerle yetinme eğilimi içine girilmekte, sonuçta da bu pragmatizmin çürütücü ve çözücü etkisi altında, Mü’minler olarak bizi biz yapan, bizim varlığımızı anlamlı ve değerli kılan tevhidi temel ilkeler bile (bazen tevil edilerek, çoğu kez buna bile gerek duymadan) kolayca terk edilebilmektedir.

Artık cahiliye toplumu şartları değiştirilemez, kabullenilmesi gereken veriler olarak görülmekte, te’vil edilerek ya da sentezci, uzlaşmacı yaklaşımlarla İslami değerlerle karıştırılarak, eklektik, “ılımlı” İslam algıları oluşturulmakta ve mevcut şartlar kabullenilmek suretiyle hak-batıl karışımı sistemlerde birlikte yaşama projeleri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Üstelik bu yaklaşımın sahiplerince, siyasi, hukuki, ekonomik vb toplumsal alanları da sadece Allah’ın hükümleri çerçevesinde düzenlemek gerektiğini ifade eden tevhidi yaklaşım, gerilik yanlısı, kendisini yenileyemeyen, tevhide takılı kalıp çağa ayak uyduramayan “bağnaz selefilik” olarak nitelenmektedir. Bu yaklaşım sahiplerinden kimileri ise, mücadele yöntemi bakımından Resulün ve ilk neslin güzel örnekliğini ve bıraktıkları yoldaki işaretleri dikkate almaya çağırmayı da, “asrı saadet” diye ideal hayali bir algı üretip, bunu bütün tarihlerdeki toplumsal şartlarda uygulamayı dayatan “dogmatik” ve “entegrist” tutum olarak yaftalayıp kınamaktadırlar.

Giderek, toplumsal hayat, sistem, “adalet” ve “rejim” konularında, vahye dayalı olma, İslam’a uygun olma şartı, itaat edilmesi gereken yöneticiler bakımından da ilahi vahye/tevhide iman etme vasfı aramayanlar artmaktadır. İslami toplumların yönetim sistemlerinin, rejimlerinin İslami olmayabileceğini ve yöneticilerinin gayrimüslim de olabileceğini iddia edenler çoğalmakta ve bu süreçte seslerini daha fazla çıkarmaktadırlar. Böylece vahyi esas almadan, hatta vahyi hasım gibi ötekileştirip, düşmanlaştırarak, dışlayarak, heva ve zannı ilahlaştırarak üretilen laiklik, demokrasi, liberalizm, sosyalizm vb modellerin, insanlığın ortak tecrübesi olduğunu ve bu sebeple İslam toplumlarınca da benimsenebileceğini ifade eden eklektik anlayışlar yaygınlaşmaktadır. Bu tür görüşleri, yaklaşık 80 yıl öncelerde dile getiren Mısırlı Ali Abdurrazık’ın kitapları yeniden basılıp internet ortamında ücretsiz indirme imkanı tanınarak, aynı şekilde laiklikle İslam’ı sentez etme çabalarıyla tanınan tarihselci Hasan Hanefi gibilerin sekülerleşmeye çağıran eski makaleleri tekrar yayınlanarak yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Bir yandan laiklik ve demokrasiyle İslam’ı uzlaştırma çabaları yaygınlaşarak sürdürülürken, diğer yandan dinsel çoğulculuk eksenli, hak-batıl ayrımını yok eden anlayışlar yeniden keşfediliyor. Eskiden beri cılız iddialar halinde ifade edilegelen, ancak bu konjonktürde yeniden ısıtılıp gündem yapılmaya çalışılan bir başka konu ise, adaletin de, cennetin de Müslümanların tekelinde olmadığı, Hristiyan ve Yahudilerin de, Hristiyan ve Yahudi kalarak, hem adil sistemler kurabilecekleri, hem de cennete gidebilecekleri iddialarıdır. Maalesef bu seferki fark, bu tür anlayışları, daha önce reddeden kimi Müslümanların da, hatta tevhidi uyanış sürecinden gelen pekçoklarının da, yeniden keşfetmeye yönelmeleridir. Üstelik geçmişte marjinallikten kurtulamayan bu tür anlayışlar, “Kemalist-militarist-vesayet” sisteminin zulmünün şeditliği sebebiyle, bu zulümden bunalıp bir an önce kurtulmak isteyenlerin sığınağı haline gelerek, “dinler arası diyalog”, “medeniyetler arası uzlaşma”, “ılımlı İslam”, “liberalleşme, demokratikleşme” vb. emperyal projelerin de aynı amaçla seferber olduğu bu süreçte, daha fazla yaygınlaşma eğilimi göstermektedir.

Kur’ani bütünlüğü görmezden gelip, Kur’an’dan parçacı bir mantıkla cımbızladıkları birkaç ayeti Kur’an’ın bütüncül mesajının hilafına kullanarak, “Hakikate ulaşmanın ve insanlar arasındaki doğru ilişki biçiminin de tek bir yolu yoktur. Allah tektir, ama Allah’ın rızasını kazanmanın, O’nun razı olacağı bir hayatı yaşamanın yolu birçoktur. Çok değişik tipteki hayat tarzları, ilişki biçimleri ve modelleri Allah’ın rızasına uygun olabilir. Bunların hiçbirisi yadsınamaz. Oysa tekelci zihniyete göre hakikate ulaşmanın tek bir yolu ve modeli vardır. Bu tip zihniyet sahiplerinin varsa yoksa tek amaçları, tüm insanları tevhidin gereği gördükleri bu tek tip modele uydurmak ve buna davet etmektir. Aksi takdirde kötü sonun insanı beklediğini muştulayıverirler. Cenneti kendi hayat tarzlarına tabi olanların tekellerinde zannederler. Oysa cennet bırakalım belli bir grup veya mezhebin tekelinde olmayı Müslümanların bile tekelinde değildir… Kur’an açıkça Yahudi, Hristiyan ve Sabiiler’den belli şartları yerine getirdiklerinde Yahudi, Hristiyan ve Sabii kalarak cennete gideceklerini açıkça ifade eder. (Bkz. 2/62, 5/69) Hâlbuki Müslümanlar bu apaçık ayetlere rağmen kendilerinden önce ehl-i kitabın yaptığı gibi (Bkz. 2/111) cenneti tekellerine almakta, ‘Müslüman olanlardan başkasının cennete giremeyeceğini’ iddia etmektedirler” diyen kimi Müslümanlar, adaletin de, cennetin de İslam’ın tekelinde olmadığını, adil olabilmek için muvahhid olmanın şart olmadığını, “şirkin en büyük zulüm olduğunu” beyan eden Allah’ın ayetine rağmen iddia edebilmektedirler.

Buradan kalkarak “Tüm insanlığın üzerinde uzlaşabileceği ortak değerler üzerinden yürütülebilecek proje ve teklifler Dünyayı daha yaşanabilir hale getirecektir. Değerlerde tekelcilik yapmak ve iyiye sahip çıkanları sırf bizden değil diye dışlayıp onlardan da adalet veya iyilik tecelli etmeyeceğini düşünmek, asabiyetleri ve düşmanlıkları körüklemekten” başka işe yaramayacaktır diyebilmektedirler. Hak-batıl ayırımı yapmadan, bütün dinlerin ortak değerler etrafında uzlaşmalarına dayalı, farklı din ve ideolojilerin ortak yönetimiyle hayatı daha yaşanabilir kılmanın mümkünlüğü ifade edilmekte, hatta barış ve adalet içinde yaşamanın ancak böylece mümkün olabileceği gündemleştirilmektedir. Yani dini çoğulculuk anlayışıyla, hakikatin bütün dinlerde temsil edildiği iddia edilerek, ancak hepsini kuşatan uzlaşmacı bir yaklaşımla ve ortak bir yönetimle barış içinde birlikte yaşamın mümkün olabileceğini iddia edenler çoğalmaktadır.

Özellikle son referandum süreci, bu konuda oldukça ayrıştırıcı olmuş ve bu sistem içi değişim sürecine, farklı saikler ve maslahatlarla da olsa yeni katılımlar gerçekleşmiştir. Bu süreçte, bu tür anlayışları kolay kabul ettirebilmek için de, özellikle evrensel ölçüler vazeden ilahi vahyi günün şartlarına uydurmaya yönelen, aklı vahye egemen kılmaya kalkışan aşırı yorumcu “İslam rasyonalizmi”nin meşrulaştırılmaya, Kur’an’ın herkese farklı şeyler söylediğini iddia ederek, ümmet olmayı sağlayacak ortak paydayı yok eden “rölatvist”/göreceli, postmodern din algısının yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Tağuti sistemin bu niteliklerini koruyan ve vahye karşıtlığını aynı ölçülerde sürdüren ve kimi tağuti kurumları, aynı laik hükümlerle hükmetmek işlevini değiştirmeden yeniden yapılandıran şirk anayası değişikliğine, abartılı çağrılarla aktif destek verilmesi, söz konusu dönüşüm ve sekülerleşme sürecine yeni ivmeler ve hız kazandırmıştır. Maalesef, tevhidi uyanış sürecinden gelen kesimlerden “evet” oyu vererek destekleyenlerin önemli bir kısmı bu yaptıklarını, “ibadet, Allah’a teslimiyet, devrim, cihad” gibi kavramlarla İslamileştirmeye çalışmışlardır. Kimi İslami kavram, şiar ve argümanları, şirk sisteminin anayasasına destek amellerini meşrulaştırmak için sakullananlar, aslında bu değişim sonucunda kurulmaya çalışılan demokratik yeni statükoya meşruiyet sağlama konumuna düştüklerinin farkında değiller mi?

Bütün bu görüşleri yaygınlaştırmaya çalışanları, komplocu bir yaklaşımla toptan, İslam’ı ve Müslümanları dönüştürüp, protestanlaştırmak, İslam’ı küresel kapitalist, liberal demokratik sisteme uyumlu kılacak şekilde reforme etmek isteyen emperyal projelerle işbirlikçi olarak nitelemek şüphesiz ki yanlış olacaktır. Tam tersine, bu tür düşünce ve yaklaşımların çoğu, tıkanmışlıklara, çözümsüzlüklere cevap aramak ve sorunlara çözüm getirmek amaçlı projeler üretmek ve çağımıza hitap eden fıkıh geliştirmek amacıyla ortaya konan iyi niyetli ama zaaflı çabalar olarak görülebilir. Birçok Müslüman, Kur’an’da siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal alanları kuşatacak mütekâmil bir proje, model ya da sistem önerisi göremeyince, bu boşluğu bu tür arayışlarla, dünyada var olan seküler modellerle İslam’ı sentez ederek doldurmaya çalışmaktadırlar. Bunun yanında bir kısmı da pragmatizmin, uzun soluklu inkılabi yoldan umudu kesmenin, bir an önce iktidar ve ranttan pay alma telaşının, korku, endişe, yılgınlık, fikri değişim ve dönüşümün ve birçok dünyevi hesapların etkisiyle böyle tutum ve tercihlere yönelebilmektedirler. Bununla beraber, aynı süreçte küresel emperyalizmin de bu konularda ne yapmaya çalıştığını birlikte değerlendirip, iyi niyetli Müslüman kardeşlerimizi uyarmak amacıyla bu emperyal projelerden de bahsetmekte fayda görüyorum.

Sistem İçi Değişim, Emperyalist Güçlerin Proje ve Hedefleriyle Örtüşmektedir

Komünizmin çöküşü ve İslam’ın emperyalist blok tarafından küresel tehdit ve düşman ilan edilmesini müteakip hazırlanan raporlar ve emperyal projeler istikametinde gerçekleştirilen uygulamalarla, İslam coğrafyasını işgal ederek sopa ve havuç politikalarıyla terbiye etme, İslam’ı reforme etme ve Müslüman halkları küresel kapitalist sisteme eklemleme operasyonu başlatılmıştı. İşte bu tür rapor ve projelerde, İslam’ı nasıl dönüştüreceklerinin ve bu amaçla Müslümanlardan kimleri ve nasıl kullanacaklarının stratejilerini şöyle belirlemişlerdi. “1- Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. 2- Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. 3- Fundamentalistlerle savaş. 4- Seçici bir şekilde laikleri destekle. 5- “Batılı İslam” tezini destekle. 6- Sufizmi destekle ve güçlendir…” Bu rapor, “ABD ve Avrupa için güven telkin edenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir” diyordu.

Daha yakın zamanda 2007 yılında ABD merkezli Rand Corporatinon’ın hazırladığı 217 sayfalık “Building Moderate Muslim Networks” (Ilımlı Müslüman Ağı Oluşturmak) başlıklı raporda ise; Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı küresel kapitalist sistemin müttefiki olarak kullanılan “ılımlı İslam”ın, bugün de “radikal İslam”a karşı kullanılması teklif ediliyor. ABD’ye “aşırılık yanlılığına karşı ılımlı Müslümanlar ağını daha fazla desteklemesi” öneriliyor. Bugün İslam âlemindeki çekişmenin düşünce savaşı olduğunu ifade eden rapora göre, bunun, “İslam’la Batı arasında bir medeniyetler savaşı değil, Müslümanlar arasında İslam’ın yapısını belirlemek için yapılan bir iç çekişme” olduğu ifade ediliyor.

Raporu hazırlayan Angela Rabasa, gayrimüslim Batı’nın Müslümanlar arasındaki çekişmeye müdahale edemeyeceğini, “aşırılık yanlısı ideolojiye son verme imkânı olmayan yabancı bir taraf olduğunu ve görevi Müslümanların üstlenmesi gerektiğini” söylüyor. ABD ve diğer Batılı ülkelerin de, İslam toplumları içindeki ağlarını güçlendirmek amacıyla ılımlıları desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Rapor, ABD’nin Soğuk Savaş sırasında komünizmle mücadele yönteminden ders çıkarabileceğini de ifade ediyor. Raporda öngörülen “Ilımlı İslam” düşüncesini Müslüman zihinlere giydirmek için yapılması gerekenlerin, “İslam dünyasının özgürleştirilmesi; demokratikleştirilmesi; eğitim-öğretim seviyesinin yükseltilmesi; insan haklarını esas alan devlet sisteminin oluşturulması” olduğu belirtiliyor. Rapora göre, ABD ve Batının razı olacakları “ılımlı İslam”ın en temel şartları, Demokrasinin benimsenmesi, kamu alanına dinin müdahalesine ve İslam prensiplerine göre kurulan bir devlete karşı çıkılması, “şeriat” uygulamasından vazgeçilmesi, laik devlete ve devleti yönetecek kadrolara gayri müslimlerin de gelmesine rıza gösterilmesi olarak zikrediliyor.

Hudson Institute’de yüksek düzey bir üye ve The Other Muslims’in editörü olan Zeyno Baran ise, “Uzun vadedeki hedefleri, dünyanın şeriat kanunlarıyla yönetilmesini görmek olduğu müddetçe İslamcılar asla kazanılamaz. Eğer batılı toplumlar ‘Müslümanları kazanmak’ noktasındaki başarılarını İslamcı taleplere ödün vererek değerlendirmeyi denerlerse; o zaman kendi kimliklerini ve temel özgürlüklerini kaybetmeye devam edeceklerdir. Ama eğer batılı toplumlar İslamcı olmayan Müslümanların yanında olurlar ve onlardan İslamcıların kısa ve uzun vadeli hedeflerine nasıl karşı koyulabileceğini öğrenirlerse; o zaman diyebilirim ki, batılıların sadece kendi norm ve değerlerini korumak noktasında başarılı olmak için değil aynı zamanda Müslümanlara, çok acil bir şekilde ihtiyaçları olan İslami Rönesansı gerçekleştirmede yardımcı olabilmek için de büyük bir imkan doğmuş olacaktır. İslamcı aktivistler ılımlı Müslümanların ve batılı değerlerin (ya da evrensel) altını oymak için çalışırken, onlara özgürlük alanı sunmayarak ılımlılara yardım edebilirler. Ve yine ılımlıların çalışmalarının görünürlüğünü artırarak yardım edebilirler. İslami Rönesans için uğraşan The Other Muslim’de olduğu gibi, İslam’ın kendi öz metinlerini ve tarihini kullanarak seküler yönetimi savunabilirler.(1)

2008 yılında gündeme gelen ve aynı projelere vurgu yapan bir başka RAND raporu daha var. Pentagon’da ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın deruhte ettiği Siyasi İşlerden Sorumlu Savunma Müsteşarlığı, RAND Corporation adlı araştırma kuruluşuna ‘Türkiye’de Siyasal İslam’ın Yükselişi’ konulu bir rapor hazırlattı. Bu raporda Türkiye’de mutedil ve çoğulcu bir İslam geleneği olduğu vurgulanarak, dindar insanların da içinde bulunduğu çok büyük bir çoğunluğun din devletini desteklemediği belirtiliyor. Türkiye’nin Batı’ya büyük ölçüde entegre olmuş bir ülke olmasının dine dayalı bir sistem kurulmasını zorlaştıran bir başka faktör olarak anlatıldığı raporda, AKP hükümetinin gerçekleştirdiği demokratik reformlar ve azınlıklara yönelik yaklaşımıyla ülkedeki azınlık topluluklarının da desteğini aldığı kaydediliyor…

Söz konusu raporda, ‘İslamî köklere sahip bir partinin din ve devlet arasındaki sınırlara riayet ederek laik demokratik sistemde icraat yapma kabiliyeti, İslam’ın modern laik demokrasi ile bağdaştırılamayacağı argümanını çürütür’ deniyor. Bu deneyimin akim kalmasının ‘daha büyük laik-İslam kutuplaşmasına sebebiyet vereceği, Türkiye dışındaki İslam ülkelerine ve gruplara olumsuz yansımaları olacağı anlatılıyor… Türkiye’deki mutedil ve çoğulcu İslam anlayışının diğer Müslüman ülkeler için örnek oluşturabileceği notu düşülüyor. Raporda, ‘Eskiden Kemalistler Batı’yla bağların ve Batı’ya entegrasyonun ana destekçileriydi. Ancak yakın geçmişte bu rol artan şekilde AKP tarafından ifa ediliyor’ deniyor. Türkiye’nin AB üyeliğinin reddi halinde ise ‘Türkiye’nin Batı’ya bağlarını zayıflatmak isteyen güçlerin kuvvetleneceği’ savunuluyor. (2)

Bütün bunların da ortaya koyduğu ve artık herkesin bilip gözlemleyebildiği gerçeklik, küresel proje ve desteklerin yanında, pekçok iç saiklerin değişimi zorlaması ile militarist-laik vesayet rejiminden, demokratik-laik liberal bir modele doğru değişim yaşanmaktadır. Türkiye’deki bu değişim sürecinin öncülüğünü, iktidar ve ranttan pay almak üzere örgütlenmiş yerli özgürlük arayışlarının siyasi, bürokratik ve medya alanındaki temsilciliğini üstlenen, liberal destekli, liberal-mufazakâr sentezli AKP-Gülen koalisyonu yapmaktadır. İşte bu süreci yöneten siyasi ve bürokratik kadrolar, gerek yerli etkenlere dayalı özgürlük arayışının tetiklemesi ve nisbi özgün inisiyatifle, gerek dış konjonktürdeki gelişmelerin, yönlendirmelerin etkisiyle, gerekse uzlaştıkları küresel projeler içinde rol kaparak yakaladıkları imkânları değerlendirerek bu değişimi götürmeye çalışıyorlar.

Burada bir hatıramı nakletmek istiyorum. Yaklaşık 15 yıl önce Konya Belediyesi’nin tertip ettiği bir panele Ahmet Davutoğlu ile birlikte konuşmacı olarak katılmıştık. Ahmet bey konuşmasında gerçekten bölgesel ve küresel sorunlar, projeler, politikalar, stratejiler ve konjonktürel gelişmeler hakkında oldukça önemli ve seviyeli bir bilgi birikimini ortaya koymuştu. Sıra bana geldiğinde, bu önemli bilgiler ve değerlendirmelerden istifade ettiğimi beyan edip, kendisine teşekkür ettikten sonra salona dönüp şu soruyu sormuştum: “Evet, bunca önemli bilgi ve stratejik değerlendirmeler bugün ne işimize yarayacak, bunları kim değerlendirecek, kullanacak, bu bilgi ve analizleri değerlendirerek, İslam’ın ve Müslümanların maslahatına uygun proje ve politikaları kim yapacak, bunları İslam ve Müslümanlar, bölgenin mazlum halkları lehine kim uygulamaya koyacak? İslami toplum oluşmadan ve bu toplumun İslami otoritesi ortaya çıkmadan bu bilgi birikimini kim değerlendirecek?” dedim ve önde oturan Halil Ürün’ü işaret ederek, “Halil bey bu otorite siz misiniz yoksa, siz mi değerlendireceksiniz?” diyerek de takıldım. Ve yaklaşık olarak şunları söyledim: “O halde öncelikli işimiz, Kur’an’a davetle, tevhidi mücadeleyle, Peygamber’in (s) ve ilk Kur’an neslinin örnekliğinde, çağımızın Kur’an neslini oluşturmak ve bu örnek Kur’an toplumu nüvesinin öncülüğünde İslam toplumunu inşa etmek ve sonuçta İslami sistem ve otoritenin ortaya çıkmasına vesile olacak sosyal vasatı oluşturmaktır. İşte ancak ondan sonra, bu bilgiler, bölgesel ve küresel stratejik okumalar, bu İslami sistem ve meşru İslami otorite ve şûrâsı tarafından hakkıyla değerlendirilip, İslam’ın ve Müslümanların maslahatına proje, politika ve uygulamalar üretmek söz konusu olabilecektir. Aksi takdirde bu birikim mevcut sistem tarafından kullanılacaktır.”

İşte Ahmet Bey’in bu birikiminden, bugün küresel ve yerel laik-demokratik-liberal sistem istifade etmekte ve o, bu tağuti sistemlerin kendilerini güncelleyip değiştirerek yeniden üretmekte kullandıkları pekçok unsurdan biri olmaktan kurtulamamaktadır. Sahip olunan iyiniyet ve nisbi inisiyatif, sonuçta bu kullanılmayı engellemeye yetmemektedir. Ahmet Davutoğlu, var olduğunu bildiğim samimiyeti ve iyiniyetiyle, ciddi bir performans ortaya koyarak, özgün yerli politikalar üretmek istese de, hatta küresel kuşatmaya rağmen kimi roller kaparak, inisiyatifler oluşturarak ülke ve bölge halkları lehine kimi açılımları gerçekleştirmek istese ve hatta kısmen bunda başarılı olsa da, sonuçta güçlü olan küresel ve yerel sistemin kırmızı çizgilerinde durmak ve uyum sağlamak zorundadır. Yapabileceği şey en fazla, bu güçlerden ve projelerinden kapabildiği rol kadar ve şartları zorlayarak kullandığı inisiyatif oranında, küresel ve yerel sistemin şirke dayalı temel kodlarına riayet ederek, kırmızı çizgilerini fazla yıpratmayarak, sistem içi görece bir özgürleşmeye vesile olmaya çalışmaktan ibarettir. Bu değişimi sağlayabilmek için verilecek tavizler de, sonuçta İslam’ı ve Müslümanları laik-demokratik-liberal sisteme entegre etmektedir. Yani iyi niyetli olmak yetmemekte, İslami olmayan yöntemlerle ve İslam dışı sistemlerde şirk ilkeleriyle hükmetmek üzere yönetime gelenler, kısa vadede elde edilecek birtakım maslahatlar, görece zenginleşme ve özgürleşme karşılığında, uzun vadede, İslami kimlik ve değerler alanında çok büyük kayıplara yol açabilmektedirler.

Nitekim Ahmet Davutoğlu, referandum sürecinde yaptığı bir açıklamada, bulunduğu konumu içselleştirmiş olduğunu gösteren şu ifadeleri kullanmıştır: ‘‘Bu referanduma ‘evet’ demek bu ülkede nihai otoritenin, nihai kanun koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna ‘evet’ demektir.” Görüldüğü üzere o, Kur’an’ın hükümlerinden ve Allah’ın uyarılarından haberdar biri olmasına rağmen, ya bulunduğu konumu kanıksayarak ya da diğerleri gibi bu konuma gelinceye kadar yaşadığı değişim ve dönüşüm sonucu, “İslam-laiklik-demokrasi-liberalizm” sentezine ulaşıp reel politiğe teslim olarak, halkın ve seçtiği laik parlamentonun nihai otorite ve nihai kanun koyucu olduğunu inanç haline getiren demokratik sistemi, ideal bir model olarak takdim edebilmektedir.

Evet bu değişimci kadrolar, zaman zaman, küresel proje sahiplerini, stratejik olmasa da, taktik değişikliklere ikna edebilecek yerli inisiyatifler de geliştirebilmektedirler. Yani üretilen kimi yerli politikaların, sonuçta kendi işlerine de yarayacak olumlu neticeler vereceğini anlayınca, küresel emperyal proje sahipleri, bu projelerinde söz konusu gelişmeleri dikkate alan taktik değişikliklere giderek, yerli inisiyatifi takdir eden açıklamalar da yapabilmektedirler. İster yerli kadroların daha dirayetli olmalarından, isterse dünyadaki konjonktürün kendilerini zorlamasından kaynaklansın, sonuç olarak emperyal güçler, yerli siyasi kadroları yok sayıp, geçmişte olduğu gibi onlara her hususu teferruatıyla dikte ettiren dayatmacı bir siyaset yerine, daha fazla inisiyatif tanımak ve “kırmızı çizgileri” aşmayan alanda özgün yerli politikalar üretmelerine saygılı olmayı kabullenmek pozisyonunda bulunuyorlar. Aslında bu hal, sonuçta oluşturmayı hedefledikleri “laiklik-demokrasi-ılımlı İslam” sentezli Türkiye modelinin ve öncülerinin ülkede ve bölgede daha etkili ve güvenilir hale gelmelerine de yol açmaktadır. Böylece Türkiye’nin yeni bölgesel aktör olarak gelişmesinin ve bölgeyi Batı değerleri istikametinde dönüştürecek rolünü daha etkin biçimde oynamasının önü kontrollü biçimde daha fazla açılmaktadır.

Ortadoğu, Laiklik ve Demokrasiyle İslam’ı Uzlaştıran
Türkiye Modeline Meylediyor ve Bu Modele Göre
Dönüşüme Hazır Olduğunun Sinyallerini Veriyor

Türkiye hakkında küresel planda önerilen aynı türden tesbit, tavsiye ve öneriler, bölge ülkelerindeki birçok aydın ve yazar tarafından da paylaşılıyor. Bunlar, Türkiye’de laiklik ve demokrasiyle İslam’ın uzlaşması modelinin oluşturulmaya çalışıldığını ve bunun tüm Ortadoğu için de doğru bir istikamet olduğunu söylüyorlar. Laiklik ve demokrasiyle İslam’ı sentez edip uzlaştıracak olan AKP yönetimindeki “Türkiye modeli”nin bölge için büyük önem taşıdığı yaygın bir biçimde vurgulanıyor. Mesela Lübnanlı bir yazarın Radikal Gazetesinde yayınlanan bir makalesinde şu hususlar zikrediliyor: Türkiye anayasa değişikliklerinin ardından, Avrupa tarzı laiklikten Amerikan tarzı laikliğe yönelerek İslam’ın laik sistemle tarihi kavgasını sonlandırabilir. Türk halkı da AKP’ye bu açıdan destek veriyor… bu model hem Türkiye’yi hem Ortadoğu’yu kimlik konusunda büyük etkilere yol açacak yeni bir geleceğe yönlendiriyor… Batı standartlarında bir demokrasi; Avrupa ve özellikle de Fransa laikliğinden başörtüsüyle uzlaşı içindeki Amerikan laikliğine geçiş; cumhuriyetin temel değerleri ve ilkeleriyle uzlaşı içindeki ılımlı siyasal İslam… Siyasal İslam, Erdoğan döneminde ılımlı hale geldi; bu ılımlılık, laik sistemin yanı sıra AB ve ABD temsilcilerinin birçok talebine ve şartlarına verilen olumlu bir karşılıktı. Türk demokrasisi, tarihi referandum sayesinde iç ve dış tehlikeleri bertaraf etmekte başarılı olursa, bu başarı İslam’la laiklik arasındaki ‘tarihi zıtlaşma’ya da son verebilir. Erdoğan’ın hem İslami hem laik aşırılığı ortadan kaldırmaya dayanan eğilimlerine verilen halk desteği, Arap ve İslam dünyasındaki İslam-laiklik zıtlaşmasını da çözebilir.

Katar’lı bir başka yazar ise, laikik, demokrasi ve İslam’ı sentez eden başarılı örnekliğiyle Türkiye modelinin bölge için çok önemli olduğunu vurgulayarak şunları ifade ediyor: “Bugün Türkiye’de devlet, bir üçgenden oluşuyor: Demokrasi, laiklik ve İslamcılık. Bu üçgene önemli bir unsur eklemek hata olmaz, o da milliyetçilik. Böylece bir dörtgen oluşturabiliriz. Türkiye’de halkın yüzde 95’ten fazlası Müslüman, buna rağmen halk, milliyetçi ruhundan kopmamış ve Türkiye’de milliyetçilik hâlâ had safhada ve Türkiye Cumhuriyeti’ni bu milliyetçi ruh ayakta tutuyor. Türkiye, bizim için yani Arap ülkeleri için çok önemli bir tecrübe kaynağı ve bu kaynaktan iyi faydalanmamız gerekiyor çünkü eğer küresel dünyanın bir ferdi olmak istiyorsak Türkiye’nin yaptıklarını yapmamız gerekiyor. Yani hem demokratik ve laik bir ülke olmamız hem de kültürümüzden, dinimizden ve milliyetçiliğimizden kopmamamız gerekiyor.”

“Hamas’ın Dışişleri Bakanı Mahmut el Zahhar, Tayyip Erdoğan’ı kast ederek ‘Yeniliği temsil eden kişi odur. İslam’ın yeni merkezi Türkiye’dir’ diyor. Filistinli gazeteci ve Londra’da yayımlanan el Kuds el Arabi gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Abdulbari Atwan, ‘Osmanlıların torunu Erdoğan, kendi ülkesinde ve tüm İslam aleminde kararlılık ve adalet sembolü hâline geldi’ şeklinde yazıyor… Türkiye’nin başrol oyuncusu olma emelleri, Amerikan planlarıyla ihtilaf içine girmiyor. Bilakis, Erdoğan’ın aktivizmi, hem İran’ın yayılmacılığını kontrol altına almakta hem de İsrail’in aşırıcılığını hafifletmekte Obama’nın işine yarayabilir… Şeyh Ahmet Yusuf, Hürriyet gazetesine verdiği bir mülakatta, Hamas’ın siyasi kanadı açısından Türkiye’nin ne anlama geldiğini izah ediyor: ‘Gazze’de herkes, Erdoğan’ın kendi ülkesi için istediğini istiyor. Erdoğan’ın değişiklik yapma cesareti var ve toplumunun dinî ögeleriyle laik ögeleri arasında iyi ilişkiler kurmayı hedefliyor. Erdoğan, demokrasi ve insan hakları için çalışıyor ve bizim dengimiz, açık bir toplum istiyor.’ 2009 yılının Temmuz ayında, Gazze olaylarından çok önce, Su’un el Ewsat (Orta Doğu’daki gelişmeler) adlı dergi, Türkiye’nin Araplar nezdinde sahip olduğu imaja ilişkin bir anket yayımladı. Çıkan sonuca göre bu imaj son derece olumluydu: Filistinliler ve özellikle de Suriyeliler arasında Türkiye’yi beğenenlerin oranı yüzde 87’lere yaklaşıyor. Ankete katılanlar, İslam ile demokrasiyi bir araya getiren Türkiye modelinin memnun edici ve bu ülkenin Orta Doğu sorunlarının çözümü bağlamında iyi bir ara bulucu olduğu konusunda hemfikirler… Ankara, Müslümanların sempatisini toplamak için Filistin’in bir araç olduğunu ve Gazze’nin bunun kaynağını temsil ettiğini biliyor.”

Türkiye’deki Değişimin Öncüleri ve Destekçileri de,
Kendi İnisiyatifleri İle de Olsa, Aynı Hedefe Yönelmiş Bulunuyorlar

Yeni satükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da aynı amaçları güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam” ya da “liberal İslam” ve protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.

Aslında AKP-Gülen çizgisi, Kur’an merkezli düşünmeyi ve tevhidi ölçülerde inanmayı hiçbir zaman başaramamış, bu sebeple hep ulusalcı sağcı kirliliklerle ve geleneksel hurafelerle malül eklektik, karışık, sentezci İslam algısıyla, devletçi reflekslerle hareket etmişler, tevhid eksenli bir adalet ve özgürlük anlayışını yakalamaktan uzakta durmuşlardı. Ancak batıyla ve yerli batıcı liberallerle kurdukları ilişki, onlara hiç değilse liberalleşerek de olsa görece özgürlüklerden yana olma görüntüsü kazandırmıştır. Gönül isterdi ki, görece de olsa özgürlüklerden yana olma ve devletçi ulusalcı kirliliklerden nispeten kurtulma konumuna liberalleşşerek ulaşacaklarına, sahici anlamda adalet anlayışına, tevhidi bir akıdeye yönelerek ulaşsalardı. Şüphesiz ki, Kur’an’ı hakkıyla okuyup sosyalleştirme çabası gösterselerdi, çok ileri ve sahici bir adalet ve hukuk anlayışını kazanacaklardı.

Gelinen noktada, “küresellik” nitelemesini bile hak etmeyen, Batının kendi pozitivist modernleşme tecrübesiyle ve vahiyden uzaklaşmış aklıyla sınırlı bölgesel şartlarında, heva ve zanna dayanarak ürettiği seküler değerleri, maalesef pek çok kimse tarafından “evrensel” olarak nitelenmektedir. Sonuçta da bu “evrensel” (!) değerlerle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri ihtiva eden vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır. Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Bu “Müslüman demokrat” yazar başka iki makalesinde de şunları söylemektedir: “Dindarların demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır… AB’nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir.” “Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak demek.”

İşte, Gülen hareketinin organize ettiği bütün etkinlikler, dinlerarası diyalog ve Abant toplantıları hep bu amaca hizmeti hedeflemiş bulunmaktadır. Neredeyse 15 yıla yaklaşan bir süreçte, Abant toplantılarında başından beri, laiklik ve demokrasinin ve batının ürettiği seküler değerlerin, liberal değerlerin, laik pozitif hukukun, seküler insan hakları anlayışının İslam’la uyumlu olduğu ispat edilmeye ve topluma kabul ettirilmeye çaba gösterilir. Daha doğrusu inançlar, zihinler, toplumun İslam algısı, egemen yerel ve küresel seküler sistemin ekonomik, hukuki ve sisyasi model, kavram, ölçü ve değerleri istikametinde dönüştürülmeye çalışılır. Mesela bir dönem Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz, bu hareket için “Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi’dir” tanımını kullanıyor ve Gülen’in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam’ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı’nın; kapitalizmin ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır.” Yine Yavuz’a göre; “Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”

Aynı şekilde AKP öncüleri de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenip ekonomik, siyasi ve hukuki alanları da düzenleme iddialarından vazgeçmiş bir din algısı oluşturma istikametinde katkı sunmayı başından beri sürdürmektedir. Bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı olduğu süreçte, kendisini kuşatan olayların, baskı ve yönlendirmelerin, çevrenin ve kimi ilahiyatçı akademisyen ve aydınların etkilemesiyle, İslam’ın siyasal, hukuki ve ekonomik düzen iddiasının olmadığı konusunda ikna edildi ve değişim yaşadı. Bu konularda var olan sınırlı sayıda Kur’an hükmünün de o günkü toplumun tarihsel şartlarıyla ilgili olduğu, bugün daha farklı hükümlerin, bu bağlamda laik pozitif hukukun önerdiği hükümlerin, seküler liberal siyasal düşüncelerin önerdiği modellerin de kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı, tam tersine bunun çağdaş bir zorunluluk olduğu, zaten şeriatın değişmeye mahkum olduğu konularında yönlendirildi ve siyasi iktidar yürüyüşüne bu değişimden sonra başladı. İşte bu süreçte, bu konulardaki eserleriyle tanınan meşhur tarihselci Fazlurrahman’ın düşünce ve fikirlerinin ele alındığı bir sempozyumu İstanbul’da ilk defa organize eden de Tayyip Erdoğan oldu.

Bu sebeple, mesela gün geliyor, Oxford Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada; inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, MÜSİAD’da yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, Cidde’de söylediği ve sürekli tekrar ettiği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan, buna mukabil kapitalizme alan açan başka sözler sarf edebiliyor. Bir yandan İslam’ı ve bölgenin Müslüman halklarını dönüştürme projelerinde rol üstlenerek BOP’ta eş başkan olurken, diğer yanda da aynı amaçlı “Medeniyetler Arası Uzlaşma” çabalarının öncülüğünü üstlenebiliyor. Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaadettikleri görece seküler “adalet”i tesis etmeye çalışsalar, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecektir. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça bu konularda da sürekli görüş açıklayarak, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar.

Zora Dayalı Sekülerleşme Yerine, Gönüllü Sekülerleşme İkame Ediliyor

İşte bu tür uzlaşmacı ve sentezci İslam algılarına sahip olan ve bunu da doğru zanneden sistem içi değişimciler, küresel ve yerel desteği de arkalarına alıp darbeci, çeteci, daha zalim eski statükoyu tasfiye edip yerine; görece daha özgürlükçü, zulmü görece olarak azaltılmış, ama dönüştürme katsayısı daha yüksek olan yeni statükoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Eski statüko zora dayalı modernleştirme, sekülerleştirme projesi uyguluyordu, yeni statüko ise gönüllü modernleşmeyi, sekülerleşmeyi öne çıkarıyor. Yani Müslümanlar zokayı yuttular ve artık kendiliğinden sekülerleşiyorlar. Bu sebeple, değişimin destekçisi liberal-solcu aydınlar, yazarlar, bas bas bunun için bağırıyorlar: “Yeter artık baskı yapmayın, radikalleştireceksiniz. Görmüyor musunuz, başörtüleriyle ticaret yapmak, kamu alanında görünmek, burjuvaca yaşamak istiyorlar, sadece açın önlerini ve teşvik edin onlar kendiliğinden modernleşip, sekülerleşiyorlar” demeye getiriyorlar.

Aslında son 85 yıldır sistemin zora dayalı politikalarla elde etmeye çalıştığı sonucu bugün artık kimi zenginleşen, kapitalizme eklemlenen, liberalleşen, namazlı-tesettürlü insanlar gönüllü olarak gerçekleştirmeye talipler. Darbecilere karşı, laik demokratik kapitalist sisteme sahip çıkan sloganlarla tepki gösterenler, aslında tam da darbecilerin ve arkalarındaki emperyalist güçlerin elde etmek istedikleri sonuca ulaştıklarını görseler, nasıl bir konuma düştüklerini anlayacaklardır. Yani artık darbelere de 85 yıllık baskıcı Kemalizme de gerek kalmamıştır, çünkü kendini Müslüman olarak tanımlayanlar ve sistem için potansiyel tehlike teşkil edenler, çok büyük oranda onların istedikleri yeri kanıksamış ve benimsemişlerdir. Yani artık sistem ray değiştirip görece bir özgürleşme sağlayarak bu kesimi daha da rahatlatıp, yeni kesimlerin de bu rehavet ortamında öncekilere katılımını sağlayacak bir teşviki gerçekleştirebilir. Ve bu gönüllü sekülerleşmenin önünü daha da açacak reformlar yapabilir.

Ayrıca küresel güçler, Türkiye ve AKP yönetimini kullanıp, “laik Müslüman ülke” modeli şeklinde sunarak, bölgedeki bütün Müslüman halkların tevhidi uyanış, diriliş ve direniş çizgisini “ılımlı İslam” adı altındaki emperyalist proje istikametinde dönüştürmek, kapitalist sisteme entegre etmek istiyorlar. Bu amaçla artık AB, ABD ve Batı çıkarlarına zarar verdiğine ve “radikalizmi” beslediğine ve Ortadoğu ülkelerine model olarak sunulmasının önünde engel teşkil ettiğine inandıkları İslam düşmanı radikal (Kemalist) laiklikten Türkiye’yi kurtarmaya, bireysel alandaki ibadetlere ve bu arada en azından üniversitelerde başörtüsüne özgürlük de tanıyacak Batı standardındaki “ılımlı laiklik”e geçişi sağlamaya çalışıyorlar. Ergenekon ve kimi darbecilerin üzerine gidişin arka planında da, daha önce kullanılan, ama artık Batı çıkarları bakımından tasfiye edilmesi gerektiğine inanılan İslam düşmanı Kemalist laikliği tasfiye ve terbiye ederek Batı standardındaki laikliğe geçişi sağlama amacı da güdülmektedir. Diğer yandan AKP’yi de, bireysel ibadetlerle sınırlı din algısını ve ekonomik, siyasi ve hukuki alanı İslam’a göre düzenleme iddiasından vazgeçmiş, yani kamusal alandaki laikliği içselleştirmiş, kapitalizme ve seküler kültüre entegre olmuş “ılımlı İslam” çizgisini temsile yönlendiriyorlar.

Böylece, Batı çıkarları istikametinde “ılımlı laiklik”le, “ılımlı İslam”ı uzlaştırarak oluşturacakları yeni sistemle, Türkiye’yi Ortadoğu halkları için daha kabule şayan bir model haline getirmek istiyorlar. Gelinen noktada ve özellikle de referandum sürecinde iyice alevlenip, bundan sonraki görece özgürlükçü “sivil anayasa” sürecinde daha da yaygınlaşacak gibi görünen gelişmelere bakılırsa, söz konusu “Ilımlı İslam” algısı, sistem içi değişime aktif destek veren “tevhidi uyanış” süreci bakiyesi kesimlerin de önemli bir kısmını kuşatarak giderek etki alanını genişletiyor. Bu sürece aktif şekilde katılıp ileri derecede roller üstlenen, yaptıkları açıklamalarla neredeyse yeni satükoya kefil olan, meşruiyet kazandıran bu kesimlerin ve öncülerinin, daha sonraki süreçlerde, bugün destekleyip sahiplendikleri bu yeni statükoya karşı tevhid eksenli bir mücadeleye girişme nitelik ve kabiliyetleri kalmayacaktır. Böyle bir davet öncülerden gelse bile, taraftarlarına kabul ettirmeleri mümkün olmayacak, çelişki olarak algılanacaktır. Zaten bu öğütücü, çürütücü, yozlaştırıcı eklemlenme süreçlerinden geçen öncülerin de, taraftarların da, önce toplumu, sonra da sistemi Kur’an’la kökten değiştirmeyi hedefleyen inkılabi bir ruhu, uzun süre taşımaları ve bu yolda ciddi bir duyarlılıkla mücadeleye girişmeleri de büyük ihtimalle imkânsızlaşacaktır.

Tabii ki, “ılımlı laiklik” anlayışıyla bireysel ibadetlere özgürlük getirilmesi bizim de işimize gelir ve buna hayır demeyiz. Tabii ki, bu proje çerçevesinde bile olsa gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmı iade edildiğinde; “bunları istemeyiz” demeyiz. Despotizmle, demokratikleşme yanlıları arasında cereyan eden sistem içi mücadelede taraflardan birinde yer almadan, özgün kimlik ve ilkelerimizle despotizme ve zulme karşı tevhid eksenli mücadelemizi sürdürürüz. Bu süreçte demokratikleşme yanlılarının, despotizim yanlılarına karşı galip gelmesine de seviniriz. Zaten geri almak için mücadele ettiğimiz haklarımız, kısmen iade edildiğinde alır ve istifade ederiz. Ancak bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına razı olmayı asla kabul etmeyiz. Bu dönüştürme ve sekülerleştirmeye karşı mücadele eder, bunu sağlama aracı olan siyasi parti ve iktidarları da ifşa ederek, insanların bu oyuna kanmamaları için çaba sarf ederiz.

Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz. Şirk sistemi içinde görece özgürlükçü bir değişimin hatırına, bu değişimi sağlayanlarla bütünleşmek, laik-demokrat bir mücadelenin içinde yer almak, “laik- demokratik-sivil” anayasanın yapımına fiilen iştirak etmek, o istikamette mücadele etmek de, sırat-ı mustakimi terk edip, tevhid mücadelesinden vazgeçmek ve şirk sistemi içindeki gri yollara savrulmak anlamına geleceği için, Müslümanların uzak durması gereken bir haldir. Yani Müslüman her şart altında, insanlığı kurtaracak tek kurtarıcı yol olan tevhid ve Kur’an yolunu temsil etmek, taviz vermeden ve ilkeli şahidliğini yaparak, başka yollarla karıştırmadan, hatta onlardan açıkça ayrıştırarak sadece ve net bir biçimde bu yola daveti sürdürmek durumundadır. Müslüman, mevcut zulme karşı mücadele ederken, mü’min ferasetiyle, eskisinin yerine ikame edilmeye çalışılan yeni zulümleri ve yeni zulüm projelerini de fark edip, ifşa ederek, onun önünü kesmeye çalışmakla da mükelleftir. Ancak bu tutum, eski olan ve halen amansızca devam eden zulme karşı mücadeleyi aksatmaya da yol açmamalıdır.

Bu sebeple, tevhidi dönüşümden yana olan biz Müslümanlar, birinci öncelikli olarak emperyalizmin Kemalist işbirlikçileri eliyle uyguladığı sopa politikasına karşı mücadele etmeli, hatta AKP-Gülen koalisyonunun aynı zulmün görece muhatapları olarak bu zulmü ve zalim oligarşiyi tasfiye etme çabasını da teşvik edip, yerine gelecek görece özgürleşme imkânından da istifade etmeliyiz. Ancak, yeni havuç politikasıyla İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirme, dönüştürme ve kapitalist emperyal küresel sisteme eklemleme riskine de dikkat çekerek, bu projeyi de ifşa edip engelleme mücadelesi vermeliyiz. Ancak, Kemalizme ve ulus devlet zulmüne karşı mücadeleyi gündemden düşürerek ve hedef saptırarak, kuyruğu sıkışan zalimlerimizi rahatlatmaya, kurtarmaya yönelik Ergenekoncu propagandaya da kanmamalıyız. Tabii ki en önemlisi, sopa ve havuç politikalarının her ikisinin de yol açtıkları ve açacakları zulümlere ve tehlikelere dikkat çekmenin yanında, Kur’an eksenli kendi özgün projemizi giderek daha nitelikli ve güçlü biçimde gündem yapmalıyız.

Dipnotlar

1- Hudson Institute’de yüksek düzey bir üye ve The Other Muslims’in editörü olan Zeyno Baran’la bir
röportajdan-Timeturk

2- Zaman Gazetesi, 15 Haziran 2008

3- Ahmet Davutoğlu, Dünya Bülteni’nde yayınlanan açıklamasından.

4- Bu kadrolar, iyi niyetli ve eskiden tevhidi uyanış sürecinde bile bulunmuş olsalar, yine de artık tercih edip bulundukları konum gayri İslami ve takip ettikleri yol srat-ı müstakımden uzaklaştıran İslam dışı yollardandır. Bu sebeple söz konusu kişilerin eski konumları ya da halen korudukları kimi şahsi özellikleri, kimi bireysel ibadetlerini yapıyor olmaları, onlara meyletmeye, konumlarını meşrulaştırmaya ve sonuçta onlar üzerinden şirk sisteminin görece özgürlükçü olanına da eklemlenmeye yol açmamalıdır. Onların konumu, İslami adalet gereğince, Mümtehine 8. Ayetteki muameleye tabi kılınıp, diğer sistem temsilcilerinden ayrıştırılsa da, herşeye rağmen tevhidi istikamet korunmalı, bütün türevleriyle şirk sistemi ve cahiliye toplumundan inanç, amel ve yapısal planda tam bir ayrışma, uzlaşmazlık yaşanmalı ve bu durum zikzak çizmeden istikrarlı bir biçimde ısrarla sürdürülmelidir.

5- Nizam Mardini, “Laiklik-İslam Uzlaşması”, Lübnan Gazetesi / Müstakbel Çeviri: Radikal

6- Civat Beşiri, Katar el Vatan Gazetesi, BYEGM

7- İki ayda bir yayımlanan jeopolitik dergi Limes’in “ıl Ritorno delsultano” (Padişahın Geri Dönüştü) adı altında Türkiye’ye ayrılan Ekim 2010 sayısında, Umberto De Giovannangeli imzasıyla yayımlanan makaleden, Timetürk, BYEGM

8- Hüseyin Gülerce, “Müslüman Demokratlar”, 01. 07. 2010, Zaman

9- Hüseyin Gülerce, “Okyanus ötesinin adı ve ‘evet’in zaferi…”, 16. 09. 2010, Zaman

10- Hüseyin Gülerce, “Gülen ve evet…”, 10. 09. 2010, Zaman

11- Prof. Hakan Yavuz, Tempo Dergisi, 21-28 Ekim 2004

12- En’am 153

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.