BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Basın Açıklaması / Türkiye’de Peygamber’e Sövmek Serbest, “Atatürk İlâh Değildir” Demek Suç!

Türkiye’de Peygamber’e Sövmek Serbest, “Atatürk İlâh Değildir” Demek Suç!

Peygamber’e sövmek yasal olarak suç olduğu halde bunu yapanların serbest bırakıldığı, “Atatürk ilah değildir” demek yasal olarak suç olmadığı halde bu sözü söyleyenin tutuklandığı Türkiye’de, Ahmed Kalkan ve Mehmet Pamak, Edirne’de “Atatürk ilah değildir” dediği için tutuklanan Emine Şahin‘e ideolojik yargı kararıyla yapılan zulmü kınayan ve konu hakkında bilgi veren bir açıklama yayınladılar.

Açıklamanın tam metnini yayımlıyoruz:

Peygamber’e Sövmek Serbest, “Atatürk İlâh Değildir” Demek Suç!

Edirne’de 10 Kasım törenleri sırasında, tören alanının yanından geçerken, tıp eğitimi alan bir üniversite öğrencisi Emine Şahin, “Atatürk ilah değildir, Allah’ın kanunları var. Atatürk Batı’nın kanunlarını getirdi” dediği için önce gözaltına alındı. Sonra Savcılık sorgusunun ardından nöbetçi mahkemeye çıkarılan Emine Şahin, ‘Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret’ suçlamasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Ne demiş bu kardeşimiz? Bu sözlerin hangisi yalan veya suç kabul edilebilir? “Atatürk ilah değildir” demek, suç kabul edildiğine göre, devlet Atatürk’ün ilahlığını resmen ve fiilen kabul etmekle de yetinmiyor; Allah’tan başka ilâh kabul etmeyen Müslümanları da Atatürk’ü ilâh kabul etmesi için zorluyor. Allah’ın kanunlarını yok sayıp alternatif kanunlar yapmak da yetmiyor, “Allah’ın kanunları var” demek bile suç sayılıyor. Atatürk, Almanya ve İtalya’dan Ticaret ve Ceza Yasalarını ve İsviçre’den tercüme ettirip Medenî denilen kanunları ithal edip zorla uygulatmadı mı? Bu ifadenin neresi yanlış? Kardeşimizin söyledikleri gerçeğin tam ifadesi değil mi? Ama bâtıl ve yanlış üzerine bir rejim kurup onun bâtıl ideolojisini dinleştirip dogmatik bir zorbalıkla topluma dayatırsanız, artık bu rejimde -örnek olayda olduğu gibi- doğruyu dillendirmek, gerçeği ifade etmek bile suç sayılır hâle gelir.

Öncelikle şunu ifade edelim ki; müslümanların Hakk’ı gündemleştirmesi ve Hakk’a daveti de hikmetli bir içeriğe sahip olmalı, yeri, zamanı ve yöntemi bakımından da isabetli ve uygun olmalıdır. Müslümanın, başka müslümanları da etkileyecek eylemleri, istişareye dayanmayan ferdi, fevri, tepkisel ve duygusal çıkışlar şeklinde tezahür etmemelidir. Bu sebeple bu kardeşimizin eylemini, bahsettiğimiz İslami ölçüler ve nebevi yöntem bakımından hikmetli bulmasak da, neticede bir müslümanın yanlış bir yöntemle ve ferdi kararıyla da olsa ifade ettikleri, hiç kimseye bir haksızlık ve hakaret içermediği hâlde bu kadar büyük bir zulme ve saldırıya muhatap kılınması, kendisine adeta linç uygulanması sebebiyle, hem mazlum bir müslümanın yanında yer alıp onun hukukunu savunmak ve hem de bu vesileyle zalim sistemin zulmünü bir daha ifşa etmek üzere bu açıklamaya gerek duymuş bulunuyoruz.

Biz yıllardır yaptığımız gibi bugün de bu kardeşimizin söylediğinin daha fazlasını söylüyoruz ve adaletsiz yargı ne yaparsa yapsın yine de hakikatin ifadesi anlamında söylemeye devam edeceğiz ki; kendi sevdiği ismiyle “Kamal Atatürk”, Allah’ın şeriatını/hükümlerini reddedip onun yerine müslümanlar da dâhil bütün topluma, ülkemizi işgal edip yüz binlerce insanımızı katlederek topraklarımızı parçalamış emperyalist Batı devletlerinin seküler kültürünü ve hevalarını ilah edinerek yaptıkları laik kanunlarını dayatmak suretiyle kendisini ilahlık konumuna oturtmuştur. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyi yasaklayıp Batı laik kanunlarını ithal edip dayatmakla kalmamış, alfabe değişikliği yaparak ve Batı kıyafetini dayatarak vb. uygulamalarla ülke halkını İslam’dan uzaklaştırıp Batılılaştırmayı hedeflemiş ve bütün bunları kan dökerek gerçekleştirmiştir. Allah’ın vahyini ve Rasûllerini aşağılayıcı ifadeleri ve Allah’ın şeriatına karşı düşmanca içeriğe sahip açıklamaları belgelerde açıkça yer almış olan ve seküler pozitivist dünya görüşüne sahip bulunan Kamal Atatürk’ü ve seküler ilkelerini benimseyerek itaat edenler, onun adına oluşturulmuş Kemalist resmi ideolojiyi siyaset modeli ve hayat tarzı olarak benimseyip rıza gösterenler de onu ilah edinmişlerdir. Çünkü “din” uyulması gereken kurallar bütünü ve hayat tarzıdır. Bu kuralları koyan da bu dinin ilahı konumundadır. Nitekim, “Tek Adam” kitabının yazarı Şevket Süreyya Aydemir de: “Biz Atatürk’ü putlaştırmak, ilahlaştırmak zorundaydık, yoksa bu inkılapları tutturamazdık” diyor. Yani resmi ideoloji olan Kemalizm’in dinleştirilmesi ve Mustafa Kemal’in de ilahlaştırılması, bizim bir tespitimiz olmaktan çok önce, başta Şevket Süreyya Aydemir gibi Kemalistlerce itiraf edilmiştir. Hatta birçok Kemalist edebiyatçı ve yazar tarafından, Mustafa Kemal’i açıkça ilah olarak takdim eden ya da Peygamber olarak nitelendirip adına mevlitler yazan, anıt kabri ise Kâbe yerine ikame etmekten bahseden şiirler, makaleler, kitaplar kaleme alınmıştır.

Hâlbuki, insanları yaratıp yaşatan ve öldürüp hesaba çekecek olan Allah’ın emri, “kendisinden başka İlah ve Rab edinilmemesi, sadece kendisine mutlak itaat ve kulluk yapılmasıdır. Ancak hevanın ve şeytanın ayartmasıyla sapan insanlar, Allah’tan başkalarını da sahte ilahlar edinebilmekte ve onlara da itaat ve kulluk yapabilmektedirler. Rabbimiz, işte bu yol ayrımında, dünyadaki imtihan sebebiyle kullarını “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29) diyerek serbest bırakmıştır. Dileyen Allah’ı, dileyen de Allah’ı inkâr ederek dilediğini, hevasını ya da tağutları ilah edinebilir. Herkes hesabını âhirette Rabbine verecektir. Bu sebeple biz, kurtuluşa ermesi ve şeref kazanması için merhametle, herkesin sadece Allah’ı ilah ve Rab edinmesi gerektiğini tebliğ etsek ve herkesi Allah’a çağırsak da, asla kimseyi zorlamayız. (Bkz. Bakara, 2/256). Çünkü bizzat yaratıcımız kullarına irade serbestisi ve akıl nimetini vererek imtihan gereğince serbest bırakmış olup hesabını ahirette soracaktır.

Ancak sorun şuradadır; Rabbimiz ve mü’min kulları olarak bizler, bizi de kemalistleri de yaratmış ve öldürüp hesaba çekecek olan Allah’ın dinini kemalistlere dayatmadığımız ve onları İslam’a inanmaya ve uymaya zorlamadığımız hâlde, onlar kendi bâtıl dinlerini bize dayatıyorlar. Allah’ın yarattığı ve sonra da öldürdüğü Kamal Atatürk sağlığında ve arkasından da onun seküler Batıcı resmi ideolojisini dinleştirip onu ilah edinenler, kendi tercih ettikleri İslam karşıtı bu bâtıl dini bize zulmederek dayattılar ve halen de dayatıyorlar. Eğitim alanından diğer bütün toplumsal alanlara kadar, Kemalist resmi ideoloji dinine bağlı kalmaya and içirmekten, ona uygun bir eğitimi almayı ve ona uyumlu bir hayatı yaşamayı zorlamaya kadar, ülkenin bütün halklarına ve müslümanlara bu bâtıl dini zorbalıkla ve bazen kan dökerek dayatmış bulunuyor.

Bu büyük ve yaygın zulüm ilkokuldan başlayarak bütün hayatı kuşatacak biçimde yaklaşık yüz yıldan bugüne sürdüğü halde, yargı ve yargıçlar zalimlerden hesap soracakları yerde, bu zulme rıza göstermeyip itiraz eden, kendi inancını resmi ideoloji dayatmalarından bağımsız olarak serbestçe seçip yaşamak isteyen mazlumları cezalandırıyorlar. Başından beri aynı resmi ideoloji dini bütün devlet kurumlarına egemen olduğu gibi yargıya da egemen olduğu için, yargı, kendi tercihi olan beşeri hukuka bile aykırı biçimde ideolojik kararlar vermeye devam ediyor. 28 Şubat’ın brifingli yargısı hâlâ ama giderek daha cüretkâr biçimde hükmünü sürdürüyor. 15 Temmuz sonrasında FETÖ adını verdikleri Gülenist darbecilerden arındırıldığı iddia edilen yargı ve polis teşkilatının, bu sefer de tamamıyla 28 Şubatçı ulusalcı kemalist darbecilerin, Ergenekoncu ve MHP’li kemalistlerin eline geçtiği anlaşılıyor. Muhtemelen, daha önce Gülen çetesinin, kendi adamlarının önünü açmak ve daha çok kadroyu ele geçirmek için kendisinden olmayan herkese ve Ergenekoncu olmayanlara da bu damgayı vurup tasfiye ettiği gibi, şimdi de Ergenekoncu ve MHP’li kemalistler, kendilerinden olmayan herkesi, FETÖ ile ilişkileri olmayanlara da bu damgayı vurup Yargı, Emniyet ve TSK’dan tasfiye etmek suretiyle bütün kadroları ele geçirmiş gibi görünmektedirler. Çünkü eskiden ideolojik önyargıyla değil de dürüst bir yaklaşımla kendi yasalarına sadakat gösterip ideolojik olmayan yasal kararlar veren yargıç, savcı vb. görevlilere rastlamak az da olsa mümkünken bugün daha da zorlaşmıştır.

Bu sebeple, beşeri hukuk çerçevesinde de olsa hukuksuz ve kanunsuz ideolojik kararlar iyice artarak zirveye ulaşmış bulunmaktadır. Bu bağlamda yargı neredeyse tamamen ulusalcı kemalistlerin kuşatması altına girmiş görünmektedir. Bu yüzden darbeci ulusalcı kemalistlerin lideri Doğu Perinçek, “Yargı bugün en bağımsız dönemini yaşamaktadır” dedikten sonra bu bağımsızlığın kefili konumunda kendisini göstererek ideolojik kararları zirveye çıkan yargı hakkındaki kanaatimizi doğrulayan şu açıklamayı yapmaktadır: Ben hukuk fakültesi hocası olduğum için çok sayıda öğrencim şu anda yargının en üst kademelerinde. Sürekli onlarla görüşüyorum. Yargıda şu anda solcu, Atatürkçü ve millici olanlar duruma hâkim…”

İşte bu ideolojik hâkimiyet sebebiyle, iktidara eklemlenmemiş bağımsız İslami çalışmalara ve müslümanlara yönelik olarak 28 Şubat darbe sürecinde bile yapılmayanlar bugün yapılmaktadır. O darbe sürecinde ulusalcı kemalist darbeciler egemen oldukları hâlde, İslami vakıf, dernek ya da diğer çalışma gruplarına bugünkü kadar aşırı derecede baskılar, baskınlar, ancak terörist gruplara yapılan operasyonlar yapılmamakta, yapılamamakta idi. Çünkü halkın gözü önünde müslümanlara ve İslam’a karşı bu derece yaygın ve bu derece hukuksuz baskınların ve operasyonların, halkta büyük tepkilere yol açabileceğinden çekiniyorlardı. Üstelik bizler de o gün bu kemalist darbeci zihniyete karşı çok ileri derecede bir mücadele ve eylemlilik içinde bulunuyorduk. Tabiri caizse sürekli meydanlarda idik ve sürekli kemalist sistemin kurumlarının kapısında protesto yapıyorduk. Buna rağmen İLKAV’ın Cuma namazı o dönemde bir kez olsun basılmadı ve başkanı ve imamı gözaltına alınmadı. İLKAV’a o dönemde kapatma davası açılmadı. Ama bunların hepsi AKP döneminde oldu.

Hizbuttahrir’in, kadınları ve çocukları dâhil, 300 kişilik müntesibi kitlesel biçimde hiçbir zaman gözaltına alınmadı. Furkan Vakfı’nın konferansları hiçbir zaman engellenmedi. Merkezi ve şubeleri hiçbir şekilde bir terör örgütüne muamele eder gibi tomalarla, panzerlerle kuşatılıp mesnetsiz iddialarla yöneticileri tutuklanmadı. Tevhid Dergisi ve bazı İslami eğitim veren medreseler alakasız ve asılsız suçlamalarla basılıp kapatılmadılar. Hocaları yine asılsız suçlamalarla tutuklanarak uzun süre içeride tutulmadılar. Ama Perinçek’çi ulusalcı kemalistlerin ve MHP’li kadroların hâkimiyetindeki bu dönemde bütün bunlar fazlasıyla yaşandı ve yaşanmaya devam ediliyor. Bütün bu zulümler ve darbe süreçlerinde bile cüret edilemeyen baskılar, baskınlar, tutuklamalar, 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın kemalizmi yeniden keşfedip olumlayan yaklaşımı ve “yerli-milli” söylemleriyle oluşturduğu neo-kemalist şemsiye altında gerçekleşmektedir. Bu ulusalcı kemalistler, kendi hâkim oldukları darbe döneminde bile, fikrî ve düşünsel planda İslami çalışmalar yapan müslümanlara yönelik olarak yapamadıkları ya da yapmaya çekindikleri zulümleri, bu dönemde Erdoğan ve AKP şemsiyesi altında daha rahatlıkla ve daha kolay yapabilmektedirler. Çünkü Erdoğan’ın rıza gösterdiği ve AKP hükümetinin icraatı olarak bilinen bu uygulamalara “muhafazakâr halkın tepki vermeyeceğinden” emindirler. Bu sebeple, Polis, Savcı ve Yargıçlar açık biçimde ve cüretkârca ideolojik davranmaktadırlar. Mesnetsiz, yasal dayanaktan ve delilden yoksun ideolojik önyargı kaynaklı kararlar verebilmekte, aşırı ve ölçüsüz uygulamalar yapabilmektedirler. İktidar ise, onlara alan açıp sesini çıkarmayarak, adaletsizliklerinin hesabını sormayarak, yapılan bu zulümlere şemsiyelik yapmaktadır.

Bir yandan müslümanlara resmi ideolojik dayatmalar yapılmakta, diğer yandan da müslümanların bunlara karşı düşünsel planda kalan itirazları bile suç sayılmaktadır. Sadece Müslümanların tâğutları inkâr etme hakkını ve görevini yok saymak, pagan âyinlerine karşı çıkmalarını suç saymak, tevhide zarar verecek hususları halka dayatmak bile İslâm’la taban tabana zıt olmakla kalmaz, İslam’a ve müslümanlara en büyük zulmü yapmak anlamına gelir.

10 Mart 2017’de Ankara’da faaliyet yapan İLKAV vakfına yapılan sivil ve resmi polislerin baskını ile, Cuma namazında hutbe okuyan hatip ve vaaz eden vâiz kardeşimiz, yaptıkları dinî nasihatten ve bu açıklama misali adaletsizliklere karşı yaptığımız eleştiriyi içeren bir başka bildirimizin hutbede okunmasından dolayı gözaltına alınmışlardı. Ardından da vakıf başkanı gözaltına alındı. İşte o imam ve vâiz kardeşlerimizin gözaltına alınması sırasında emniyette içeri alınırken TEM girişinde, bir kısmı polis olan Cuma namazını provoke edip sonra da oraya polisin gelmesini sağlayan ihbarcı provokatörlerle karşılaşıyorlar. Provokatör sivil polislerden birisi küfrederek bağırıyor ve “Liderimize, başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan’a laf ettirmeyiz.” diyor. Bu sataşma üzerine imam Hayati kardeşimiz de “Tayyip Erdoğan peygamber mi, niye eleştirilemesin?” sözlerini ifade ediyor. Son derece haklı ve doğal olan bu soru üzerine aynı zalim, ‘Senin peygamberini sin-kaf ederim.’ diyor ve bunu açıkça söylüyor. Olaya şâhit olan iki avukatın da aralarında olduğu bir grup bu olayı tutanakla tespit edip savcılığa suç duyurusunda bulunarak şikâyetçi olmalarına rağmen aradan 20 ay geçtiği halde o terbiyesiz kişiye hiçbir ceza verilmemiştir. O gün orada görevli polislerin bu Peygamber’e hakaret suçunun işlenişine şahid oldukları halde Hayati kardeşimizin ve avukatların bu kişilere suçüstü muamelesi yapmaları, müdahale etmeleri çağrılarına rağmen görevlerini yapmayan polisler hakkında savcılığın 05. 05 2017 tarihli yazısında “müştekilerin kutsal değerlere yönelik hakaret eyleminin görevli polis memurları huzurunda gerçekleşmesine, bu konuda işlem yapılması için talepte bulunmalarına rağmen emniyet mensuplarının o anda hareketsiz kalarak görevlerini kötüye kullandıkları yönündeki iddiaları sabit olsa dahi oluşmuş bir zarar bulunmadığından suçun unsurları ile mevcut olayda oluşmadığı anlaşılmakla şüpheliler hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığına” şeklinde karar verildiği bildirilmiştir. Ancak yaklaşık 20 ay geçtiği halde emniyet kameraları incelenerek tespit edilebilecek sövme fiili ile ilgili hiçbir şey yapılmamıştır. Bunun üzerine olayın canlı şahidlerinin şikâyetlerini yenilemeleri söz konusu olmuş ama henüz ciddi bir soruşturma başlatılmamış olup muhtemelen örtbas edilmeye çalışılmaktadır.

Görüldüğü üzere, bu ülkede, Cumhurbaşkanına hakaret, hatta ağır eleştiri bile kısa zaman içinde, Atatürk’e ve resmi ideolojik dayatmalarına karşı ise, hakareti bırakın herhangi bir eleştiri bile yasaya aykırı bir uygulamayla hemen ânında cezalandırılırken, Rasûlullah’a en ağır hakaret, açıkça sövme ise yasal olarak açık bir suç olduğu hâlde 20 ayda bile cezalandırmaya muhatap olmamaktadır. Üstelik son günlerde hız kazanan Atatürk’e hakaret gerekçeli soruşturma ve tutuklamalarda o kadar ileri gidilmiştir ki, 10 Kasım’da sosyal medya hesabından ‘Kemalpaşa’ tatlısı paylaşımı yapan kişinin tutuklanmasına kadar abartılı ve komik kararlara bile kolayca imza atılabilmiştir.

Biz müslümanların asla yapmayacağı sövme ve hakaret fiilini bulamayan yargı, Kamal Atatürk ve kemalizmle ilgili en küçük eleştiriyi bile hakaret saymaya başlamıştır. Kur’an’da En’am suresi 118. ayette ise, bir okuma tarzında verilen meale göre; “(Onların) Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek taşkınlıkla Allah’a sövmesinler!..”, bir başka okumaya göre de; “Allah’tan başkalarına yalvarıp yakaranlara (tapanlara) sövmeyin ki, onlar da cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler…” burulur.

Sonuçta âyetin bu iki mealine göre de, Allah’tan başkasını ilah edinen, Allah’a değil de başkalarına itaat eden, Allah’tan başkasına tapınan kimselere ve onların ilah edindiklerine sövmenin, hakaret etmenin bizzat Allah tarafından yasaklanması söz konusudur. Bilinçli bir Mü’min’in bu ayetin aksine hareket etmesi ve davetinin muhatapları olan kesimlere ve ilahlaştırdıklarına, kutsallarına sövmesi, hakaret etmesi mümkün değildir.

O yüzden, biz dinimiz yasakladığı için hiç kimseye sövmeyiz, hakaret etmeyiz, çirkin isnatlarda bulunmayız. Tabii ki, bunu, putlaştırılıp ilahlaştırılan şahsiyetleri koruyan laik kanunlardan koktuğumuz için değil, Mustafa Kemal’i de yaratmış ve öldürmüş, Kemalistleri de, bizi de yaratmış ve öldürecek, din gününde hepimizi hesaba çekecek olan Allah yasakladığı için biz bu hakaret ve sövme fiilini işlemeyiz.

Bu sebeple biz Müslümanlar, Kamal Atatürk’e ve Kemalistlere sövmeye ve hakarete de karşı çıkarız, ama onların İslam dışı pozitivist görüş, düşünce, ilke ve eylemlerine de karşı olmak zorundayız. Çünkü düşünsel tercihleri, pozitivist inancı sebebiyle Kamal Atatürk’e ve seküler ilkelerine itaat etmemek, ona ve ideolojisine tazimde bulunmamak, bu bağlamda ideolojik Kemalist eğitime itiraz etmek, değiştirme mücadelesi vermek ve resmi törenlere katılmamak akîdevî sorumluğumuzdur.

Müslümanlar olarak fikir özgürlüğü bağlamında eleştirilerde bulunmak, hem hakkımız ve hem de görevimizdir. Dinimiz öncelikle putlara ve putperestlere karşı çıkmayı, insanları Hak’tan uzaklaştıran tâğutlara tavır almayı, kâfir ve zâlimleri dost edinmemeyi emreder. Allah’ın yolunda hidâyet imamları/önderleri olduğu gibi, insanları ateşe ve azâba götüren imamlar /önderler de vardır; tıpkı Firavun gibi (Kasas, 28/41). Kıyâmet gününde bütün insanlar, kendi imamlarıyla, yani önderleriyle çağırılacaktır (İsrâ, 17/71-72). Şüphesiz ki dünya hayatında Hak’tan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam/önder edinenler, âhirette zarara uğrayacaklardır. Dinimiz, inanacağımız esasları belirlediği gibi, reddedeceğimiz esasları da belirlemiştir. Din; lâ ve illâdır; yani kabul ve red. Din, sevgi ve buğzdur; yani Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek.

En az putperestlere tanınan hak kadar, Müslümanların da akîdelerine ve İslami ölçülere uygun biçimde yaşama hakları olduğunu, insan haklarından bahseden herkes kabul etmek zorundadır. O yüzden; biz muvahhid mü’minler, 10 Kasım ve diğer resmi ideoloji ritüellerinde, tüm resmi törenlerde bütün halkın topyekûn saygı duruşunda bulunma mecburiyetinde bırakılmasının yanlış olduğunu, bunu dayatmanın zulüm olduğunu ve bir an önce bu tür dayatmaların sona erdirilmesi, kaldırılması gerektiğini ifade ediyoruz. Yine, bu vesile ile, okullarda hafta başı ve hafta sonu yapılan heykelin karşısında saygı duruşunun İslâm inancına ters olduğunu ve bir an evvel bu dayatmadan, bu zulümden vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz.

Kim olursa olsun; bir kimsenin devletin zorlamasıyla, kanun gücü kullanılarak sevdirilmesi ve kendisine saygı duruşuna mecbur edilerek, ona toplumun saygısının zorbalıkla sağlanması hem mümkün değildir, hem de doğru ve haklı değildir. O halde bu anlamsız, saygısız, haksız ve zalimane dayatmalara son verilmeli ve herkesin dilediği inancı özgürce tercih edip o istikamette özgürce yaşama ve kimsenin kimseye zorla din ya da ideoloji dayatmadığı barış içinde aynı ülkede hayat sürebilme kültürünün önü açılmalıdır.

Şiddete başvurmayan ve şiddet uygulamaya çağırmayan her fikir ve düşünce kendisini serbestçe ifade edebilmelidir. Hukuksuz yargı kararıyla tutuklanan kardeşimizin söylediği de, biz müslümanların bu bildiride yaptığımız da hakikatin mesajını ortaya koymamızdan ibarettir. Bu yaptığımız, Hakikatin mesajını gündemleştirmekten ve resmi ideolojik dayatmalara, zalime ve zulmüne karşı çıkmaktan ibaret olup, ilahi menşeli hukuka göre inşaAllah ibadettir. Beşeri kaynaklı hukuk zaviyesinden de, ulusal ve uluslararası yasa ve sözleşmelerle güvence altında olduğu iddia edilen “düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü” olup asla suç olarak nitelenemez ve suçlanamaz. Buna rağmen, devleti ele geçirmiş kimi ideolojik gruplar, ideolojik önyargılarını hukukun yerine ikame edenler, yeni hukuksuzluklarla üzerimize gelecek ve zulmedecek endişesiyle de olsa asla hakikati ifade etmekten vazgeçmeyeceğiz. Kimseye zulmetmeden, ama kendimize zulmedilmesine de asla rıza göstermeden her şartta Hakkı haykırıp düşüncemizi ifade etmekten geri durmayacağımız bilinmeli ve artık buna alışılmalıdır.

Bugüne kadar süregelen bu resmi ideolojik dayatmaların, düşünce açıklamasına tahammül edemeyen bağnaz zorbalıkların ve ideolojik kararlar veren yargı uygulamalarının son örneği olarak Emine Şahin’e önce gözaltı operasyonu uygulayanları ve sonra da tutuklama cezası verenleri, genelde de bu baskıcı Kemalist düzeni ısrarla sürdürenleri, bu hukuksuzlukları sebebiyle kınıyoruz. Hakkı bildiği halde, bâtılı destekleyenlere ve bu zulme sessiz kalarak zalimlere alan açanlara Hesap Gününü hatırlatıyor, bu haksız ve insanlık onuru bakımından utanç verici dayatmaları protesto ediyoruz. 13 /11/2018

Ahmed KALKAN    Mehmet PAMAK

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.

Bir Cevap Yazın