BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Statüko ile Sistem İçi Değişimcilerin Mücadelesi ve Müslümanların Konumu

Statüko ile Sistem İçi Değişimcilerin Mücadelesi ve Müslümanların Konumu

Kendilerine rant ve iktidar sağlayan statükoyu sonuna kadar savunma azmiyle hareket eden bürokratik diktatörlük ile bu statükonun baskısı altından kurtulmak isteyen, sistem içi görece özgürleşme yanlısı değişimci sivil-siyasi kesim koalisyonu arasında giderek tırmanan bir mücadele yaşanıyor.

Bu mücadele sürecinde, statükonun sahibi, ülkedeki bütün sorunların ve çözümsüzlüklerin de asıl kaynağı olan Kemalist bürokratik diktatörlüğe, ideolojik dayatmalarına, zulümlerine, hukuksuzluklarına karşı itiraz ederek, adalet ve özgürlük mücadelesi sürdüren, sistem içi değişimciler dışında bir de tevhidi kesim söz konusudur. İşte bu tevhidi kesime, kendi içlerinden kimi Müslümanların, adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefi, statüko ve değişimciler arasındaki mücadelede bulunulması gereken konum bakımından bazı eleştirileri de giderek artmaktadır. Bu sebeple, bu makalede statüko ve sistem içi değişimciler arasındaki mücadelede konumumuzun ne olması gerektiğini tartışmak istiyorum.

Bazı yorumları, eleştirileri ve sözlü olarak ifade edilen kimi itirazları değerlendirdiğimizde; statüko güçleriyle sistem içi değişim yanlıları arasındaki mücadele sürecinde Müslümanların konumunun ne olması gerektiği konusunda iki uç söylemin bizim tutumumuza eleştiriler getirdiğini tespit ediyoruz. Birinci uçta, “Başat sorun Kemalist resmi ideolojinin dayatılması, oligarşik despotizmin tahakkümü ve ulus devletin zulüm politikaları, darbecilik ve çetecilik değil, bunları tasfiye edip yerlerine yeni işbirlikçilerini ikame etmeye çalışan emperyalizmdir ve onun yeni işbirlikçileri olan AKP-Gülen koalisyonudur. O halde tevhidi kesimin adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefinde, zaten emperyalizmin de hedef yaptığı ulusalcı Kemalistler değil, sadece işgalci emperyalizm ve yeni işbirlikçileri AKP-Gülen koalisyonu olmalıdır. Zaten etkisini yitirmiş, cevap vermeye bile değmeyecek konuma düşmüş, tasfiye edilmek istenen Kemalizm’le uğraşılmamalı, düşene vurulmamalı, yerine ikame edilecek ve İslam ve Müslümanlar için daha büyük tehlike olan AKP-Gülen koalisyonuna karşı mücadele öne çıkarılmalıdır.” diyenler yer almaktadır.

İkinci uç ise,Ülkedeki zalim statüko ve sahibi oligarşik diktatörlük halen hükmünü sürdürmekte, darbeciler, çeteciler hala fonksiyonel konumda bulunmakta ve özgürleşmenin önünü tıkamaktadırlar. AKP-Gülen koalisyonu ise, bu zalim statükoyu değiştirip daha özgürlükçü demokratik bir sistem kurmak istiyor, bu bizim de büyük ihtiyacımızdır, o halde tevhidi kesimin adalet ve özgürlük mücadelesinin hedefinde sadece Kemalist oligarşi, dayatılan resmi ideoloji ve ulusalcı darbeciler-çeteciler yer almalı, AKP-Gülen koalisyonuna karşı tepki verilerek cephe büyütülmemeli, tam tersine onların ülkeyi özgürleştirme çabalarına destek verilmeli.” diyenler bulunmaktadır.

Biz ise, iki ucun da zaaflarının bulunduğuna, iki ucun da bizi taraflardan birinin yandaşı konumuna indirgeyerek özgün İslami konumumuzu belirlemekte acze düşüreceğine, ayrıca birinci uçta yer alanların öncelik tespitinde de büyük hata yaptıklarına inanıyor, vasat ve dengeli bir mücadeleyi sürdürmeye çalışıyoruz. Şöyle ki, halen tahakkümünü sürdüren Kemalist dayatmaya, ilahlaştırılan ulus devletin devam etmekte olan zulüm politikalarına, oligarşik diktatörlüğün zorbalıklarına, hala provokasyonlarını sürdüren darbe ve çete düzenine karşı mücadelenin, adalet ve özgürlük mücadelemizin temel ve öncelikli hedefi olması gerektiğine inanarak, bir yandan bu tespitin gereğince çabalar geliştiriyoruz.

Diğer yandan da, Kemalist ulusalcı darbecilerin de arkasındaki güç olan emperyalizmin projelerini, oyunlarını bütüncül bir biçimde değerlendirip ifşa ederek emperyalizmi de hedef alıyoruz. Aslında Kemalist despot düzene ve batıcı resmi ideoloji dayatmalarına karşı sürdürülen mücadelenin, onu 80 yıldır dayatan oligarşinin arkasındaki emperyalist güçlere karşı mücadeleye de somut bir içerik kazandıracağını, aksi takdirde ülke gerçekliğinden soyutlanmış mücerret bir emperyalizm karşıtlığının ayağı yere basmayan teorik bir karşıtlıktan öte gidemeyeceğini düşünüyoruz. Ancak, emperyalizmin bir başka kanadının işbirlikçisi ve potansiyel tehlike olan AKP-Gülen koalisyonu üzerinden İslam ve Müslümanları sekülerleştirme / Protestanlaştırma politikalarının da ifşa edilmesi, bu yeni tehlikeye de dikkat çekilmesi istikametindeki sorumluluklarımızı da yerine getirmeye çalışıyoruz. İnanıyoruz ki, beşeri hevanın ürünü sekülerleşme, laiklik, ulusalcılık ve kapitalizm karışımı modele dayalı sistemin yerine özgün İslami adalet sistemini kurmayı temsil edenler, özgün Kur’ani çizgide durarak, önceliği zalim statükoya verseler de, görece özgürleşmeyi temsil eden türevleriyle birlikte sistemin bütününe karşı alternatif olarak durmak ve toplumun önüne, Kur’an-sünnet eksenli özgün projeleriyle çıkmak sorumluluğunu taşımaktadırlar. İşte bu yazıda, inşallah bu tercihlerimizin gerekçelerini açıklamaya ve yapılan itirazları tartışmaya çalışacağım.

Emperyalist Projeler ve Ulusalcı Kemalizm

Öncelikle belirtmek isterim ki, Kemalist resmi ideoloji tasfiye edilip, anayasa ve hukuk bu ideolojinin kuşatmasından tamamen kurtarılmadıkça, Kemalist dogmatik kuşatma altındaki askeri ve sivil eğitim kurumları ve programları, bu seküler Batıcı pozitivist ideolojiden arındırılıp sadece insani erdemleri, insan haklarını ve hukuku esas alan, fıtratı koruyup geliştirmeyi ve iyi insan yetiştirmeyi hedef alan özgürlük adaları haline dönüştürülmedikçe, ordu haddini bilip sadece halkın dış güvenliğini sağlayan ve halkın seçtiklerinin kararlarına itaat eden bir konuma getirilmedikçe, eğitim, ordu, yargı, sermaye ve medya başta olmak üzere bütün devlet ve kurumları böylesine hak, adalet, hukuk ve özgürlük eksenli bir yeniden yapılanmaya götürülmedikçe, mevcut bağnaz kadrolar rehabilite edilmedikçe, edilemeyenler de tasfiye edilmedikçe, bu ülkede emperyalizmin işbirlikçisi Kemalist bürokratik diktatörlüğü geriletmek ve emperyal projeler istikametinde Kemalist bir tahakküm ve işgali belli ölçüde de olsa ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.

Ulusalcı Kemalistlerin, darbeci-çeteci Ergenekoncuların antiemperyalist olduğu, yerliliği temsil ettiği ve şimdi de emperyalistlerce tasfiye edilmeye çalışıldığı iddiası bir safsatadan ibarettir. Tarihsel sürekliliği de sahip bulunan bir propagandadır. Oysa İslam’ı ötekileştirip düşmanlaştırarak, yerli Müslüman halkı zorla Batılılaştırmaya ve emperyalistlere benzetmeye yönelik pozitivist dayatmaları başlatanları ve takipçilerini antiemperyalist olarak nitelemek, tarihi gerçeği saptırmaktan başka bir şey değildir.

Mustafa Kemal de, Kemalist kadrolar da tıpkı İttihatçılar gibi Batıcı ve pozitivisttirler. Daha birer ittihatçı subayken, Batının seküler kültür ve ahlakıyla, Batının pozitivist düşüncesiyle bütünleşmiş ve bireysel olarak da böyle İslam dışı bir hayatı yaşamakta ve bir gün ellerine yetki geçtiğinde de bunu bütün ülkeye hâkim kılma arzusunu taşımaktaydılar. Nitekim Kemalist ulusalcı kadrolar yeni sistemin başından itibaren, savaşla kovulduğu iddia edilen, oysa başından itibaren uzlaşılan emperyalist devletlerin seküler-laik kültürel, hukuki ve ekonomik değerlerini, normlarını topyekun taklit eden bir değişimi, şiddete dayalı politikalarla dayattılar.

Bu sebeple, faşist İtalya’nın Ceza Hukuku, İsviçre Medeni kanunu, Alman Ticaret kanunu vb Avrupa kanunları olduğu gibi ithal edildi. İzmir kongresinin aldığı kararlarla da, ekonomik planda küresel kapitalizme eklemlenme sözü verildi. İlk etapta yeterli bir burjuva sınıfı olmadığı için, önce ekonomide devleti belirleyici kılarak halkın kaynaklarının devlet ihaleleriyle yandaşlara aktarılması yoluyla “kapitalist (milyoner) yaratma” adı altında hortumculuk-vurgunculuk süreci başlatıldı. Böylece yandaş bir sermaye sınıfı oluşturdukça da zamanla –malum ray değiştirme süreçlerinde- bu kamu ekonomik kuruluşları da özelleştirmeyle onlara devredilmeye başlandı. Neticede, kültür ve eğitim alanında “ideolojik devletçilik”le tepeden dayatmacılık ısrarla sürdürülse de, konjonktürel olarak uygulanan ve yandaş sermayedarlar oluşturmak için kullanılan “ekonomide devletçilik” ilkesi, bu sermayedarlara daha fazla alan açmak ve kapitalizmi daha fazla oturtmak amacıyla terk edildi.

Ülkemiz, “kurtarmayan savaşta” sözde kovulduğu iddia edilen emperyalist devletlerin seküler, paganist, pozitivist ideoloji ve kültürünün açık işgali altına girmiştir. Ve bu kültürel işgal ile yerli kültür, İslami kimlik ve değerlere yönelik emperyalizm yanlısı kültürel-ideolojik savaş bugün hala devam etmektedir. Türkiye’nin İncirlik dahil bütün üs ve limanlarını, hava sahasını ABD ve Siyonist askerlere tahsis eden, Siyonistlerle, emperyalistlerle askeri alanda silah, eğitim, istihbarat anlaşmaları yapan ve bu konulardaki işbirliği anlaşmalarını siyasi iktidarlara da baskıyla kabul ettiren, hatta OYAK üzerinden uluslararası emperyalist sermaye ile de bütünleşen Kemalist ulusalcı asker bürokratlar, darbeci, Ergenekoncu generaller değil mi? Kore’den Somali’ye kadar hep bu Kemalist ulusalcı kadrolar emperyalistlerin saflarında masum yerli halklara karşı yapılan katliamlara iştirak etmediler mi?

Herhalde, bu kararları siyasiler veriyor diyecek kadar safça düşünecek halimiz yok. Genelkurmay’ın “kutlu doğum haftası”nda başörtüyle ilahi söyleyen küçük kızlar için dahi muhtıra verdiği, yetkisi dışındaki her konuda, siyasi konularda sık sık ve hemen bildiri yayınladığı bir ülkede, emperyalist devletlerle işbirliği, asker gönderme konularında siyasilere hiçbir zorluk çıkarmadan destek vermesi, hatta takındığı tutum ve bildirdiği görüşlerle teşvik etmesi ne anlama gelmektedir?

Tarihî ve belgesel olarak sabit olduğu üzere, emperyalist kapitalist devletlerin faşist dönemini taklit eden baskıcı Kemalist kadroları antiemperyalist kabul etmek mümkün değildir. Bugün gelinen noktada radikal Kemalist ulusalcı darbecilerin tasfiye edilmek istenmesinin sebebi, bu taklitçi Kemalistlerin, Batının uyarılarına rağmen kendilerini ve sistemlerini yenileyememeleri, Batının faşist dönemini taklit ettikleri gibi görece özgürleşme dönemini de taklit etmeyi sürdürememeleri, yani taklidi dinamik hale getirememeleri sebebiyle geride ve ilk taklit ettikleri Batının faşist döneminde takılı kalmalarıdır. İşte bu sebeple Batı, kendilerinin sonraki daha özgürlükçü dönemini de taklit ederek, yani mevcut Batıcı sistemi Batının ulaştığı daha özgürlükçü normlarla yenileyen ve böylece eski baskıcı döneme göre halka görece bir nefes aldırarak Batıcı sistemin ömrünü uzatan yeni kadrolarla işbirliğine gitmek zorunda kalmıştır.

Bütün bu gerçeklere rağmen, İslam’la ve Müslümanlarla emperyalist Batı kültürü adına 80 yıldır savaşan ve ilk defa kuyruğunu ele vermiş ama hala güçlü silahlı ve ekonomik örgütlenmesiyle tahakkümünü sürdüren Kemalist despotizmin kuyruğunu kurtarmasına yarayacak çıkış ve çağrılar yaparak, “Kemalist despotizm oyalamacadır asıl sorun emperyalizmdir.” gibi ifadeler kullanarak Kemalizm’i ve Ergenekoncu çeteleri korumaya almak anlamına gelecek söylemler sahiplerini vebal altında bırakır.

Herkesçe bilinen ırkçı, ideolojik ve ekonomik zulümleri gerçekleştiren Kemalist ulusalcı darbeci çeteci kadrolar, aynı zamanda TSK içinde de üst mevkilerde yer alarak ve TSK’yı da kendi hukuksuz amaçları için istismar ederek, halkın vergileriyle alıp kendi güvenliği için emanet ettiği silahların sağladığı gücü, emperyalist Batının seküler kültürünü dayatmak ve İslam şeriatını “irtica” yaftasıyla aşağılayıp dışlamak için kullanmıyorlar mı? Toplum içinde azınlık da olsalar, örgütlü silahlı gücü olan, iktidar ve rantı gasp etmiş bulunan oligarşi, emperyalist kültür adına sürekli darbe ve muhtıralarla kendi halkını emperyalizmin arzuları istikametinde hizaya sokmaya çalışmıyor mu? Bu sebeple, emperyalizmin öncüsü ABD yönetimi onlar için “Bizim Çocuklar” demiyor mu?  Ve bu darbeciler Amerika’da emperyalist projelerin fonlarıyla emperyalistlerce eğitilmiyor mu? Bu vakıa ile birlikte değerlendirildiğinde Montesque’nün “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar” sözü, size uyandırıcı bir etki yapmıyor mu?

Tabii ki temenni edilmez ama doğrudan emperyalist orduların işgali altında bulunsaydık, bizi George ya da Tony adını taşıyan emperyalizmin sömürge valileri yönetseydi, İslami kimlik ve Allah’ın şeriatıyla bu derecede savaşı göze alabilir ve kendi seküler Batı kültürünü bu derecede zorbalıkla dayatmaya cesaret edebilirler miydi? Teşebbüs etseler dahi bu derece sonuç alabilir ve tahakkümlerini bu kadar uzun yıllar sürdürebilirler miydi? Bu dıştan dayatmaya halk kısa sürede baş kaldırıp açık işgalci yabancı orduyu çok daha çabuk kovarak şimdiye kadar çoktan özgürlüğüne kavuşmuş olmaz mıydı? Doğrudan işgalle sömürgeleştirilen ülkeler on yıllar önce bağımsızlıklarını kazanmadılar mı? Biz ise hala emperyalizmin seküler kültürünün, jakoben laikliğinin dayatmalarından kurtulup çocuklarımızı özgürce başörtü ve İslami kimlikleriyle, hem de kendi vergilerimizle yapılan okullara gönderebilme hakkına bile sahip olamıyoruz. İslami eğitim hakkımız hiç yok. Siyasi kadrolar ise, hâlâ 12-15 yaş altındakilere de Kur’an öğretiminin verilmesinin önünü açacak bir yönetmelik değişimini bile gerçekleştiremeyecek kadar bu oligarşik gücün baskı ve korkusunu üzerlerinde taşıyorlar. TSK’nın gücünü de rahatça kullanan bu asker bürokratlar öncülüğündeki Kemalist ulus devletçi Ergenekoncu oligarşi izin vermeden görece bir adalet ve özgürlük için tek bir adım bile atılamadığına göre, nasıl olur da yaşanan bunca zulmün müsebbibini bırakın da başkalarıyla uğraşın yönlendirmesi yapılabilir? Bizim de sürekli eleştirdiğimiz bir husus olan siyasi kadroların korkaklığı, ilkesizliği ve beceriksizliği ve iktidar uğruna onlara biat ediyor olmaları bile, sonuçta yine onların baskı ve korkutmalarıyla hâsıl olan bir sonuç değil mi?

Ülke dışındaki emperyalistler mi daha öncelikle eleştirilmeyi ve mücadele edilmeyi hak eder, yoksa onların arzularını, kültürlerini kendi halklarına zorla dayatan yerli işbirlikçiler mi? Üstelik bu emperyalist işbirlikçilerin hukuksuzluklarına dair Ergenekon iddianamesiyle ortaya çıkanlar buz dağının su üstü kısmı gibidir.

İşte bu sebeplerle tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinde önceliği Kemalist dayatmalara vermek, öncelikle halen ülkede tam egemen olan Kemalist Ergenekoncu oligarşik despotizmle hesaplaşmak zorundayız. Tabii ki, haklarımız, hukukumuz ve inancımız için yakın ve var olan Kemalist tehlike ve zulme karşı mücadeleyi yürütürken, bu süreçte belki Kemalist zorbalığa karşı müttefik gibi görünen ve Batı desteğinde görece bir özgürleşme iddiasını da temsil eden, ama aslında kendileri de emperyalizmin yeni işbirlikçileri olan ve eski işbirlikçi baskıcı Kemalizm’i reforme edip ılımlılaştırarak sürdürme, İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirip küresel kapitalizme eklemleme rolünü üstlenen AKP ve Gülen hareketinin tevhidi davet ve uyanış için yeni ve potansiyel bir tehlike oluşturduğunu da bilmeli ve ifşa etmeliyiz. Bu konuyu da inşallah başka bir yazıda ele almaya çalışacağım.

AKP-Gülen Koalisyonunun Emperyalizme Sığınma Stratejisi

Ergenekon davasıyla, radikal Kemalistlerin İslam karşıtı laikliğini ılımlılaştırma, emekli kadrolarını tasfiye ve muvazzaf kadrolarını da bu istikamette terbiye süreci başlatılmış ve bunun öncülüğünü  de, şartların zorlamasıyla ve liberal-sol kesimin desteğinde AKP-Gülen koalisyonu üstlenmiş olsa da, bunun arkasında küresel güçlerin yer almaması ve destek vermemesi halinde başarıya ulaşması mümkün değildir. Çünkü mevcut baskıcı, zalim, İslam’la savaşan din düşmanı Kemalist Ergenekoncu, darbeci statükonun elinde büyük silahlı güç var, ayrıca arkasında hâla ABD’de etkisi belli ölçüde de olsa devam eden ve Yahudi lobisinin de desteğine sahip olan sopa politikası yanlısı neo-con ekibinin tam desteği var. Ayrıca, başta AB’nin ağır topları Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa’daki İslam düşmanlarının desteği var. Çünkü onlar belirgin rengi İslam karşıtı radikal laik Kemalizm olan Ordu’ya hâkim baskıcı zihniyetin devamında çıkarları bakımından fayda görüyorlar. Eğer ordunun elindeki vesayet sopası alınıp –demokratikleşme- sağlanırsa Türkiye’de İslami dirilişin durdurulamayacağı kanaatine sahiptirler. Bu sebeple, Avrupa ve Amerika’da, laikliğin ve Batı yanlısı sistemin bekçisi olarak gördükleri orduya fazla yüklenmemek gerektiğini, çünkü Türkiye’nin özel şartları sebebiyle ordunun fazla yıpratılmaması ve mevcut katı laiklik uygulamasından da geri adım atılmaması gerektiğini söyleyen oldukça etkili bir sahiplenme var. Bunlar, “Türkiye’nin İslamlaşmaması ve İslam’a kaybedilmemesi” için böyle laikçi bir orduyu en önemli güvence olarak görüyorlar.

Emperyalist ABD ve Batı içinde de farklı eğilimler taşıyan, ülkelerinin çıkarları ve aynı emperyal amaçlar için üretilmiş çeşitli projeleri olan farklı kanatlar var. Statüko emperyalist gücün bir kanadının projesine denk düşüp ondan destek görürken, değişimciler de aynı emperyalist devletlerin içinde üretilmiş değişimci projeyle örtüşüp ondan destek alabiliyor. Böylece emperyalist güç, hangi taraf galip gelirse gelsin bölgedeki çıkarlarını onunla koruma imkânını elinde bulundurmaya çalışıyor.

Hükümet ve sivil bürokrasiyi bir ölçüde elinde bulunduran AKP-Gülen koalisyonu ise, arkalarında var olan büyük ve kitlesel halk desteğini öne çıkarıp, meydanlardan yükselecek milyonların adalet ve özgürlük taleplerini organize etmek zahmetine katlanmadıkları için, stratejilerini yerli despotlarla küresel despotlar arasındaki dengeye oturtmuş bulunuyorlar. Yerli despotların şerrinden onların da efendisi olan küresel despotlara, yani kâhyanın zulmünden ağaya sığınarak kendilerini ve iktidarlarını güvence altına almaya çalışmak gibi ahmakça bir yol tutturmuş bulunuyorlar. Böyle olunca da, sığındıkları gücün oyununa alet olmaktan kurtulamıyorlar. Bu yüzden, küresel emperyalizmin bir elinde yerli despotların ipi, diğer elinde de onların yerine ikame etmek istediklerinin ipi var. Emperyalizm bazen birini, bazen diğerini serbest bırakıp önünü açarak, iki tarafı da terbiye etmeye ve uyum sağlamaya yanaşmayanı da tasfiye etmeye çalışmaktadır. Bu oyunu, ancak halkın gücüne dayanarak, halk kitlelerini meydanları doldurup adalet ve özgürlük taleplerini haykırması için organize ederek ve meydanlardan yükselen bu kitlesel haykırışın rüzgârını arkasına alarak, küresel ve yerel despotlara sığınmadan kendi özgün politikasını sürdürecek ve değişimi halkın gücüyle sağlayacak bir siyasi güç bozabilir. Ama maalesef Türkiye’de böyle basiretli, becerikli, fedakâr ve yürekli bir siyasi kadro görünmemektedir.

Kemalizm Her Makas Değiştirmede Kendini Yeniden Üretmektedir

Kemalizm özet olarak, pozitivist felsefeye dayalı, İslam karşıtı laik, batıcı, ulusalcı, kapitalist ve seküler bir ideolojidir. Kemalist TC treni, emperyalist devletlerin istasyonundan kalkmış ve böylesine batı yanlısı bir istikamete yönelerek, hep Batının seküler, kapitalist, laik, ulusalcı rayları üzerinde yoluna devam etmiştir. Hep Batı istikametinde ilerleyen Türkiye treninin, batıdaki gelişmeleri takip edip dinamik bir taklidi gerçekleştiremediği için her geri kalışında ve Batının yeni görece özgürlükçü konumunu taklit etmek isteyen kadrolar iktidar olduğunda, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak, görece özgürlükçü yeni Batı standartlarını da kazandıracak bir ray değiştirmesi sağlanmakta ve böylece Batı yanlısı sistemin ömrü uzatılmaktadır. Ancak bir yandan da önceki sistemin baskıcı zulüm politikalarından bunalmış, haksızlıkların, adaletsizliklerin zirveye çıktığı faşist dönemlerin uygulamalarına artık dayanma gücü kalmamış, sisteme ve Batıya düşmanlığı tırmanmış olan kitlelere görece bir özgürleşme imkânı da getirilerek, bu görece özgürleşme ve kısmi haklar karşılığında, bu kitlelerin yerel ve küresel sisteme entegrasyonu yeniden temin edilmiştir.

İşte Menderes, Özal ve Erdoğan-Gülen koalisyonu dönemleri, bu bağlamda Batıcı sistemin ray değiştirerek, tepkili kitlelere görece bir ferahlık, özgürleşme ve zenginleşme imkanı sağlayarak kendisini yeniden ürettiği dönemlerdir. Ama TC treni, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak ve bu doğrultuda geliştirilip yenilenerek, belki yeni konsepte uygun biçimde Kemalist sistem yeniden üretilerek Batı istikametindeki emperyalist işbirlikçisi yolculuğuna devam etmektedir. Bu ray değişikliği ile sağlanan görece özgürlük dönemlerinin, İslam ve Müslüman halklara bir miktar özgürlük getirerek, oligarşinin tekelindeki iktidar ve ranttan bir miktar Anadolu insanı da istifade ettirilerek ve bu şekilde Müslüman halkı bir miktar zenginleştirerek, dünyevileştirme, sekülerleştirme ve küresel kapitalizme ve onun bir parçası kılınan yerli kapitalist laik batıcı sisteme eklemleme riski, tehdit ve tehlikesi söz konusudur ki, bunu ifşa edip Müslümanları uyarmak ve bu oyunu bozmaya çalışmak da bizim görevimizdir.

Dönüştürme Riski Sebebiyle, Görece Özgürleşme Olmasın, Despot Statüko Sürsün Denebilir mi?

Sırf Müslümanları dönüştürme ve sisteme entegre etme riski vardır diye, görece özgürleşmeyi vadedenler başarısız olsun ve daha baskıcı, daha zalim ve daha faşist politikaları uygulayan statüko, emperyalizmin faşist taklitçisi olan despot oligarşi hükmünü sürdürsün bari diyebilir miyiz? Müslümanlar, ferasetli olup, tevhidi istikameti her şartta korumayı başarmak zorundadırlar. Halkı görece özgürleştirici ve zenginlikten payını biraz daha arttırıcı bir sisteme geçilirse, biz buna dayanamayız, ilkelerimizi ve dinimizi koruyamayıp sisteme eklemleniriz, bu sebeple iktidar ve rantı baskıcı faşist Kemalist oligarşinin elinde toplayan ve halkı daha fazla sömürüp, daha fazla ezen statüko devam etsin denemeyeceğine göre, biz olumlu gelişmelerden istifade ederek, ama yeni dönemin risklerini de ifşa edip tedbirler alarak kendi tevhidi yolumuza devam etmeliyiz.

Nasıl ki, aşırı rehavet, zenginlik ve rahatlık ortamı dünyevileşmeye yol açıp, bu imkânları temin eden güce ram olmaya yöneltme riski taşıyorsa, aşırı baskı ortamı da insanların fıtratlarını bozarak yozlaşmaya, çürümeye, zalimleşmeye yol açarak ve baskıcı sistemin oluşturduğu korku krallığı da davetin muhataplarını korkutup ürküterek, davetçileri zulümleriyle etkisizleştirip engelleyerek tevhidi dönüşümün önünü kesmektedir. Bu sebeple biz her şartta (ki görece özgürleşme taşıdığı riske rağmen akıllı, bilinçli, ferasetli ve ilkeli davrananlar için daha elverişli olabilir) sorumluluklarımızı kuşanarak, zaten bizim olan ve gasp edilmiş bulunan haklarımızın kısmen iadesi sebebiyle bunu sağlayanlara meyletmeden, Rabbimize hamd ederek ve bu suretle sağlanan görece özgürlük imkanlarını da kullanarak tevhidi davet ve şahidlik sorumluluğumuzu sürdürmeli, yeni işbirlikçilerin de söz konusu tehlikelerini ve sekülerleştirme, kapitalizme eklemleyip dönüştürme hedeflerini de ifşa ederek, halkımızı uyarmaya, kendi çevrelerimizin de ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit tutmaya çalışmalıyız. Neticede bütün şartlarda imtihan olmakta olduğumuzu unutmamalıyız.

Tabii ki, 80 yıldır ve halen süren ve sözü edilen yeni makas değiştirmeler yaşansa da kendini yeniden üreterek hükmünü sürdüren; 1 – Batıcılığı, Batılılaşmayı, modernliği, çağdaş medeniyet seviyesi olarak ulaşılması gereken kutsal bir hedef haline getirmiş; 2 – Siyasi ve hukuki açıdan laik; 3 – Dini ve kültürel açıdan pozitivist-paganist ve ulusalcı; 4 – Ekonomik açıdan Kapitalist olan ve 5 – Hevaya tabi seküler bir yaşam tarzını temsil eden Kemalizm, bütün makas değiştirmelere rağmen süreklilik arz etmekte, aynı emperyalist istikametteki yürüyüşünü sürdürmektedir. Bütün türevleriyle Kemalizm’i, yani Kemalizm’in temel çizgisi olan laik, kapitalist, seküler projeyi hedef almak, aynı zamanda arkalarındaki emperyalizmi de hedef almak, ülkemizde emperyalizmle işbirliği halinde gerçekleştirilen emperyalist kültüre ait işgalin de açığa vurulması, emperyalizmin bütün projelerinin ifşa edilmesi, oyunun bütüncül olarak ortaya konulması anlamına da gelmektedir.

Halen devam eden büyük kuşatma, baskı ve başat zulmüne rağmen, Kemalizm’i tükenmiş, bitmiş, eleştirmeye bile değmez ve acınacak zavallı gibi gösterenler, bu ifadelerinin Kemalizm’e yönelik mücadeleyi kırmaya yol açabileceğini düşünmelidirler. Bugün Türkiye’de baskıcı hükmü, tekçi dayatma ve tahakkümü hâlen süren Kemalizm iken, 80 yıldır yaşanan ve halen süren bu büyük, yaygın ve derin zulmün, hukuksuzluğun müsebbibi Kemalizm iken, on binlerce cana kıyarak, hapishaneleri siyasi keyfi kararlarla yüz binlerce masum insanlarla doldurarak, ülkede yaşanan bütün zulümlerin kaynağı olan Kemalizm iken, eğitimi bir öğütme aracı haline getirip milyonlarca zihni işgal edip, ruhları kirletip esir alan, vicdanları, fıtratları karartarak, bozarak insanımızı kendine ve Rabbine yabancılaştırarak tam bir toplumsal cinnete yol açmış olan Kemalizm iken ve bütün bu zulümlerini hala acımasızca sürdürüp, en ufak düzeltme çabasını ise silah zoruyla engelliyorken, “Kemalizm’in üzerine gitmeyelim, zavallı zaten epey zayıfladı!” mealinde ifadeler kullanılması doğru mudur?

Yaklaşık 20 yıldır Kemalist ulusalcı oligarşiye İslami ölçülerle itirazlar yükseltmeye, zulmünü ifşa etmeye ve geriletmeye yönelik çabalar içinde bulunuyorum. Başlangıçta, “Kardeşim çok sert yazıyorsun, sistemi çok açık eleştiriyorsun, başımızı belaya sokacaksın!” gibi ifadelerle sisteme yönelik eleştirilerimizi engellemeye çalışanlar çıkıyordu. Ancak aynı eleştirileri liberal-sol çevrelerden yazarlar yaptığında, “Ne yiğit adam ne kadar da yüreklice eleştirmiş, ne güzel yazmış!” deniyordu. Hatta Zaman Gazetesinin bir köşe yazarı, Çetin Altan’a hitap ettiği bir makalesinde, “Vebalin büyük, neden iki çocuktan daha fazla yapmadın, keşke daha fazla olsalardı da özgürlük mücadelesini daha çok sayıda insan sürdürseydi!” mealinde utandırıcı ifadeler dahi kullanmıştı. Yani bu insanlar “Ben niye adil İslami kimliğimle daha ilkeli ve daha yürekli adalet ve özgürlük mücadelesi ortaya koyamıyorum?” diye, İslam’la bağdaşmayan kendi zilletini sorgulayacağına, hak ve özgürlüklerinin savunulmasını liberal-sol yazarlara havale edip, başkalarından medet umuyorlardı. O zaman Kemalizm’in güçlü olduğu zannıyla bizi “Başımızı belaya sokacaksın!” diye susturmaya kalkanların bir benzerleri de bugün de “Kemalizm zaten bitti, hala ne diye onunla uğraşıyorsunuz?” diyerek Kemalizm’in güçsüz olduğu, tahakkümünün bittiği zannıyla susturmaya kalkıyorlar.

Şimdi yeni emperyal projede rol alanlara tepki göstermek adına, aynı emperyalistlerin eski ve halen tahakkümü süren işbirlikçisi Kemalist ulusalcıların baskıcı sopa politikalarını sürdürmelerini görmezden mi gelmeliyiz? Yeni potansiyel olan tehlikeyi ve havuç politikasıyla yapılmak istenenleri de ifşa edip karşı çıkarken, aynı zamanda halen süren tehdit ve zulme karşı daha ciddi ve daha öncelikli tepkiler vermek neden bir Müslüman’ı rahatsız eder?

Tabii ki, Müslüman mevcut zulme karşı mücadele ederken, ferasetiyle, eskisinin yerine ikame edilmeye çalışılan yeni zulümleri, yeni zulüm projelerini de fark edip, ifşa ederek, onun da önünü kesmeye çalışmalıdır. Ancak bu durum, eski olan ve halen amansızca devam eden zulme karşı mücadeleyi aksatmamalıdır. Bu sebeple biz Müslümanlar, birinci öncelikli olarak emperyalizmin Kemalist işbirlikçileri eliyle uyguladığı sopa politikasına karşı mücadele etmeli, hatta AKP-Gülen koalisyonunun aynı zulmün görece muhatapları olarak bu zulmü ve zalim oligarşiyi tasfiye etme çabasını da teşvik edip, yerine gelecek görece özgürleşme imkanından da istifade etmeliyiz. Ancak, yeni havuç politikasıyla İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirme, dönüştürme ve kapitalist emperyal küresel sisteme eklemleme riskine de dikkat çekerek, bu oyunu da ifşa edip bozma mücadelesi vermeliyiz.

Bizim AKP ve Gülen’in “medeniyetler ya da dinler arası diyalog, uzlaşma, kapitalizme eklemlenme, ABD ve Batı işbirliğiyle İslam’ı ve Müslüman halkları sekülerleştirme / Protestanlaştırma” projelerine karşı olmamız, bu tehlikeyi ifşa edip, onunla mücadele etmemiz, neden aynı zamanda 80 yıllık ve halen amansızca sürdürülen Kemalizm zulmüne karşı da mücadele etmemize engel olsun ki? Üstelik bugün AKP-Gülen koalisyonu bürokratlarının işgüzarlığıyla açılan İLKAV, Özgür-Der, Radyo Denge ve hakkımızdaki diğer davaların ve 28 Şubat zulümlerinin, aynı zulmün kimi mağdurlarının eliyle hâlâ sürdürülüyor olmasının sebebi de yine tağuti Kemalist resmi ideolojinin oluşturduğu baskı ve korku değil midir? Şüphesiz ki, ister bu korku sebebiyle, dirayetli ve ferasetli davranamayıp emperyalistlere paçayı kaptırdıkları için, isterse tevhidi kesimi kendi sekülerleştirme projelerinin önünde engel olarak gördükleri için olsun, açtıkları bu tür davalarla Müslümanları susturmaya kalkmalarından dolayı sorumludurlar, zalimdirler ve bu zulümleri de ifşa edilmelidir.

Tabii ki AKP ve Gülen hareketi bahsedilen projelerin yürütücüleri, emperyalizmin işbirlikçileri olarak (ki onları bu işbirliğine zorlayan da, en azından başlangıçta, daha çok Kemalizm’in hışmından kurtulma arayışlarıdır) tevhidi inanç sahipleri için ciddi potansiyel tehlike olma vasfını taşımaktadır ve biz bu tehlikenin farkında olmak ve bu konuda uyarılarımızı sürdürmek, tedbirlerimizi almak zorundayız. Kemalizm ise, halen geçerli olan ve zulmünü fiilen sürdüren ve öncelikle hesaplaşılması, tasfiye dilmesi gereken vakıa, var olan ve ısrarla süren bir tehlikedir. Ayrıca AKP-Gülen koalisyonu Batı desteğinde görece bir özgürleşme potansiyelini ve Kemalizm’in tasfiyesinde önemli bir imkânı da temsil etmektedir. O halde biz Kemalizm’in ve var olan darbeci, çeteci odakların tasfiyesinde bu güçlerin Batı desteğinde aldırdığı mesafeyi ve Batı desteğinde liberal ve sol kesimler hatırına da olsa gelebilecek görece özgürleşme imkânını da görmezden gelemeyiz.

O halde biz, bu gasp edilmiş haklarımızın kısmen iadesini de bir imkân olarak değerlendirip, zaten bizden gasp edilmiş olanların kısmen bize iade edilmesi karşılığında AKP-Gülen koalisyonu üzerinden sisteme eklemlenmeden, doğrudan Rabbimize hamd ederek ve zaten bizim olan bu imkânları da kullanarak, bir yandan esas zalim ve gerçek faşist iktidar olmayı sürdüren Kemalizm’i tasfiye etmeye çalışırken, bir yandan da yerine ikame edilmek istenen yeni sekülerleştirme, dönüştürme projelerini de ifşa edip karşısında durmalıyız. Ve bu zeminde esas stratejimizi hiç terk etmeden tevhidi davet, şahitlik, eğitim ve adalet mücadelemizi ilkeli bir biçimde sürdürmeli ve toplumun önünde, gerçek adalet ve kurtuluş yolunu gösteren SAHİCİ alternatif olduğumuzu göstermeliyiz.

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.