BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Basın'da Mehmet Pamak / Pamak: ‘Kapitalizmin Ölçüsüz Kazanma Hırsına Dayalı Sömürü Çarkı Durdurulmalı, Onurlu Kazanç Yolu Emek Korunmalıdır’

Pamak: ‘Kapitalizmin Ölçüsüz Kazanma Hırsına Dayalı Sömürü Çarkı Durdurulmalı, Onurlu Kazanç Yolu Emek Korunmalıdır’

İnsanlık Tarihi Boyunca Servet Biriktiren Müstekbirler, Mustaz’af Emekçileri Sömürmüşlerdir

 

İnsanlık tarihi boyunca haksızlık ve adaletsizlikle servet biriktiren ve onunla şımarıp arzda fesad çıkaran varlıklı müstekbirler, mustazaf kitleleri sömürüp kendilerine iktidar ve rant devşiren düzenler kurmuşlardır. Kendilerine çıkar ve kazanç sağlayıp servet biriktirerek güç sahibi olmak için on binlerce mustazaftan oluşan fakir kitleleri, güçsüzleri, zayıf bırakılmışları karın tokluğuna çalıştırıp emeklerini sömürmüşler, köleleştirmişlerdir. Kendilerine güç, iktidar ve rant sağlayan bu sömürü düzenini kitleler nezdinde meşrulaştırmak, toplumu bu halin doğal olduğuna ikna etmek ve statükoyu koruyup sürdürmek için ürettikleri atalar diniyle kitleleri aldatmışlardır. Bu sebeple de, statükoyu sarsacak, sömürü düzenlerini alt üst edecek kurtarıcı mesajı getiren Peygamberlere ilk karşı çıkanlar bu müstekbir zenginler olmuştur. Rabbimiz Zuhruf 23 ile Sebe 34. ayetlerinde bu hususu şöyle haber vermektedir; “… biz senden önce hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, oranın şımarık zenginleri, ‘Şüphe yok ki biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz’ demişlerdir”. “Biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, ‘Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz’ demişlerdir”.

 

Bu zayıfların, ezilenlerin sırtından, binlercesinin ölümü pahasına kendilerine saltanatlar oluşturmuşlar, hatta bu saltanatlarının bekçiliğini bile “atalar dini” olan statüko dinini ve Allah’ın adını kullanarak aldattıkları bu ezilenlere yaptırmaktan utanmamışlardır. İşte bu sebeple, müstekbir şımarık zenginler eliti, kendilerine güç ve rant sağlayan statükoyu korumak ve sürdürmek için mustazafları statükoyu ayakta tutan atalar dinine sahip çıkmaya ve kendilerine sömürüden kurtuluşu ve adaleti getirecek olan tevhid dininin mesajına ise karşı çıkmaya çağırıp, bu istikamette onları kullanmışlardır. Nuh. 23 – “Bir de (ileri gelenler, yardakçılarına) şöyle dediler: Sakın ilâhlarınızı (tapındığınız putları) bırakmayın”. Sad. 6 – “Onlardan ileri gelenler; ‘yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur”. Çoğu kez de bu bilinçsiz mustazaf/zayıf bırakılmış/ezilen kitleler maalesef bu atalar dini yönlendirmesiyle aldanarak kendilerine hak, özgürlük ve adalet getirecek vahyin kurtarıcı mesajına karşı statükoyu koruma mücadelesinde kullanılmışlardır.

 

Allah (c) Cahiliye Ürünü Bu Sömürüye Son Verip, Mustaz’afları Destekleme ve Adaleti İkame Amacıyla Peygamberler ve Kitaplar Göndererek Tarihe Müdahale Etmiştir

 

Allah (c), tevhidi istikametin bozulması ve hevanın ilahlaştırılması suretiyle cahiliyenin yeniden üretildiği ve bunun sonucu olarak da, en onurlu kazanç türü olan emek sahiplerini aşağılayıp sömüren bu tür sapmalar yaygınlaşıp zulüm ve sömürü ileri boyutlara ulaştığı her seferinde yeni Peygamber ve vahiy göndererek hayata ve toplumsal gidişata müdahale etmiştir. Allah (c) inzal ettiği vahiyle, müstekbirleri, ele geçirdikleri servet ve saltanatlarını koruma konusunda telaşa düşürecek devrim niteliğinde hükümler vazetmiş, mustazafları yüreklendirip harekete geçirecek mesajlar vermiştir. Kasas 5. ayetteki “Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere/mustazaflara lutfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirâsçı kılalım” hükmüyle ezilenlere umut verecek ve tevhidi imana sarılarak adalete ulaştıracak ufuklar açmıştır.

 

Bunlara benzer daha bir çok ayetlerinde Rabbimiz, hem müstekbirleri uyarıp tehdit ederek, hem de aldattıkları, sömürdükleri mustazafları uyandırıp haklarına sahip çıkmaya yönlendirerek, fesadı ortadan kaldıracak, ıslahı sağlayacak, sömürü ve adaletsizliği sona erdirip hak ve adaleti ikame edecek yönlendirmeler yapmıştır. Mustazafların haklarını koruyacak hükümler vazetmiştir.

 

Bu yönlendirmeler gereğince, ekonomide her türlü sömürüyü ve emeğin hakkının gasp edilmesini önleyici, emeğe değil de spekülasyona, rüşvet, yolsuzluk, karaborsa ve ihtikâra, sömürüye dayalı haksız kazancı ve sömürü aracı olan faizi gayri meşru sayıp yasaklayıcı hükümler inzal etmiştir. Meşru kazanç kapısı ilan ettiği alışverişte ise ölçü ve tartının tam yapılmasını, insanların aldatılmamasını, insanların birbirlerinin mallarını haksızlıkla yememesini sağlayıcı emirler vermiştir. Zenginin malında fakirin, yoksulun, yetimin, yolda kalmışın hakkının takdir edilmiş olduğu hakikatinden hareketle bu emanetin sahiplerine ulaştırılmasını temin edici, servetin belli ellerde toplanmasını, bölgeler ve sosyal kesimler arasında ayrımcılığı, gelir dağılımı adaletsizliğini önleyip sosyal adaleti tesis edici… vb tedbirleri almak için de yönlendirmelerde bulunmuştur.

 

Yoksulun, yetimin korunması, itilip kakılmaması ve toplumdaki sosyal dengenin korunması, yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderilmesi ve toplumda sosyal adaletin temini konusunda tedbirler almak, bu amaca uygun politikalar oluşturmak, infak ve zekatı toplayıp vahyin öngördüğü hedeflere dağıtmak emredilmiştir. Bütün bunları yapmak üzere İslami adalet sisteminin kurulması ve toplumun, Müslüman emir sahipleri tarafından, bütün kesimlerin Rabbi olan Allah’ın hükümleriyle adaletle yönetilmesi gerekmektedir.

 

Herkesimin Rabbi olan Allah’ın adil hükümleriyle hükmedecek bu adalet sisteminin olmadığı yerde ise, egemen güçlerin heva ve zannıyla yapılan yasa ve hukukla, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden hevaya dayalı ekonomik sistemlerde sömürü ve adaletsizlik kaçınılmaz olmaktadır. Çıkarlarını ilah edinen seküler dünyanın insanları dünyevi hırslarla daha çok kazanıp biriktirmek tutkusuyla zalimleşmişler, başkalarının hakkını gasp ederek büyük adaletsizlikler yapmışlardır.

 

Bugün Yaşanan Büyük Adaletsizliklerin ve Mustaz’af Kitlelere Yönelik Acımasız Sömürülerin Kaynağı İse Seküler Aklın Ürettiği Liberal Siyasi ve Ekonomik Sistemdir

 

Günümüzde ise, modern seküler laik Batı kültürünün ürettiği laik demokrasi ve kapitalizm, hevayı esas alan piyasa ilahının belirleyiciliğinde geniş fakir kitlelerin ve emeğin sömürülmesiyle sağlanan sermaye birikimiyle ve azgın rekabetin tahrikiyle insani olanı ihmal eden bir ekonomik kalkınmayı hedefler. Bu seküler sistem, haksız kazanç ve sömürüyü zirveye çıkarmış, rantı yaygınlaştırmıştır. Dünyaya egemen olan finans kapital diktatörlüğü ve küçük bir kesimin hevasıyla yönlendirilen küresel kapitalist sistemin kuşatması altındaki büyük çoğunluk bu sömürü çarkının büyük zulmüne ve adaletsizliklerine muhataptır. Bu servet sahibi egemen azınlık için her şey, şu kısacık dünya ömrü içinde ölçüsüz biçimde daha çok kazanmak, daha çok servet biriktirip güç olmak, insanlara tahakküm etmek ve bu zalimce kazandıklarını azgınca bir tüketim hırsıyla daha fazla tüketerek lüks ve israf içinde bir hayatı yaşamak içindir ve bu amaç için her şey mubahtır. Bu zihniyet için hedef sadece budur, bu kadar zelil ve bu kadar alçakçadır.

AKP hükümeti de, küresel kapitalist sisteme eklemlenerek, neo-liberal politikaları tercih etmiş, “ekonominin dini-imanı olmaz” şeklinde ifade ettiği çağımızın statüko dini/atalar dini “Ilımlı İslam”ın söylemleri ve uygulamalarıyla, sömürü ve haksızlığı önleyip adaleti sağlayacak politikalara uzak düşmüştür. Küresel kapitalist sisteme eklemlenerek Allah’tan ve vahiyden soyutladığı siyaset ve ekonomi meydanını laik devlet ve piyasa ilahına bırakmıştır. Ölen işçilere laik yasalarla “şehid” payesi verilmesi de, her halde kapitalizmle İslam’ı sentez eden statüko dini “Ilımlı İslam”ın bir gereği ve belki de işçilerin ya da ölenlerin yakınlarının kapitalizme, statükonun sömürü çarkına ve adaletsizliğine yönelik haklı ve muhtemel tepkilerinin azaltılmasını hedefleyen maddi bir katkı olarak düşünülmüş olabilir.

 

AKP hükümeti, piyasa ilahının ve zenginlerin hevalarının belirleyici olduğu bu zeminde insanı, insani değerleri ve insanlık onurunu koruyucu ve geliştirici projeler yerine sadece ekonomiyi büyütmeye endekslenmiş “çılgın” projeler ve neo-liberal politikalarla ekonomiyi büyütmüş, ama ezilenler, sömürülenler büyük çoğunlukla bu hallerini sürdürmüşlerdir. Zenginler daha zengin olurken, geniş fakir ve dar gelirli kitleler ve emekçi kesimler büyüyen bu pastadan yeterli payı alamamışlar, sonuçta da ezilme ve sömürülme “kaderleri” olmaya devam etmiştir. Yaşananların bir “kader” olduğu ve doğal karşılanması gerektiği gibi söylemler de statüko dininin düzeni korumak için kullandığı işlevsel bir araç konumundadır. Evet AKP’nin “başarılı” (!) ekonomi politikaları sonucu milli gelir büyümüş, ama adil dağılımı sağlanamamış, bunu hedefleyen hiç bir tedbir de alınmamıştır. AKP karşıtı TÜSİAD’çılar kendi beklentilerinin bile çok üzerinde kazançlar elde ederek aslan payını aldıklarını bizzat kendileri itiraf etmişler, AKP döneminde varlıklarını 15 kat katladıklarını açıklamışlardır.

 

Soma’daki Facianın Birinci Dereceden Sorumlusu Holding Yönetimi ve İşbirlikçi Sarı Sendikalar, Siyasi Yönden Tek Sorumlusu ise AKP Hükümetidir

Soma’daki facia TÜSİAD’çı kesimden olan bir holdingin madeninde yaşanmıştır. Karın tokluğuna çalıştırdığı 300 işçiyi ölüme iten şartlarda büyük kârlar elde eden bu şahsın, TÜSİAD üyesi bir mason, KOÇ’un adamı bir CHP’li olduğu bilgisi sadece internet ortamında yer almış bulunmaktadır. Nedense malum medyada ve sol liberal muhalif kesimlerde hiç kimse bu patronun kimliğiyle ilgilenmemekte ve bu büyük faciadan da onu sorumlu görmemektedir. Muhalefet de, malum medya da, malum sendikalar da onu hedef almamakta, sorumlu tutmamaktadırlar. Hele kimliği Müslüman bilinen birisi olsaydı neler yaparlardı, bir düşünün. Tek sorumlu onu ilan ederler, hemen tutuklanmasını ve ağır cezalar verilmesini isteyen yayınlar, eylemler, toplantılar, açıklamalar ardı ardına gündem yapılır ve onun İslami kimliğine de fatura kesmeyi asla ihmal etmezlerdi. Soma Holding patronunu hükümet bile sorumlu tutmaktan kaçınmakta, hatta Başbakanın konuşması neredeyse onu da savunur gibi bir içeriğe sahip bulunmaktadır.

 

Sendikalar ise, ideoloji ve provokasyon peşinde koşmaktan işçilerin haklarını savunmaya, işçi sağlığı ve iş güvenliği başta olmak üzere onların çalışma şartlarındaki aksaklıkları, eksiklikleri tespit edip iyileştirmek için gerekli tedbirler üzerinde kafa yormaya ve bunları sağlamak için (grev vb. yollarla) mücadele etmeye vakit ve fırsat bulamamaktadırlar. Bugün ise utanmadan ölen işçilerin cesetlerini istismar edip yine siyasi ideolojik amaçlı provokatif yeni arayışlara, vandalist eylemlere yönelmektedirler. Bugün bu sebeple sokağa dökülen sendikalar, neden yıllardır bu madenlere gidip şartları yerinde görüp işverene karşı söz konusu şartların iyileştirilmesi için hiç bir mücadele vermemişlerdir? İşçi hakları konusunda samimi olsalardı öncelikle bu alanlarda yoğunlaşıp tedbir almaya ve işçi ölümlerini engellemeye çalışırlardı. Ama onlar istismar etme kolaylığı bakımından ölü işçileri daha işlevsel görüyor olmalılar ki, işçiler ölene kadar onların ölmemesi için hiç bir çaba göstermezken, ancak ölümler meydana geldikten sonra harekete geçmekte, onu da ölümlere sebep olan işverene karşı değil de, patronla işbirliği halinde halkın siyasi tercih ve iradesine karşı yürüttükleri ideolojik amaçları için yapmaktadırlar. İşçi hakları konusunda ciddi hiçbir çaba göstermeyen laik-liberal-sol-Kemalist-ulusalcı sarı sendikalar ve STK’lar, daha çok AKP karşıtlığına indirgenmiş siyasal ideolojik bir mücadeleyle eski statükoyu yeniden ikame etmek için çaba göstermekte ve bilinçsiz emekçi kitlelerini de bu amaçları uğrunda kullanmaktadırlar. İşçinin sömürülmesini engelleyecek, güvenliğini sağlayacak ciddi bir çabaları da bulunmamakta, çünkü ne zihinlerinde ne de hayatlarında bu asli görev için yer kalmamaktadır. Ama işçiler ölünce bu ölümleri yine o malum siyasal ideolojik amaçları için istismar ederek sokaklara dökülüvermektedirler. Diğer grup sendikalar ise, hükümete yandaş konuma geldikleri için, işçi haklarını savunmada ve işçi lehine tedbirler alınmasını sağlamada etkisiz konumda bulunuyorlar.

 

Halbuki, üyesi olan işçilerin can güvenliğiyle ilgili herhangi bir sorunun, herhangi bir riskin olması sendikayı da birinci dereceden ilgilendirmesi gereken bir husustur. Yerinde inceleme yapan, tanıkları dinleyen çeşitli kuruluşların tespitlerine göre, sendikaların işçilerin iş güvenliği ve sağlığı konusunda patrona karşı bir mücadele vermedikleri gibi, üyesi olan işçilerin eğitilmesine dair faaliyetlere de ağırlık vermedikleri, ilgilenmedikleri ortaya çıkmış bulunuyor. Mesela Avrupa’da sendikaların işçilerin eğitimi için tesisler kurdukları dikkate alındığında ülkemizdeki sendikaların otel işletmeciliği yapmaları ibretlik bir manzara oluşturuyor. Neredeyse Türkiye’deki her sendikanın bir tatil köyü var. İşçilerin eğitilmesi için ciddi bir faaliyette bulunmazlarken işçi aidatları ile sürekli işçiye yarar sağlamayan bu tür yeni yatırımlar yapmakla meşguller. İşverenler de iş güvenliğini maliyet olarak görünce işçinin “kaderi” (!) eğitimsiz, donanımsız biçimde güvenlikten yoksun ortamlarda çalışmak ve sendika ile işbirlikçisi olduğu patronu daha fazla zenginleştirirken ölmek oluyor.

 

Soma’daki mustaz’afların, maden işçilerinin ölümünden, öncelikle TÜSİAD’çı ve KOÇ’un adamı olan patron, ondan sonra da işçi haklarını savunmayı bırakıp, bu haklar için mücadele etmeleri gereken patronlarla işbirliği yaparak, halkın iradesine karşı darbe zemini oluşturmayı, kaos çıkarmayı tercih etmiş olan sendikalar sorumludurlar. Ayrıca medya da bu konuda önemli bir sorumluluk altındadır. Medya da daha çok siyasi tartışmalara kilitlenmiş ve büyük kısmı halk iradesinin tecellisini engellemeye yönelik provokasyonlarda yoğunlaşırken, diğer kısım ise eklemlendiği iktidarı korumaya yoğunlaşmıştır. Sonuçta ise, kapitalist sistemde ezilen kitlelerin dertlerini yerinde araştırıp, işçilerin çalışma şartlarını gözlemleyip, mahallinde yapılacak araştırmalarla mağdurları, ezilenleri konuşturup sorunları ortaya çıkaracak, bu minvalde yayınlar yaparak işverenleri, sendikaları ve devleti harekete geçmeye zorlayacak hiçbir çaba gösterilmemektedir. Tabii ki, bütün bu sorumlular yanında, yaşanan faciaya yol açan sebeplerin oluşmamasıyla ilgili gerekli yasal tedbirleri almak ve hakkıyla denetleyip uygulamaya yön vermek konusundaki görevlerini ihmal etmiş olmak bakımından da tüm siyasi sorumluluk AKP hükümetinindir.

 

Başbakan’ın Yaşananların İşin Doğasında Olduğu Söylemi ve Bu Tezi Güçlendirmek İçin Başka Ülkelerden 150 Yıl Öncesinin Ölüm Rakamlarını Zikretmesi İbret Vericidir

Böylesi acıların yaşandığı bir ortamda Başbakanın basına yaptığı açıklamada, işin doğasının bu tür kazalar yaşanmasına müsait olduğunu söylemesi ve başka ülkelerde yaşanmış maden kazalarını da örnek vererek Soma faciasının olağan sayılması gerektiğini ima etmesi, kendi muhaliflerine de koz veren, çok kötü, ibretlik ve izahı güç bir tutum olmuştur. Üstelik de Başbakan bu olağanlığı izah ederken, farklı ülkelerin yüz ya da yüz elli yıl öncesindeki rakamlarından örnekler sıralayarak tezini güçlendirmeye çalışması kendisini daha da zor duruma düşürmüştür. Hangi danışmanları o rakamları eline vermişse, bizzat Başbakan’a kötülük etmişler ve onu bu zor duruma düşürmüşlerdir. Üstelik Başbakanın bu acılı dönemde takındığı bu polemikçi tutum, adeta Soma Holding’in savunuculuğunu da üstlenmiş gibi bir görüntüye yol açarak kamuoyu nezdinde mağdurların acılarını artırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

 

  1. Yüzyıl İngiliz kapitalizminin en vahşi manzaraları kömür madenlerinde yaşanıyordu. Bu dönemdeki maden kazalarındaki ölümlerin rakamları örnek verilerek 21. yüzyıl Türkiye’sinde yaşananlara meşruiyet sağlama çabası ibret verici bir saptırma değil midir? Örnek verilen döneme göre Avrupa’da işçi hakları o kadar gelişti ki madencilik maliyetleri artık kapitalistçe kazanç beklentilerini karşılamamaya başladı. Dünyanın en büyük kömür üreticisi ülkelerinden biri olan, kömürden başka bir madeni de olmayan Almanya bile işte bu yüzden 2018 yılına kadar kömür madenlerini tamamen kapatma kararı aldı ve tasfiye sürecine girdi. Peki nasıl oluyor da, 150 yıl kadar sonra Türkiye, madencilikteki büyük teknolojik değişimlere, işçi güvenliği konusunda artan hassasiyete, önlemlere rağmen 1866’da İngiliz kapitalizminin en vahşi zamanlardaki bir maden kazasında ölen işçi sayısına ulaşan bir maden kazasını yaşayabilmektedir? Asıl üzerinde düşünülmesi ve sorgulaması yapılması gereken budur.

 

Üstelik teknolojinin 150 yıl öncesiyle mukayese bile edilemeyecek noktalara ulaştığı günümüz rakamları dikkate alındığında, linyit kömürü üretiminde meydana gelen ölüm oranları bakımından Türkiye 35 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Madencilikteki iş kazalarında ölüm oranı dünya ortalamasının 7 katı civarındadır. Bu gerçek neden görülmez ve neden gerekli tedbirler alınmaz? Soma’daki maden faciası defterini ‘kader’ bağlamında ya da madenciliğin kaçınılmaz gereği olan olağan bir durum olarak gündemleştirmek, sorumluların kusurlarını örtecek bir kaza olarak nitelemek geride kalanların acılarını daha da derinleştirmekten başkaca bir işe yaramaz. Ahlaki, hukuki ve doğru bir tutum da olmaz.

 

Bilindiği üzere, Roboski de yaşanan büyük katliam sonrasında Başbakan hemen Genelkurmayı sahiplenmiş ve hatta Genelkurmay Başkanını arayıp tebrik eden devletçi bir zihniyetle hareket etmişti. Sonuç ise, malum olduğu üzere bu katliamın örtülmesi ve müsebbiplerinin ortaya çıkarılamaması şeklinde tecelli etmişti. İnşallah Başbakan’ın acının yaşandığı mahalde yaptığı söz konusu talihsiz açıklama sebebiyle Soma katliamında da gerçeğin, sorumluların ve suçluların ortaya çıkması örtülmez. Roboski ve Soma’da tekrarlanan bu savunmacı tutum, sadece talihsiz bir beyandan mı ibaret, yoksa devletçi, statükocu bir zihni arka planın, kurulu düzeni sorgulatacak bu tür durumlarda bir refleks olarak dışa vurumu mu?

 

İnsanı ve İnsani Olanı İhmal Eden, Sadece Daha Fazla Üretimle Ekonomik Büyümeyi Hedefleyen Liberal Politikalar Sebebiyle İş Kazalarının Oranı Yüksektir

 

Basında da yer alan verilere göre, iş kazalarında Avrupa birincisi olan Türkiye’de, yine basında çıkan haberlere göre 2013’te 1235 işçi hayatını kaybetmiştir. 2013’te ölen işçi sayısı, önceki seneye göre yüzde 70 artmıştır.Ulusal basına haber olmayanlar ve meslek hastalıkları nedeniyle ölenler ise bu sayılara dâhil değildir. Hiç şüphesiz yaşanan kazalarda ağır iş koşulları, tedbirsizlik ve belki de denetimsizlik en önemli etkenlerdendir. Yaşanan onca maden kazası ve diğer iş kazalarına rağmen her yıl kazalarda vefat edenlerin ve yaralananların sayısının artması, bu hususta en temel sorumlu olan devletin denetim ve kontrol mekanizmalarını yeterince işletmediğini ve işçilerin çalışma koşulları konusunda uzmanlarca yapılan uyarı ve çalışmaları görmezden geldiğini göstermektedir. Aynı durum, geçtiğimiz yıllarda Tuzla tersanelerinde yaşanan işçi ölümleri sırasında da söz konusuydu.

 

Facianın yaşandığı Soma’daki madende çalışan ve izinli olduğu için olay günü işe gitmeyince faciadan kurtulan Vedat Apaydın, “4 ay önce de biz ‘Madende sıcaklık fazla’ diye yetkililere söyledik. Söylediklerimizi dikkate almadılar. Denetimlere gelen müfettişler ise hiç ocağın içine inmiyor, ocağın dışında temiz olan bölgeleri geziyor” açıklamasını yapmıştır. Bu ifadeler de denetimlerin baştan savma yapıldığını ortaya koymaktadır. Ayrıca Türkiye’nin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 176 numaralı “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni imzalamayarak maden işçilerinin çalışma koşulları ile ilgili sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerden kaçması bu katliam gibi kaza ile ilgili sorumluğun büyük oranda devlete ait olması sonucunu doğurmaktadır.

 

Diğer taraftan, Soma’daki facia daha yaşanmadan yıllar önce, 2011 yılında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun hazırladığı bir raporda madencilik sektöründe, iş kazalarının bir kısmı ‘kaçınılmaz’ olarak kabul edildiği belirtilerek “Kaçınılmazlık oranı, sektörün yüksek riskli özelliği nedeniyle diğer işkollarındaki kaçınılmazlık oranından daha yüksektir. Ancak, bütün tedbirler alınsa dahi meydana gelebilen, işin mahiyetinden kaynaklanan kaçınılmaz kazalar dışında; havalandırma ve tahkimat noksanlıkları gibi çeşitli konulardaki işletme uygulamalarından kaynaklanan kazalar çoğunluktadır”. “Çalışmaların ortaya çıkardığı ilk tespit; ülkemizdeki maden işletmelerinde karşılaşılabilecek muhtemel bütün riskleri değerlendirerek sistematik tedbirler alınmasını sağlamaya yönelik iş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemi kurulmasında ve dolayısıyla risklerin önceden değerlendirilerek önlenmesinde ciddi eksiklikler bulunduğudur” deniliyor. Ayrıca, “Çalışmanın ortaya çıkardığı önemli sonuçlardan birisi de kamu denetim sisteminin; gerek görev ve yetki tanımlamaları gibi alanlardaki tasarım sorunları gerekse görevli birimlerin uygulamalarında izlenen yöntem ve süreçlerdeki yaşanan sorunlar nedeniyle etkinlikten uzak ve ciddi bir zafiyet alanı oluşturduğuna ilişkindir” tespiti yapılıyor. “Kazaların nedenleri arasında eğitim eksikliği önemli etkenlerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır” denilen raporda “Yürütülen çalışmada; madencilik sektöründe istihdam edilen işçilere yeterli mesleki eğitimin verilmediği; bu doğrultuda gerekli altyapının oluşturulmadığı; iş sağlığı ve güvenliği bakımından en riskli sektörler arasında yer alan maden ocaklarında eğitim seviyesi nispeten düşük işçilerin çalıştırıldığı ve işbaşı eğitimi ve hizmet içi eğitim şartının mevzuatta öngörüldüğü ölçüde yerine getirilmediği; işverenlerce eğitimin zaman kaybı ve gereksiz yere katlanılan bir maliyet olarak algılandığı görülmüştür” ifade ediliyor.

 

 

Üstelik devletin işlettiği madenlerde işçiler 3 bin lira maaş alırken Soma’da göçük altında kalan işçilerin büyük kısmı ayda 1300 TL civarında para kazandıkları tespiti de son derece çarpıcı bir sömürüye işaret ediyor. Patronun çıkarlarının bekçisi olan işletme müdürünün maaşının ise 40 bin lira olduğu iddia edilmektedir ki, bütün bunlar ibret verici bir sömürü çarkını ortaya koymaktadır.

 

Bu madenin sahibi olan Alp Gürkan iki yıl önce Hürriyet gazetesine verdiği röportajda, bu maden Türkiye Taşkömürü Kurumu’ndayken bir ton kömürün 130 ila 140 dolara çıkartıldığını, kendilerinin bu maliyeti 23,80 dolara indirdiğini açıklamış olması, maliyeti nasıl bu kadar fazla düşürdüğünün üzerinde düşünülmesini ve hesabının da sorulmasını gerektiriyor.

 

Soma Holding Yönetim Kurulu Başkanı Alp Gürkan bir yıl önce – verdiği röportajında maden ocağını bakın nasıl överek anlatmış: “Soma’daki madenimizde de patlama riski bulunan metan gazını sürekli kontrol altında tutuyoruz. Herhangi bir kaza anında 500 işçinin 20 gün süreyle yeraltında yeme-içme ihtiyacını karşılayacak, dışarıyla oksijen bağlantısının kurulduğu ‘Yaşam Odaları’ oluşturduk” demiş. Faciadan 3 gün sonra yaptıkları basın toplantısında, olayın yaşandığı ilk andan bu yana tartışılan “yaşam odaları”nın bulunup bulunmadığı sorusu basın mensuplarının ısrarlarına rağmen cevap bulamıyor. Basın mensuplarının her sorusunu azarlar tarzda cevap veren ocağın işletme müdürü Akın Çelik, sonunda “yaşam odaları”nın bulunmadığını ağzından kaçırıyor. Alp Gürkan da “yaşam odaları”nı yapmanın kolay olmadığını, öyle 3-5 günde yapılamayacağını söyleyerek kendini savunmaya çalışıyor. Böylece bir yıl önceki ifadelerin aslının olmadığı ortaya çıkmış, ama bedeli 301 mustaz’af insanın ölümü olmuştur ve maalesef kimse bu yalan beyanın üzerine gidip patronu hesaba çekmek ihtiyacı duymamıştır.

 

Halbuki, dünyadaki birçok ülkede kullanılan ‘kaçış odaları’, özellikle madenlerin en hayati tedbirleri arasında yer alıyor. Yaşanacak maden ocağı kazalarında işçilerin ilk sığınacakları yer olarak tasarlanan ‘kaçış odaları’nın her biri 40 kişiye kadar koruma sağlayabiliyor. Odaların içindeyse su, yiyecek, oksijen, sağlık çantaları ve telefon gibi hayati ihtiyaçlar bulunuyor. Bu kaçış odalarına sığınanlar 30 günün üzerinde içinde yaşayabiliyor.

 

Yaklaşık 4 yıl önce Şili’nin San Jose şehrindeki maden ocağında 33 madenci yerin 700 metre altında kurulan kaçış odasına sığınmış ve bu madenciler yaklaşık 80 gün sonra sağ olarak kurtulmayı başarmıştı. Soma madeninde çalışan 780 kişinin ihtiyacı için yaklaşık 20 adet kaçış odası bulunması gerekiyordu. Bunun işletmeye olan maliyeti ise 5 milyon dolar (10 milyon TL) civarında bulunuyor. Patron Gürkan, kömürden kazandığıyla İstanbul Maslak’ta 47 katlı gökdelen dikmiş. Buradaki 155 metrekare daireyi 1 milyon 350 bin dolara satıyormuş. Bu şu demek ki, söz konusu bir dairenin parasıyla 5-6 tane yaşam odası inşa edilebilirmiş. Ama yüzlerce emekçinin canının değeri bu kadarcık bir maliyeti göze almayı bile sağlayamıyor. Kapitalist ekonominin doğal sonucu olan ve dikkat çeken bir diğer büyük çarpıklık ise, Soma’daki madende hayatını kaybeden ve büyük çoğunluğu asgari ücretle çalışan yüzlerce işçi, bir yıllık kazançlarını bir araya getirse, patronlarının yaptırdığı gökdelenden 155 metrekarelik bir daireyi bile alamıyor.

 

Bu facia sonrasında kimi iş adamı ve bankaların 5 milyon lirayı aşan yardımlar yaptıklarının haberleri basında yer almıştır. Neden kapitalist sistem ve bu iş adamları söz konusu miktarlardaki harcamayı ölümlerden önce sarf edip yeteri kadar “yaşam odası” yapmak suretiyle ölümlere engel olmayı düşünmemişler de bugün aynı parayı ölenlerin yakınlarına vermek için seferber olmuşlardır. İşte bu da kapitalizmin ve kapitalistin samimiyetsizliğinin bir başka göstergesi değil midir?

 

Soma maden işletmesinde bu büyük faciaya yol açan sebepler arasında “yaşam odaları”nın olmaması dışında, işletme sahibine ve yönetimine ait önemli hata ve ihmaller şu şekilde sıralanmaktadır: Vardiya değişimlerinin aynı anda yapılması, yer altında “yer üstü trafo kullanılması”, çakmak bile yasak iken kaynak yapılması, yanmaz kablo kullanılmaması ve üstelik bir ara yaralanan bir kablonun değiştirilmeyip bantla sarmakla yetinilmesi, gaz maskelerinin eski ve çalışmaz vaziyette oluşu, yangın öncesinde uyarı sisteminin çalışmaması, asansörlerin çalışmaması, gaz ölçüm cihazının bulunmaması, işçilerin tahliye sırasında yanlış yönlendirilmesi, maden kazası eğitimi olmayanların çalıştırılıyor olması.

 

Sekülerizmin Ürettiği Komünizm Tarihin Çöplüğüne Atıldığı Gibi, Kapitalizm de Aynı Akıbete Doğru Yuvarlanırken İnsanlara Yeni Acılar Çektirmesine Karşı Durulmalıdır

 

Tüm bunlar ve yaşanan büyük felaket, kapitalist sistemdeki ölçüsüz kazanma hırsının, insan onuruna saygı duyulmamasının, heva ve çıkarın ilahlaştırılmasının ürettiği sömürü ve adaletsizliklerdir. Sapkın seküler paradigmanın ürettiği iki materyalist modelden birisi olan komünizm, insanlığa büyük acılar çektirerek, büyük bedeller ödeterek, kan ve göz yaşına mahkum ederek ömrünü tamamlayıp tarihin çöplüğüne atılmıştır. İkincisi olan kapitalizm de aynı çürüme ve tükeniş sürecinde olup yok olmaya doğru giderken, insanlığın fıtri olanla vahyi buluşturup adil olan modeli üretememesi sebebiyle, bir nevi alternatifsizlikten dolayı zoraki süren bir yıkılış sürecide insanlığa, mustaz’aflara yeni acılar yaşatmaktadır. İşte bir yandan bu yıkılış ve tasfiye oluş sürecini hızlandıracak katkılarda bulunmak, tevhid ve adalet mücadelesiyle kurtarıcı tek odel olan İslami modeli ete kemiğe büründüren, çağımız şartlarında güncelleştiren bir mücadeleyi ikame etmek, diğer yandan da, laik kapitalist sistemin bu süreçte mustazaflara yeni acılar çektirmesini engelleyecek, sömürü ve zulmüne itiraz edip mustazafların yanında yer alan şahidlikler geliştirmek gerekir.

 

Türkiye örnekliğinde de liberal politikaları esas alan AKP döneminde, kimi görece özgürlüklere kavuşulmasına rağmen, sermaye çevrelerinin kârlarının kutsandığı, buna karşılık mustaz’af insanların onur ve hayatlarının hiçe sayıldığı, taşeronlaşmanın ve emek sömürüsünün yaygınlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Hele de devlet işletmelerinin şartsız ve kuralsız biçimde özelleştirmesi yoluna gidilmiş olması, bir nevi yetimin hakkı olan devlet mülklerinin yağmalanması sonucunu doğurmuş, Soma faciası da bu yağmacı özelleştirme anlayışının acı bedeli olmuştur. Büyük emek istismarına yol açan taşeronlaşma da bu sakat şartsız ve kuralsız özelleştirmelerin sonucunda yaygınlaşmıştır. Yeni statükoyu oluşturmaya çalışan AKP döneminde geçmiş eski statüko dönemine nazaran görece olumluluklar yaşanmış, TÜSİAD’ın tekelinde olan güç ve ranttan yeni kesimlerin de pay alması sağlanmış, Anadolu sanayici ve tüccarlarının önü açılmış, büyüyen pastadan pay alması sağlanan MÜSİAD bu süreçte gelişmiştir.

 

Ancak bu yeni “dindar” sermayedarların büyük ekseriyeti kapitalizmin ölçüsüz üretim ve kazanç hırsını ve azgın tüketim kültürünü içselleştirip dönüşmüşlerdir. Sonuçta da, emeğin hakkını alın teri kurumadan vermeyi, ölçüyü ve tartıyı tam yapmayı, haksız kazanç ve yozlaştırıcı faizden, birbirinin malını haksızlıkla yemekten uzak durmayı emreden, zenginin malında fakirin hakkını takdir edip bu hakkı sahibine ulaştırılması gereken bir emanet olarak gören İslami hukuku terk etmişler, sonuçta mustaz’aflar yeni statükoda da ezilmeye ve sömürülmeye devam etmişlerdir. Belki eski statükodan görece bir farklılık olarak sadaka kültürünün öne çıkarılması ve mustaz’af kitlelere Kaymakamlıklarda kurulan Sosyal Yardımlaşma Vakıfları eliyle sadaka dağıtılmasının yaygınlaştırılması zikredilebilir. Ancak emeklerinin karşılığını hakkıyla almalarını ve sömürülmemelerini sağlayamayan, adil gelir dağılımını temin edecek tedbirleri alamayan bir hükümetin dağıttığı sadakalar, mustaz’afların kapitalist sömürü düzenine karşı mücadelelerini engelleme ve geciktirme işlevi görmesi bakımından bu kesimlere kısa vadede görece bir rahatlama getirse de, uzun vadede zarar verecek bir konumda değerlendirilmelidir.

 

Bizler Müslümanlar olarak, seküler siyasal ve ekonomik modelde kaçınılmaz olan adaletsizliklere, insanlık onuruna ve hayatına yönelik bu zalimane saldırıya karşı durmalı ve bu sömürü çarkını durdurup, en onurlu kazancı hedeflemiş emeği koruyucu, haklarını savunucu bir yerde konumlanmalıyız. Ülkemizde ve dünyada azgın ve ölçüsüz kazanma ve tüketme hırsını yayan, insanı çıkar ve haz peşinde koşan hayvan olarak tanımlayıp, “insanı insanın kurdu” haline dönüştüren liberal kapitalist politikalara itirazımızı yükseltmeliyiz. Bu itiraz zemininde, dünya insanlığına sömürü, adaletsizlik, kan ve gözyaşından başka bir şey sunmayan küresel kapitalist sisteme karşı hakkı haykıran bir duruş sergilemeli, mustaz’afları koruyucu, muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırıcı çabalar göstermeli, tevhid ve adalet mücadelesinde her şartta taviz vermeden ısrar eden onurlu bir temsil ortaya koymalı, insanlığa vahye dayalı bir modeli sunmalıyız.

 

Sonuç olarak, Soma’da yaşanan maden faciasında mustaz’aflar, mazlumlar olarak vefat eden tüm madencilerin yakınlarının acılarını paylaştığımızı ifade ediyor, sevdiklerini kaybeden bütün ailelere başsağlığı diliyor, Rabbimizden sabır niyaz ediyoruz.

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.