BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Kulluk Bütününü Parçalayıp Sosyal İnşayı İhmal Eden Aşırı Siyasallaşma ve İslam’ı İdeolojiye İndirgeyen İslamcılık – II

Kulluk Bütününü Parçalayıp Sosyal İnşayı İhmal Eden Aşırı Siyasallaşma ve İslam’ı İdeolojiye İndirgeyen İslamcılık – II

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı-İLKAV’ın düzenlediği ve 21. 02. 2021 Pazar günü gerçekleştirilen on-line konferansın konuşmacısı Mehmet Pamak’tı. Pamak, “Kulluk Bütününü Parçalayıp Sosyal İnşayı İhmal Eden Aşırı Siyasallaşma ve İslam’ı İdeolojiye İndirgeyen İslamcılık” konulu konferansının II. bölümünü sundu. Önemine binaen Pamak’ın konferansının, geniş bir özetini aşağıda sunuyoruz:

İnsanlığı Kurtaracak, Karanlıklardan Aydınlığa, Zulümden Adalete Ulaştıracak Tek Mesaj, Kur’an’ın Mesajıdır

Son yıllarda Batılı emperyalist liberal demokrasilerin mağduru mustaz’af halkların yüz binlercesi yüzlerce meydanı doldurarak“yeni ve adil bir dünya istiyoruz” sloganıyla ülkemiz ve bölgemiz Müslümanlarında meydana gelen liberal demokratikleşmeye meyletme eğilimine karşı âdeta hal diliyle şu uyarıları haykırıyorlar: “Durun Müslümanlar, bu sokak çıkmaz sokak! Bizim zulüm ve sömürü üreten seküler, liberal, demokratik sistemimizi model alacağınıza, kavramlarımızı ödünç alacağınıza, elinizdeki tek kurtarıcı Kur’an’a sarılın, özgün kavramlarınıza sahip çıkın ve özgün modelinizi güncelleştirip, kendinizi de, bizi de kurtaracak çağımızın İslami adalet sistemini oluşturun ve sizler bizlere model olun.”

Ancak Müslümanlar, bu büyük sorumluluğu omuzlayacak doğru bir temsilden, Hakka adil şahidlik yapacak bir nitelik ve vizyondan çok uzak görünüyorlar. Modern paradigmanın ürettiği model ve düşüncelerin kodlarıyla kuşatılmış, batıl ideolojilerin kavramları ve mantığı ile işgal edilmiş zihinler, özgün düşünceler, modeller üretemiyor. Bu yüzden, birçok tevhidi öbek ve İslami şahsiyet bile, çaresizlik psikolojisi içinde batıl modellerin “ehven-i şer” olanına meylediyor, batıl kavramları ödünç almanın gereğine vurgu yapıyor. Ödünç kavram ve modellerle, özgün düşünce ve projeler üretilemeyeceği akledilemiyor.

Fıtri arayış içindeki mustaz’af dünya insanlığı Vahiyden uzak olduğu için aradığı adalet sistemini üretemezken, biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını da bizi de kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız Kur’an ve bu kitabı hayatında modelleşrtirmiş vahyin ilk şahidi olan Rasûlün ve ilk neslin güzel örnekliği var.

Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. Eğer bütün insanlığı kurtaracak İslami şahidliği yapmak, onlara model olmak yerine onların kavram ve modellerini ödünç alma peşinde koşarsak bunun vebalinin altından kalkamayız. Bütün insanlık, ahirette yakamıza yapışıp hesap sorar.

Tevhidi Mücadelenin Bütüncüllüğünü Bozan ve Stratejik İstikametine Aykırı Düşen Yaklaşımlardan Birisi de Sistem İçi Taleplerle Sınırlı Siyasi Söylem ve Etkinliklerle Oyalanmak

İslam’ın ve İslami mücadelenin bütüncüllüğünü, ubudiyetin/kulluğun bütünlüğünü, vahyin sosyalleşmesi, ahlaklaşması konusunun önceliğini ihmal ettiren, daha ziyade bu bütünlükten koparılmış siyasal söylemi  öne çıkaran ve İslam’ı siyasal bir ideoloji boyutlarında ele alan “İslamcılık” kaçınılmaz olarak egemen siyasallaşmaya ve doğru savrulmakta, seküler kavram ve modellere sığınma ihtiyacı duymaktadır. Çünkü bu siyasal ideolojik yaklaşımın taşıyıcıları, öncelikle sosyalleşmeyle toplumsal sosyal dönüşümü gerçekleştirerek, sonuçta siyasal sistemin de değişimine yol açacak vasatı oluşturmaya yönelik kulluk ve ahiret eksenli bütüncül tevhidi bir mücadele yerine, verili şartlarda iktidar eksenli ya da sistem içi kazanımlar eksenli seküler bir haklar mücadelesini öne çıkardıkları için, bu savrulma kaçınılmaz olmaktadır.

Daha ziyade sistem içi taleplere endeksli etkinliklerleağırlıkla siyasal içerikli sloganlarla gündeme takılı kalanların, gerek bu talepleri karşılayan, gerekse siyasal söylemlerde onları aşan tutumlar sergileyerek daha çok ve daha medyatik siyasal duruşlar üreten ve sloganlar atan sistem içi değişimci siyasetçilerin kuşatması altına girmeleri kaçınılmazdır.

Ayrıca sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, zamanla bu talepleri karşılayacak görece bir iyileşme yapılırsa bununla yetinmekte ve bu tür görece kazanımlar üzerinden sisteme eklemlenme, sistem içi değişime aktif destek verip o kulvarda rol üstlenmeye başlama zaafına sürüklemektedir. Sistemin, bir partisinin sopa politikasıyla gasp ettiği kimi hakları diğer partisi havuç politikasıyla iade ettiğinde, sistem içi talepleri karşılananların sisteme eklemlenmesine yol açmaktadır. Müslümanlar yaklaşık yüz yıldır aynı delikten ısırılmaktadırlar.

Halbuki, sistemi aşan, sistemi kökten değiştirmeyi ya da sistemin vermesi asla mümkün olmayan köklü talepleriyle kendi gündemini oluşturup diğerlerini bu tartışmalara çekenler, bu temel strateji istikametinde ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken, sistem içi değişimle bir takım haklar verildiğinde de bundan fazla etkilenmeden, köklü tevhidi değişim talepleri istikametinde devam ederler. Bu tür inkılabcı kesimleri, sistem verdiği tavizlerle kendi alanına çekme imkanını yakalayamaz. Çünkü talepler, köklü ve tamamının verilmesi sistemin kökten değişimini gerektirecek taleplerdir.

Savrulma ve eklemlenmelerden korunmak ve istikameti her şartta korumak için, tıpkı Rasûlullah (s) ve ashabının yaptığı gibi sistem dışı bir söylem ve tevhidî bir strateji çerçevesinde hedef ve talepler çıtasını hep en temel ve köklü Kur’ani değişim çizgisinde ve sistemin kendisini koruyarak vermesinin mümkün olmadığı noktada tutan bir mücadele tutarlılığı gözetilmelidir. Rasûlullah (s) ve ashabı, hedef ve talepler çıtasını – Araf 54, Casiye 18, Şura 21, Yusuf 40 ayetlerinin yol göstericiliğinde Allah’ın hükümleriyle hükmedilmedikçe asla razı olmayacakları noktasında tuttular. Bu yüzden, çıtanın altında kalan sistemin Devlet başkanlığı teklifi bile onları sisteme eklemleyemedi.

Toplumsal sorunlarla ve siyasal alanla ilgilenmede, İslami olmayan aşırı iki uç konumdan uzak olan İslami vasat tutumu tercih etmeliyiz. Birinci uçta bulunanlar: İslam’ı adeta siyasal bir ideolojiye indirgeyerek, siyasallaşmayı, yaratılış gayemiz olan kulluğun bütünlüğünü ihmal ettirecek kadar abartılı bir biçimde belirleyici kılıp, kalbi, deruni, ruhi arınmayı ve ibadi boyutta derinleşmeyi, vahyi sosyalleştirmeyi, ahlaki inşayı, insani, ahlaki örneklik oluşturmayı ihmal eden iktidar ve devlet eksenli bir din ve hayat tasavvuru oluşturanlardır.

İkinci uçta bulunanlar ise: İslam’ı bireysel kimi ibadetlere ve ahlaka indirgeyerek, yine yaratılış gayemiz olan kulluğun bütünlüğünü ihmal ettirecek kadar, ama bu sefer bireysel ve deruni alana hapsolarak, kulluğun önemli bir parçası olan siyasal iddialardan vazgeçerek, iktidar ve devlet talebi olmayan bir din algısı üreterek, toplumsal hayatın ekonomik, siyasi, hukuki alanlarını başka ideolojilerin üretimleriyle karşılamaya kalkışanlar, bu sebeple de İslam’ı demokrasi, laiklik, liberalizm, sosyalizm vb. modellerle sentez arayışı içine girenlerdir.

İslami ve vasat olan dengeli tutum ise: Bu iki uçtan da uzak olup, vasatta duran sahih İslam algısının gerektirdiği kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, ubudiyetin bütünlüğünü koruyarak, hayatın bütün alanlarını kuşatan, içsel arınma ve inşadan, bireysel ibadet ve ahlaka, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki bütün bireysel ve toplumsal alanlara kadar, tüm hayat alanlarını vahiyle inşayı esas almaktadır.

Bu anlayış bilir ki, kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, kulluğun bütünlüğünü koruyarak yapacağı (eğitim, davet, şahidlik) salih ameller sonucunda, toplumsal dönüşüme, sosyal değişime vesile olabilirse, işte bu sosyal değişimin sonucunda ilahi yasanın işleyişiyle, Allah da o toplumun siyasal durumunu, siyasal sistemini değiştirecektir. Yani siyasal değişim, öncelikli olan ve bizim irademize bırakılmış bulunan sosyal değişimin sonucunda, ilahi iradenin takdir alanına bırakılmış bir durum olarak gerçekleşecektir.

Müslümanlar, Kur’an’ı Hakkıyla Tilavet Etmeyi Merkeze Alan Okumalar Yapmalı ve Bilginin Ahlakını Kuşanarak Hal ile Tebliği Öncelemelidir

Maalesef Kur’an’ın ilk inşa ettiği hayatla bağı kurulmadan teorik olarak okunması ya da hakkıyla okunmaması sonucu, bilgi sahibi, entelektüel boyutu olan, ağzı laf yapan, eli kalem tutan, ama bu bilgiyi sosyalleştirmekte sorun yaşayan, mü’minler arası ilişkilerden, diğer tüm toplumsal ilişkilere kadar, hayatın içinde vahyin şâhidliğini gerçekleştirmek, vahyî ölçüleri ete kemiğe büründürmek, ahlâkında vahyî ölçüleri tebârüz ettirerek güzel örneklik teşkil etmek noktasında zaaflar yaşanmaktadır.

Bu sebeple de hayatı ibadet kılmayan ve ilk “şahid”in örnekliğinde olduğu gibi ahlakını “Kur’an ahlakı”na dönüştürmesi gerektiği halde bunu sağlayamayan, kuru bilgi sahibi temsilcilerin, yani “hâl” (davranış, ahlak) ile tebliği gerçekleştiremeyenlerin sadece “kâl” (söz) ile tebliği anlamlı ve bereketli olmamaktadır.

Entelektüel boyutu olan bilgili temsilciler, siyasal söylem ve özgürlük mücadelesinde İslâmi kimliğin siyasal duruşu ile sınırlı şahidlik ortaya koyarken, diğer toplumsal ilişkilerde sağlıklı ve örnek bir sosyal ve ahlaki şahidlik gerçekleştirememektedir.

Böyle olunca da, “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” sorumluluğunu yerine getirerek, bireysel planda olduğu kadar, cemaat planında da şahidliği üstlenen ve bunu, siyasal boyutu aşan ve bütün hayatı dönüştürmeye tâlip olacak, bütün ahlâkî tutum ve davranışları kuşatacak derecede kapsamlı bir biçimde yerine getiren, güven veren, emin olunan ve örnek alınan, insanlığa hayırlı bir “vasat ümmet” nüvesi ortaya çıkaramamaktayız.

Topluma yönelik Şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmek için, bilgiyi, önce bilince sonra da davranışa, ahlâka dönüştürerek, sosyal hayat içinde görünür kılarak hayatın bütün alanlarında vahyin şâhidliğini yapmalı, yani kâl (söz) ile dâvetten önce hâl ile daveti gerçekleştirmeyi başarmalıyız.

Kuşatıcı cahiliye sistemlerinde, siyasal hedefi, iktidar ve devlet olmayı ya da toplumsal sorunlara yönelik siyasal mücadeleyi, bütüncül tevhidi mücadele stratejisi içindeki hak ettiği konumun ötesinde bir aşırılıkla ve ilkesiz biçimde birinci plana geçiren ve ona endekslenenler, bu zamansız, aceleci ve aşırı tercih sebebiyle, sistem içi siyasete eklemlenme riski altına girmekten kurtulamazlar.

İşte İslam ve Müslim kavramlarının içeriğinde, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü vahiyle kuşatıp ibadet kılma hedefi vardır. Kulluk ve ahiret eksenli bir hayat tasavvuru içinde bireysel ve toplumsal ahlakı, hukuku, ekonomiyi, insani (akraba, komşuluk, ticaret vb.) tüm ilişkileri, sosyal yapıyı (iyilik, insanlara hayırlı olma, yardımlaşma, dayanışma, birbiri için fedakârlık bilinci vb.), bireyi, aileyi, toplumsal tüm hayatı vahiyle inşa edip dönüştürmeyi hedefleyen bütüncül bir toplum projesi olma yanı öncelikli ve belirleyicidir.

İslamcı” çabalar, bu önceliği ve bütünlüğü hep ihmal ede gelmişler, çok boyutlu ve topyekûn toplumsal dönüşümü ve öncelikle sosyal ve ahlakî boyutlu tevhidi inşayı ve dönüşümü hedeflemek yerine, daha çok sistem içi siyasal mücadeleyle oyalanmışlardır.

Bilmeliyiz ki, seküler bildiri, söylem ve eylemlere dayalı, sistem içi mücadele endeksli hareket alanında çok zaman harcayan, sisteme alternatif olduğunu sürekli ve açık biçimde topluma duyurmayan yapılar bütüncül bir İslami mücadeleden uzaklaşırlar.

Türkiye’de “İslamcılık” adı altında ve çağa uygun yeni hareket fıkhı geliştirme iddiasıyla, daha çok modernitenin ve postmodernizmin ürettiği model ve değerlerle sentez edilmiş ve sistem içi değişime eklemlenmeye meşruiyet kazandırıcı düşünce ve projeler üretilmektedir.

Toplumsal Sorunlarla İlgili Mücadele Sürecinde Muhafazakâr, Liberal ve Sol Demokratik kesimlerle Kurulan İlkesiz İlişkiler Savrulmalara Yol Açmıştır

Toplumsal sorunlarla ilgili bir mücadele içinde olan kesimlerin, iktidar sahipleriyle kurulan ilişkilerden etkilenip, sistem içi rüzgârlara kapılarak ya da bu sorunlar hatırına temasa geçilen sol, liberal ve demokratik muhafazakâr kesimlerle kurulan ilkesiz ilişkilerin yol açtığı etkilenmelerle, fikir, söylem ve eylem düzeyinde kirlendikleri çok açık olarak gözlenmektedir. İşte bu etkilenme ve kirlenme sonucu, zamanla vahyin ölçülerini, Kur’ani kavramları ihmal ederek, onların seküler kavramları ve demokratik ölçüleriyle kendilerini tanımlamaya ya da ifade etmeye yönelmeleri ve onların amellerini yapmaya başlamaları, yaygın olan bir savrulmadır.

Yapılması gereken iş ve vasat olarak nitelenebilecek tutum isebir yandan özgün tevhidi stratejik mücadeleyi aksatmadan, ertelemeden sürdürmektir. Ve bununla birlikte bu süreçte sistem içi mücadeleden kesin hatlarla ayrıştıracak İslami kimlik ve ilkeleri açıkça ibraz etmekte ısrarcı olmak; diğer yandan da sosyal ve siyasal şahidlik sorumluluğunu, vahyin ölçüleri içinde kalarak, tevhidi istikamet ve ilkeleri koruyarak, sorunlara İslami bakış açısıyla yaklaşarak gerçekleştirmektir.

Sosyal ve siyasal şahidlik yaparken vahyin ölçülerini korumada, İslami kimlik ve ilkelerin ibrazında zaafa düşenler, sonuçta sistem içi değişim eksenli demokratik söylemlere kaymak suretiyle, demokratik ölçülerle siyasallaşmaya başlıyorlar.

Liberal ve sol seküler çevrelerle kurulan ilkesiz ilişki süreçleri hep savrulmaya sonuçlanmıştır. Bu ilişkilerde temel İslami kimlik ve ilkeler bütünlüğü içinde belirleyici kılınmayıp pragmatik davranıldığında, İslami kimliğin gerekleri, ahlaki, insani ilişkilerde, eylem ve söylemlerde her zaman ve süreklilik arz edecek bir istikrar içinde belirleyici kılınmıyorsa, onlara benzemek ve dönüşmek kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.

İslamcı” denilen aydınların birçoğuKürt sorunu ve “emekçinin hakkını savunup sömürüye karşı çıkmak” başta olmak üzere sistemin yol açtığı toplumsal sorunlara müdahale etmek, çözüm üretmek gibi haklı bir noktadan hareket edip sonuçta bu sorunlar hatırına, liberal ve sol çevrelerle ilkesiz ilişkiler kurup, kendi İslami kimliğini öne çıkarmaktan ve olaylara, sorunlara yaklaşımda özgün bir duruş sergilemekten, İslami referansları gündemleştirmekten imtina ettiği için, zamanla onlara benzediler. Onlar nezdinde makbul olma ve itibar kazanma, o kesimlerde ve onların arkasındaki medyada akredite olma kompleksiyle kurulan bu ilkesiz ilişkide, onların seküler kavram, değer ve ölçüleriyle kendilerini ifade etmeye, tanımlamaya yöneldi ve zamanla sekülerleştiler.

Nitekim bu yanlış yüzünden birçok Müslüman şahsiyet ve grup, zamanla sekülerleşip hak-batıl karışımı eklektik kimlik ve anlayışlara sürüklenmişlerdir. Doğrudan içselleştirerek ya da ödünç alarak kullanılan “İslam demokrasisi” üretme eğilimleri ve İslam ümmetinin siyasi yönetiminde bile İslam’ı hakim değil eşit müzakere şartlarıyla oluşturulacak hukukla yönetilen bir siyasal organizasyonda hakem konumuna indirgeyen ve “Hak-batıl birlikte yönetişen çoğulcu model” arayışları en yaygın sapmayı oluşturmaktadır. Medine Vesikasını bile saptırarak bu amaçla kullanmaya çalışmaktadırlar.

Bunun yanında liberal ve sol çevrelerden etkilenerek kimisi kendisini “Liberal Müslüman”, kimisi de “Sosyalist Müslüman” olarak tanımlamaktan bile çekinmemişlerdir.

Mesela; başlangıçta çok net bir biçimde İslami kimlik ve tevhidi ilkelere dayalı olarak ortaya çıkan Mazlum-Der örneğinde, bu dönüşümü çok çarpıcı bir biçimde yaşamıştık ve maalesef uyarılarımız dikkate alınmayınca sonuçta sekülerleşmiş, demokratikleşmiş bir söylem ve yapı ortaya çıkmıştı.

Vahyi Sosyalleştirmeden, Sistem İçi Değişim Eksenli Siyasallaşma Gibi, Bir İdeoloji Olan ‘İslamcılık’ da Müslümanları Dönüştürme Etkisi Yapmaktadır

Emperyalist Batı, İslamî uyanış hareketlerini boğmak için askeri, ekonomik, siyasi bütün imkanlarını zaten kullanmaktaydı. Ancak bu yetmediği için kavramsal alana da müdahale ederek zihinleri bulandırması, literatürü ifsad etmesi gerekecekti. Bunun için Batı Medeniyetinin “ileri karakolu” olarak ifade edebileceğimiz sosyal bilimlerin ve sosyal bilimcilerin, oryantalistlerin destek ve katkılarıyla “siyasal İslam/fundamentalist İslam” diye bir tabir ortaya çıkarıldı. Bu tanımlama tam da bölgesinin ekonomik, siyasal, kültürel bağımsızlığı için mücadele eden insanları tanımlamak için kullanıyorlardı ve bu tanımlama onlar açısından her durumda olumsuz ve ötekileştirici, suçlayıcı bir tanımlamaydı.

Siyasal İslam” varsa elbette “Siyasal olmayan İslam” da vardı. Bu tanımlamayla aynı zamanda “siyasal olmayan İslam ile bir sorunumuz yok” mesajı da verilmeye çalışılıyordu. Amaç; İslam coğrafyasında bir kafa karışıklığı yaratmanın yanında Müslümanlar arasında ikilik çıkarmak, davetçi Müslümanlarla kendini Müslüman olarak nitelendiren davetin muhataplarının ilişkisini kesmek, ortak paydasını yok etmek ve bu var olma mücadelesini kaynağında boğmaktı. Sürecin daha ileriki aşamalarında Müslüman coğrafyada “Siyasal İslam” tabiri “İslamizm/İslamcılık” olarak ifade edilmeye başlandı.

İşin traji-komik tarafı, bu “İslamcılık” tabirinin bizzat İslamî uyanışı temsil edip bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman kesimler tarafından da kabul görmüş olmasıydı. Bu kabullenişin sonucu, Kulluk bütününün parçalanıp iman, ibadet, ahlak alanının ihmal edilişi, İslam’ı ve kulluğu bütüncül olarak yaşamaya örneklik teşkil eden bir Kur’an toplumu nüvesi oluşturmadan ve bu toplumun bu model ekseninde vahiyle inşası gerçekleştirilmeden aşırı bir siyasallaşmanın, Müslüman davetçileri kuşatarak bir fikir kulübüne dönüştürmesi olmuştur.

Bunlar, halktan kopuk ve halka daveti yaymak ve örnek olmak işlevini yitirmiş “fildişi kule”lerinde entelektüel olma heveslisi bir avuç insanla bir araya gelip hayatla bağı olmayan soyut fikrî tartışmalarla meşgul olmaktadırlar. Çoğu Batılı yazarlara ait yüzlerce kitaplık listeler hazırlayıp Kur’an’ı yeterince ve hakkıyla okumamış, onu içselleştirmemiş ve Furkan niteliğini kazanmamış çevrelerinde bu yüzlerce Batılı yazarların kitaplarının okunmasını sağlayan bu kesimler, Kur’an ile bakamayan, Kur’an ile göremeyen, Kur’an ile düşünemeyen, hayatı, tarihi ve toplumu Kur’an ile okuyamayan, analiz edemeyen, en önemlisi de Kur’an ile ahlaklanamayan, sonuçta İslam anlatırken bile hiç Kur’an atfı yapmayan entelektüeller yetiştirmekten öte gidemediler.

Gayet tabiidir ki, Müslümanlar Kur’an dışında da okumalar yapmalıdır ve yapacaklardır. Ancak bu okumalar, önce Kur’an hakkıyla okunup Rasûlün örnekliği siyeri ve sünneti içselleştirilerek Kur’an ile bakma, Hak ile bâtılı ayrıştırma vasfı kazandıktan sonra ve seçmeci bir yöntemle ilkeli okumalar olmalıdır. Kur’an okuması ise sürekli olmalı, Kur’an ile bağ hiç kopmamalı, okumalarımızı ve gündemimizi sürekli vahyin ölçüleri belirlemelidir.

Tabii ki, bu süreci tek bir saikle izah etmek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce, daha önce izah etmeye çalıştığım üzere, İslami kimlik ve Kur’ani temel kavramların giderek belirleyici olmaktan çıkarılmasının yanında, vahyi bireysel, ailevi ve toplumsal hayat alanlarında bütüncül olarak sosyalleştirmeden siyasallaşmanın da etkisi söz konusudur. Hayatı kuşatan sosyalleşme alanında ciddi çabalar sarf edip bir mesafe almadan, tam tersine bu alanları çoğu kez ihmal edip kendi haline bırakarak, abartılı bir biçimde sistem içi gündemlere endekslenmiş aşırı bir siyasallaşmaya kaymış olmamızın ve inzal edilmiş kavramlarımızı ihmal edip üretilmiş kavramlarla kendimizi tanımlamanın da bu savrulmada önemli bir rolü vardır.

Sonuçta da davetin muhataplarına hâl ve kâl ile daveti götürme derdi olmayan “fikir kulüpleri” konumunu aşamamaktadırlar. Yaklaşık 40 yıldır süren bu tür okumalar yapanlarımız da dahil, eğitim ve fikir çalışmaları sonucunda Daru’l-Erkam misali örnek, model ve öncü olacak, insanlara şahidlik edecek bir cemaat bile oluşturamadık.

Fikir kulübü misali çalışan ve yüzlerce kitap okuyan Müslümanların okuduğu gibi bırakın yüzlerce kitap okumayı, Kur’an dışında tek kitap bile okumayan, hatta çoğu okuma yazma bile bilmeyen ilk Kur’an Nesli 13 yılda sadece Kur’an okuyup onunla hayatı inşa ederek, Allah yolunda fedakar, ahlaklı, emin ve adanmış bir kurucu kadro yetiştirerek model Kur’an toplumu nüvesini oluşturup onun örnek ve öncülüğünde İslam ümmetini ve iktidarını inşa ettiler. Bugünküler kurtarıcı mesajı kendi fikir kulüplerinin dışına bile taşıyamazken, Rasûlün önderliğinde Kur’an ile teçhiz olup “müçtehid toplum” vasfı kazanmış bu adanmış kurucu kadro, öncelikle ve özellikle Kur’an ahlakını kuşanıp hâl ile daveti gerçekleştirerek bu kurtarıcı mesajı üç kıtaya ulaştıracak bir tesir meydana getirdiler.

Bütün bu süreçlerde, indirilmiş vahyî bir kavram ve Rabbimizin bize vermiş olduğu bir ad olan “Müslim” yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile,

  1. hem Kur’ani bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın rahmet ve bereketinden uzaklaşmaya yol açmaktadırlar.

  2. Hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslam’ın, hayatı kuşatan bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar. Ve böylece bu üretilmiş kavramla zihinleri bulandırılmasına, tevhidi kesimde savrulmalara müsait bir zemin oluşmasına sebep olmaktadırlar.

  3. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidi olmaktan çok uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta ötekinin/İslam düşmanlarının yakıştırması olan bu üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına yol açmaktadırlarBu sebeple de, tevhidi davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.

Rasulullah ve beraberindekiler Kur’an dışında hangi kitapları okuyup zamanın diğer din ve felsefe anlayışlarına üstün gelmek için Eski Yunan, Roma, Sasani ve Kitap ehli kültürünü iyice öğrenmeye çalıştılar mı? Ya da onları yenmek için İslam’ı onların din ve ideolojilerine göre şekillendirmeye çaba gösterdiler mi? Ashabın içindeki okuma yazma bilenlerin sayısı bile onlarla ifade ediliyordu. Bu yüzden Rasûlullah (s) esirleri serbest bırakma karşılığında ashaba okuma yazma öğretmeleri şartını getiriyordu.

Bu halleriyle ve büyük zorluklar ve imkansızlıklar içindeyken onlar, yalnız Kur’an okuyarak vahiyle arınıp inşa olan akıl, zihin, kalp, akıde, ahlak ve şahsiyetleriyle, Allah yoluna adanarak ortaya koydukları büyük fedakarlıklarla Allah’ın yardımını celbederek muhteşem bir toplumsal inkılap meydana getirdiler. Tevhidin mesajını kısa sürede dünyanın geniş bir coğrafyasına yayacak bir cehd ve gayretle onurlu güzel bir örneklik oluşturdular.

Din, insanı yaratan Allah’ın insanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak olan reçetesidir. İdeoloji ise insanın cüz’i, eksik bilgisine dayanan indî ve şahsî fikir ve kanaatlerinin ifadesidir. İdeolojiler dünyevi ve siyasi amaçlıdır. Yirminci yüzyıl en kesif anlamda ideolojik bir çağdır. Bu uygulamalar o toplumlara saadet yerine felaket getirdi. Sonunda ideolojik devletler yıkıldı.

Batıl seküler zemine ait olduğu ve dünyeviliği ve hevaya dayalı olması tartışılmaz olan ideolojiyi, dünya ve ahireti ilgilendiren boyutları olan, dünyayı ilgilendiren boyutunun da heva ve zanla değil vahiyle inşa edilmesi esas olan İslam için kullanmak asla mazur görülebilecek bir durum değildir.

Gazali’nin, çağındaki felsefe akımın İslam’a verdiği zararları engellemek için felsefeye karşı açtığı savaşı ve felsefeyi alt etmesini örnek alanların, bugün felsefenin yerine ikame edilerek dünyayı yangın yerine çeviren seküler ideolojiler çağında İslam’ı ideolojileştirmeye çalışmak yerine günümüzün egemen bâtılı olan ideolojiyi topyekun hedef yaparak ideolojilerden İslam’ı ayrıştırıp kendi özgün paradigması üzerinde vahiy temelinde yükseltmesi ve taviz vermeden bağımsız ve özgün içerik ve kavramlarıyla gündemleştirmesi gerekmez mi?

Kanaatimce öncülüğün, önderliğin, sabikun olmanın, vahyi sosyalleştirmenin ve toplumu dönüştürüp İslami toplumu inşa etmenin şartlarını aşırı idealize edip erişilmez konumlara oturtanlar, sadece fildişi kulede pratize edilmesi mümkün olmayan teoriler üretmekten kurtulamazlar. Kanaatimce, sorun bilgilenme ve ilim sahibi olmayla ilgili değil, samimiyet, ihlas, Kur’an ahlakını kuşanmak ve inandığı dava uğrunda fedakarlık sorunudur.

Sadece Kur’an’ı okuyan ilk nesil zaten kolaylaştırılmış, anlaşılır kılınmış Kitab’ı hakkıyla okuyup, Allah’ı hakkıyla takdir eden, takvayı hakkıyla kuşanıp, Allah yolunda hakkıyla cihada koşan ve inandıkları dava uğrunda her türlü bedeli ödemeyi göze alan, fedakarlıklarda yarışan adanmış şahsiyetler oldular. Bildikleriyle ihlasla amel edip, akıde ve ilkelerini tavizsiz bir biçimde koruyarak çaba gösterdiler, Allah da bilmediklerini öğretti, ayaklarını kendi yolunda sabit kılarak, çalışmalarını bereketlendirdi, yardımı ve rahmetiyle onları ve çabalarını güçlendirdi, zafere ve galibiyete giden yollarını açtı önlerine. Hak gelince bâtıl kendiliğinden zail oldu. Yeter ki, Hak gereğince ve doğru, adanmış bir temsille ortaya konsun.

Genelde İslam’ı siyasal ideoloji konumuna indirgeme çabasının adı olan “İslamcılık” Kulluk bütününün parçalanıp siyasallaşmanın öne çıkmasına ve sonuçta savrulmaya hizmet eden bir anlayış olmuştur

İslamcılığı sahiplenen bir Müslüman bile “Bir siyasal ve ideolojik akım olarak İslamcılık” tanımı yapmaktadır. ve şunları ilave etmektedir: “Fakat yoğun tartışmalara rağmen, İslamcılığın ‘neliği’ konusunda bir mutabakattan bahsetmek mümkün değildir. İslamcılığı, Batı’daki ‘ideoloji’ teriminin ifade ettiği manaları tazammun eden bir kavram olarak görmemiz mümkündür.”

İslamcılığı kabullenenlerin kendi ifadeleriyle bile, İslamcılık temelde oryantalist bir tanımlamadır ve olumsuzlamayı hedeflemektedir. Bu kesimler şunu da söylemektedirler: “İslamcılık, dini temel alarak, belirli bir tarihsel dönemde karşılaşılan sorunları çözmeyi amaçlayan beşeri bir ideolojidir.”

Müslüman aydın ve âlimlere düşen görev, kendilerini Batılı oryantalist gözlükle okuyanların yorumlarına mahkûm etmek mi olmalıdır? Yoksa Kur’an ve Hz. Peygamberin rehberliğini temel alarak, çağımıza uygun bir siyasal ve toplumsal bir model üretmek mi olmalıdır?

Bu Müslümanlar, batılı paradigma içinde kalarak, İslam’ı bu paradigmaya alternatif yapmaya çalışıyorlar. Batı paradigmasının dışına çıkıp özgün bir bakışı yakalamayı ancak Kur’ani evrensel kavramlarını özgün biçimde esas alıp her şeye rağmen gündemleştirerek gerçekleştirebiliriz.

Müslüman” ve “İslamcı” Tartışmaları Bağlamında İslami Davet ve İnşa Sürecinde Taşıyıcı ve Tanımlayıcı Kavramların Önemi

Her din ya da ideoloji kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve insanlara ulaştırır. Kavramlar nötr değildirler, zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler.

Özellikle de, ilahi iradenin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise, bu tür Kur’anî kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdırlar.

Ama maalesef, bir süredir kan kaybederek içinden geçtiğimiz değişim sürecinde, Müslümanların çoğu artık taşıyıcı Kur’ani temel kavramları bile kullanmayıp, entelektüel görüntü verme ve ötekine kendini beğendirme eğilimiyle başlayan, ama sonra kanıksanıp içselleştirilen bir biçimde, giderek seküler bir dile doğru savrulmaktadırlar.

Bu bağlamda “İslamcılık” kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslamcılık tartışmalı bir kavramdır” tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslamcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslami uyanış ve direniş çabalarını, İslam’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve suçlamak amacıyla, tıpkı “radikal İslam”, “fundamentalist İslam”, “dinci” kavramı gibi, İslam karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamaktadırlar.

Alman Başbakanı Merkel, Müslümanlarla İslamcıları birbirinden ayırmak gerektiğini söylemiş ve ilave etmiş: ‘Biz Müslümanlara değil, İslamcılara karşıyız.’ Bu kavramı, hangi amaçla ürettiklerini ele veren bir açıklamadır buİslam ya da Müslim/Müslüman kavramını hedef alsalar, top yekün İslam alemini karşılarında bulacakları için haince bir taktikle böyle bir kavram üretip bir ayırım yaparak “İslamcılılığı” ve “İslamcıları” düşman ilan edip

  1. Hem kendisini Müslim/Müslüman olarak tanımlayanları karşılarına almaktan kaçınarak yanlarına çekmeye,

  2. Hem tevhidi uyanış sürecini bu adla Müslüman kitleden ayırıp zayıf düşürmeye,

  3. Hem de davetçi Müslümanların bu geniş kitleyle bütünleşmesini ve sahih İslam’ın davetini onlara ulaştırmalarını ve yeniden tevhidi dirilişi engellemeye çalışmaktadırlar.

İslamcılık kelimesinin, ilk defa Fransızlar tarafından “İslamist” şeklinde kullanıldığı bilinmektedir.“Hıristiyancılık” veya “Yahudicilik” adlandırmaları neden yok? Bu kelimelerinin anlam alanından İslâmcılığa bakınca işin tuhaflığı daha iyi anlaşılmıyor mu?

İslâmcılık, 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan İttihad-ı İslâm (İslâm Birliği) kavramını temsil gücünden dahi yoksundur.

İslamcılık yapanların çoğu ana kaynağa dayalı sahih bir İslam’dan ve sahih bir akıdeden bile mahrum olarak siyasi bir ideolojinin müntesibi pozisyonundan ileri gidememektedirler. Zaten İslamcılık için Kur’anî ölçülerde Müslim olmak şartı yoktur. Hatta daha ziyade kendisi Müslüman olmayıp Müslüman ve İslam destekçisi bir pozisyon sahipleri için bu ad daha uygun durmaktadır. Bu anlamda, Şeyho Duman hocamızın ifadesiyle ancak “Ebu Talip gibiler İslamcı olarak nitelenebilir”.

Bu kavramı sahiplendiği halde içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bir kardeşlerimiz de birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akıdevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını da ifade etmektedir. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Ak Parti İslamcılığı”, “Has Parti İslamcılığı” “Evrensel İslamcılık”, gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.

Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslim/Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de “İslam” olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul, doğru ve meşru değildir. Her şeyden önce “İslamcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Çağımızın muvahhidlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlamak istiyorsak, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmakta neden ısrar ediyoruz ki?

Zaten kimi uzman raporları istisna edilirse, “İslamcılık” ya da “siyasal İslam” denince bütün dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini anlıyor ve onları tartışıyor. “Müslim” kavramının içini Kur’ani ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a davet etmek varken, halkın da tanımadığı, ilahi iradenin de onaylamadığı, üretilmiş bir kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır.

Halbuki, sözüm ona, herkesin kendisini “Müslim”/Müslüman tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını ayrıştırmak amacıyla “İslamcılık” kavramını kullanmayı tercih ediyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslamcılık” tanımlamaları arasında göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan ayrıştırmaya çalışıyorlar“Tevhidî ya da evrensel İslamcılık” gibi tanımlara ihtiyaç duyuyorlar. Ama referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup, “siyasal İslamcı laik demokratik partiler”le ortak seküler siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar.

Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslamcı olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar. Halbuki inzal edilmiş “Müslim”/Müslüman kavramının altını Allah’ın beyanıyla, vahyin ölçüleriyle, Kur’ani tanımlarla doldurarak netleştirmek suretiyleüretilmiş “İslamcılık” kavramının yol açtığı zaafları aşmak ve Allah’ın rahmet ve bereketini celbetmek bakımından, hem daha akıllıca, hem de Kur’an’a daha uygun bir amel gerçekleştirilmiş olacaktır.

Nitekim Kur’an’da onlarca ayette Müslim olmanın önemi vurgulanır:

  • 22/hacc 78: “…Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size “Müslim/müslüman” ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye.

  • 3/Al-i İmran 52: “Îsâ onlardan inkârı sezince: ‘Allâh yolunda kimler bana yardımcı olacak?’ dedi. Havariler: Biz, Allah(yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz Müslimleriz/Müslümanlarız.’ dediler.”

  • 10/Yunus 72: “Eğer yüz çevirmişseniz, ben sizden bir ücret istememiştim. Benim ücretim sadece Allah’a aittir. Ben Müslimlerden/Müslümanlardan olmakla emrolundum.”

  • 41/Fussilet 33: “(İnsanları) Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘şüphesiz ki ben Müslimlerdenim/Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”

  • Bakara, 2/128: Rabbimiz Kur’ân’da; Hz. İbrahim’in (a.s.) şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet (getir)…”

  • Rabbimiz Kur’ân’daki birçok âyetinde, aslında bütün Rasûllerin Allah katında makbul tek din olan İslâm’a dâvet ettiklerini ve aynı duayı yaparak “Müslimler” olarak ölmeye çağırdıklarını haber vermektedir. “Rabbi ona ‘Eslim/İslâm ol/Teslim ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum(eslemtu)’ demişti.” (Bakara, 2/131.) “Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya’kub da, ‘Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece Müslimler/Müslümanlar olarak ölünüz.’ (dediler).” (Bakara, 2/132)

  • Rabbimiz, köken itibariyle tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını tahrif ederek bu kökten uzaklaşmış, sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere, köklerindeki İslami inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya davet edilmelerini son elçisine emretmiştir. “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten Müslimleriz/Müslümanlarız.”(Al-i İmran 3/64)

Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış olanlara, hak din İslam’ın ve tevhid akıdesinin esasları hatırlatılıp, tekrar bu öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak, direnirlerse, “Müslim/Müslüman” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın vurgulanması gündeme getiriliyor.

Peygamber’in (s) davetinin muhatabı olan toplumda yer alan neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak niteliyorlar, İbrahim (as)’a nispet ediyorlardı. Allah vahyini gönderirken, madem “İbrahim”in dini nitelemesi anlam kaybına uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kafir olmuş kitap ehli ve müşrikler de bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme demiyor. Tam tersine Peygamberine ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip çıkıyor ve onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine davet edilmeleri gerektiğini bildiriyor. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslim/Müslüman idi; müşriklerden de değildi”. (Al-i İmran 3/67).

Yüce Allah, kendi tevhid dinine “İslam”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı açık değil mi? Cahiliye toplumunu, ancak bu tür indirilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarla tevhidi istikamette dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız.

Tabii ki, Müslümanlar da ihtiyaç halinde temel taşıyıcı kavramlar yerine olmamak ve inzal edilmiş olanlara dokunmamak kaydıyla, ihtiyaç duyulması halinde yeni kavramlar üretebilirler. Ancak bu tür üretilmiş kavramlar, bizzat Müslümanların inisiyatifiyle bile üretilseler, nihayet bölgesel bir ihtiyaca binaen doğar, belli bir süre yaşar ve sonra da ölürler, asla evrensel olamaz ve tüm Müslümanları kuşatamazlar.

İslamcılık” ise, doğrudan düşman tarafından ve tıpkı “Mescid-i Dırar” misali İslam’a zarar vermek kastıyla üretilmiş olup temel taşıyıcı bir kavram olan İslam yerine ikame edilmesi bakımından doğrudan bir zulüm ve büyük bir sapma ve saptırma çabasını ifade etmektedir. İslama ve müslümanlara zarar vermek, mü’minler arasına ayrılık sokmak amacıyla kurulan “Mescid-i Dırar”da (Tevbe, 9/107-109) namaz kıldırsın diye davet edildiği halde Rasûlullah orada namaz kılmadığı gibi o mescidi Allah’ın emriyle yıktırmıştı. Müslümanlar nasıl oluyor da aynı zararı vermeyi ve Müslümanlar arasına ayrılık sokmayı amaç edinerek uydurulan “İslamcılık” kavramını gönüllü olarak benimseyip kullanabiliyorlar?

Halbuki inzal edilmiş vahyin bildirdiği ilahi kavramlar, Yüce Allah’ın tercihi olarak evrensel olup, ümmetin tüm dünyaya yayılmış bütün kesimlerinin en önemli ortak paydasını, ortak adını, ortak şiarlarını, ortak bilgisini temsil etme konumunu kıyamete kadar sürdürecek niteliktedirler. Bu sebeple, inzal edilmiş evrensel özgün kavramlarımız, her bölgenin olduğu gibi, her çağın mü’minlerini de birbirine bağlayan, birleştiren, aralarında kopmaz bağlar kuran, tanımlayıcı, taşıyıcı ve inşa edici kavramlardır.

Bir başka husus ise, bizzat Allah tarafından Mü’min kullarına verilmiş bir ad olan inzal edilmiş “Müslim” kavramının yerine üretilmiş “İslamcı” kavramının konulmasının, önemli bir adaletsizlik ve “zulüm” olmasıdır. Çünkü zulüm; “Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” O halde, Allah’ın koyduğu bir ismin yerine başka bir ismi koymak, yani indirilmiş “Müslim/Müslüman” kavramını terk edip, üretilmiş “İslamcı” kavramını onun yerine koymak zulüm olmaz mı?

Böylece, “Müslim/Müslüman” kavramını, Allah’ın razı olmadığı geleneksel ve modern hurafelerle karışık yanlış din anlayışlarına tahsis etmek ya da kendini bu sebeple inzal edilmiş bir kavramdan ayrıştırmak için farklı kavramlar üreterek, Müslüman kavramının bu yanlış din algısına ait olduğunu dolaylı olarak da olsa kabullenmek, bu anlamda zulüm olmaz mı? Tabii ki, bu kasıtla yapmadıkları için, iyi niyetle “İslamcı” kavramını kullanan kardeşlerimiz “zalim” olarak nitelenmeseler de, sonuçta bu zulme aracı oldukları açık değil midir?

Diğer taraftan, Allah’ın inzal ettiği vahiyle bize verdiği adı terk edip, yerine üretilen kavram, yukarıda örnekleri zikredildiği üzere, tevhidi ölçülerle bağdaşmayan birçok yanlış İslam algısı için de kullanılmaktadır. Unutmayalım ki, Rabbimiz “râinâ” -bizi gözet- kelimesi, sadece Yahudilerce başka bir anlamda kullanıldığı için, Rabb’imiz bu kelimeyi kullanmayı yasaklamış ve bunun yerine Müslümanlara, Rasulullah’a hitaplarında “unzurnâ”-bize bak- demeyi emretmiştir. (Bakara, 2/104) Üstelik “râinâ” kelimesi kökeni itibariyle kötü anlamı olmayan masum bir kelime olduğu halde sırf Yahudiler onunla kötü bir anlamı kastederek Rasülûllaha yöneltiyorlar diye Rabbimiz mü’minlerin bu kelimeyi kullanmamalarını emretmiştir. “İslamcılık” kelimesi ise bizzat uydurulurken masum olmayıp kötülük amacıyla üretildiği gibi kullanım alanı bakımından birçok İslam’a aykırı kesimi de kapsadığı ve üstelik inzal edilmiş en temel ilahî bir kavramın yerine ikame edildiği halde nasıl oluyor da müslümanlarca bu kadar rahat benimsenebiliyor? Buradan çıkarmamız gereken sonuç; özellikle İslam’a aykırı başka anlamlara da gelen kelime ve kavramlar rast gele kullanılmamalı, bu tür kavramların başka eklektik inançlarla bağlantısı ve onu üreten dünya görüşünün oluşturduğu arka planı, söz konusu başka anlamlarından kaynaklanacak kafa karışıklığı, zihni bulanıklık dikkate alınmalıdır.

Ayrıca, geleneksel ve modern hurafelere bulanmış, akıdeleri bozulmuş halk kitlelerinin, kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, bu temel kavramımızdan uzaklaşmamıza yol açmaması gerektiği gibi, halkla ayrışma sebebi kılınmak yerine, tam tersine onlara İslami mesajı ulaştırmada ortak payda olarak öne çıkarılmalıdır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaşmada, bu ortak payda tebliğ zemini olarak kullanılarak, aramızdaki bu ortak ismin Kur’ani muhtevası, gerekleri ve sorumlulukları hatırlatılarak tevhidi davetin vesilesi kılınmalıdır.

Kanaatimizce, bu hassasiyet korunmadan yapılacak olan kavramlaştırmalar, özellikle de, “Müslim” (Türkçe karşılığı olarak “Müslüman”) kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı taşıyıcı niteliği olan bir kavramın yerine, “İslamcı” gibi üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı, sürekli kullanmakta ısrar etmek gibi tutumlar büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilahi olan kavramın desteğinden, bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet edilen tebliğ ve şahidliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu davete icabeti anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu davete muhatap olanlar, Kur’an’ın davet ettiği ‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslamcı’ olmamız gerekmez diye bakabilmektedirler.

Sonuçta da, kendini İslamcı olarak tanımlayıp İslamcılığa davet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim” kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda kaybetmektedirler.

Bu konuda bir hatıramı paylaşmak isterim.

Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) genel merkezine bir ziyaret gerçekleştirmiştik ve iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise İslami kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya koymuştuk. Mazlum-Der olarak görüşlerimizi açıklarken İslami kimliğe ve vahyin ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda, insan, hak, adalet ve zulüm gibi kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaştığımızı aktarmamız üzerine, İHD yönetiminden birisi, “Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘biz Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti. Onlara şunu söylemiştim, “Af edersiniz, biz sizi sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslam’ın evrensel ilke ve ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz”. Bunun üzerine “Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ani ölçülerini, İslam’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.

Böyle değil de biz kendimizi “İslamcı” olarak niteleyip “İslamcılık” adı altında kendimizi ve insan hakları yaklaşımımızı anlatsaydık, onlar şöyle düşünecekti: “siz de biz de iki ayrı ideolojinin müntesipleriyiz ama hepimiz müslümanız” ve böylece de bizim onlara kendilerinin Müslüman olmadıkları ve Kur’an’a göre Müslim/Müslüman olmanın ölçülerini tebliğ etme imkânımız oluşmayacaktı.

Bilinmelidir ki, tevhidî duruş, Kur’anî din algısı “İslamcı” olarak sunulmaya devam edildiğinde, çok boyutlu bir zulüm işlenmiş olacaktır.

  1. İslam dışı akıde ve ameller üzere bulundukları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan kesimlerin vahye dayalı doğru Müslümanlıktan haberdar olmaları engellenerek, hem bu kesimlere zulmedilmiş olacaktır;

  2. Hem geniş kitlelerin “Müslüman”lığı yanlış anlamalarına, yanlış anlayanların da hak-batıl karışımı bu yanlış anlayışlarını sürdürmelerine sebep olunarak, Allah’ın dini İslam’a/Müslümanlığa zulmedilmiş olacaktır;

  3. Hem de “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlamakta ısrar edenler, “Müslim” kavramını Allah’ın tanımladığı doğru yerine oturtmadıkları, batıl anlayışlardan arındırmak çabası göstermedikleri, hakkı batıldan ayırmak ve hakkı ikame etmek görevini yerine getirmedikleri için kendi nefislerine zulmetmiş olacaklardır.

Öncelikle Allah’a kulluk sorumluluğumuz, sonra da içinde yaşadığımız toplumlara karşı Allah’ın dinini dosdoğru tebliğ etme sorumluluğumuz gereğince, Kulluk bütününü parçalamadan ve inzal edilmiş kavram ve ölçülere sadakatten hiçbir sebeple taviz vermeden, Kur’an sünnet ölçüleri içinde Kur’an’ın bütününü hayatın bütününe hakim kılma ve sahih İslam’ı kendi özgün kavramlarıyla insanlara hâl ve kâl ile tebliğ etme görevimizi hakkıyla yerinme getirmeye çalışmalıyız.

  • 3/Al-i İmran 102 : “Ey iman edenler, Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslimler/Müslümanlar olarak ölün.”

Rabbimiz, bize verdiği en güzel isim olan Müslim ismimize ve bizim için beğenip seçtiğini ve başkasına asla razı olmayacağını beyan ettiği “İslam” dinimize sadakat üzere yaşamayı, iman edip takvayı hakkıyla kuşanarak, hayatımızı ibadet kılarak Müslim olmayı ve Müslim olarak ölmeyi hepimize nasip etsin inşaAllah.

İlginizi çekebilir

Bilgi, İman, Amel ve Ahlak İlişkisi- 2

Hangi şartlar ve maslahatlar söz konusu olursa olsun, hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek (Enbiya, 21/42), Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır.

Bir Cevap Yazın