BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Eski Statüko da, Yenisi de Kapitalist

Eski Statüko da, Yenisi de Kapitalist

Bugün yayınlamakta olduğumuz yedinci bölümde Pamak, despotik eski statüko ile yerine kurulmakta olan yeni statükoyu Müslümanlar açısından ele alıyor ve “görece özgürlükçü” olarak tanımladığı yeni statükonun Müslümanlar için daha olumlu olarak değerlendirilebileceğini, ancak Müslümanların her şartta özgün tevhidi konumlarını korumalarının şart olduğunu, bu statükonun kurulmasında rol alarak bu konumlarına halel getirmemeleri gerektiğini ifade ediyor.

İslam ve Hayat

 

 

Yazar Mehmet Pamak’a yönelttiğimiz soruların cevaplarından oluşan ve neticede 10 bölümlük bir yazı dizi olarak planlanan dizimizi, bölümler bize ulaştıkça on günlük periyodlarla yayınlamayı sürdürüyoruz.

 

Bugün yayınlamakta olduğumuz yedinci bölümde Pamak, despotik eski statüko ile yerine kurulmakta olan yeni statükoyu Müslümanlar açısından ele alıyor ve “görece özgürlükçü” olarak tanımladığı yeni statükonun Müslümanlar için daha olumlu olarak değerlendirilebileceğini, ancak Müslümanların her şartta özgün tevhidi konumlarını korumalarının şart olduğunu, bu statükonun kurulmasında rol alarak bu konumlarına halel getirmemeleri gerektiğini ifade ediyor.

 

Eski statüko ile yeni statükonun iktisadi politikalar konusunda temelde bir farklılık göstermediğini, her ikisinin de kapitalist üretim ve tüketim çarklarına dayalı bir ekonomi öngördüğünü kaydeden Pamak, “Görece lehte farklılıklara rağmen, iki statüko arasındaki farkın en fazla TÜSİAD ve MÜSİAD arasındaki fark kadar olduğunu bilmek durumundayız. Neticede iki statüko da kapitalisttir. İkisinin de, kapitalist piyasa sistemiyle “kalkınma” (!) peşinde olduğunu ve sonuçta fakirin hakkının gaspına, emeğin sömürülmesine, geniş kitlelerin ezilmesine dayandığını, vahye dayalı İslami adalet bilincimizle görmek durumundayız. İki statükoda da, devlet son tahlilde zenginden yana olmaya, piyasa ilahının emirleri gereğince emekçilerin haklarının gasp edilmesine seyirci kalmaya devam edecektir. İki statükoda da, faizci ve rantçı piyasa ekonomisinde geniş kitlelerin haklarının, ödedikleri vergilerin, herkese ait ülke kaynaklarının, kapitalist piyasa mekanizmaları aracılığıyla büyük sermayedarlara aktarılmasının kaçınılmaz olduğu ve devletin dar gelirliler lehine buna müdahale etmediği ve etmeyeceği açıktır.” diyor.

 

İŞTE SÖYLEŞİMİZİN 7. BÖLÜMÜ:

 

 

Darbeci, Despot Eski Statüko “Yaşanan Tehlike”,

Değişimle Oluşan Demokratik Statüko İse, “Potansiyel Tehlike”dir

 

Görece özgürlük vaadeden yeni statükoya, statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi içselleştirdikleri halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerle, bu değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak aktif destek kararı alan kimi tevhidi uyanış öbeklerinin tutumlarının analizini yapmak önemli bir sorumluluktur.

 

Bu analiz, gidişatı doğru okuyup tedbirler almak; “emri bil maruf” bağlamında uyarılarda bulunmamız; İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz; gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhidi mücadelemizin istikrar ve sürekliliği ile içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli sorumluluklarımız bakımından büyük önem arz etmektedir.

 

İlk bölümlerde daha çok değişimin doğrudan içinde olan kesimleri ve sistem içi değişim çabalarını dini referanslarla meşrulaştırmaya çalışan farklı kesimlerin yaklaşımlarını ele almaya çalışmıştık. Birkaç bölümdür ise, daha çok, görece farklı boyutlarda da olsa kendilerini şirk sistemiyle ayrıştırmada ve taguti sisteme karşı tavırlarında daha net olan tevhidi uyanış öbeklerinin, değişimi abartarak, sahiplenip aktif destek vererek ortaya koydukları söylem ve eylemlerini ve bunları İslami referanslara dayandırma çabalarını analiz etmeye çalışıyoruz.

 

“Tevhidi Duyarlılık Çağrısı”yla, Kur’ani Ölçüleri,

Akıdevi İlkeleri ve Peygamberi Yolu Hatırlatmıştık

 

Ne yazık ki, bazı kardeşlerimizin, taguti sistemin taguti kurumlarını yeniden yapılandırmayı hedefleyen kısmi anayasa değişikliğine “evet” oyu vererek iştirak etmeleri; -tevilleri, niyetleri ve gerekçeleri sebebiyle mazur görebileceğimiz kimi maslahat tespitlerinden kalkarak yapılan- bireysel bir tercih olarak da kalmamıştır. Maalesef, kurumsal bazda “evet” çağrısı yapan bildiriler yayınlamaya ve öncü İslami şahsiyetlerin medyadan halka hitap ederek, bu amelin “Takva”, “Allah’a teslimiyet” ve “ibadet” olduğunu söylemekten çekinmeyen bir cüretkârlıkla “evet” çağrısı yapmaya kadar götürülmüştür. “İslami Kuruluşlar”[1]adıyla “Aktif destek” içerikli ortak bildiriye imza atan ya da imzadan imtina ettikleri halde bu muhtevaya katıldıklarını söyleyerek, kendileri de referandumda “evet” çağrısı yaparak aktif destek veren gruplar ve öncülerinden oluşan ittifakın içinden bazıları, ayrıca bu amelin, “Takva”, “Allah’a teslimiyet” ve “ibadet” olduğunu söylediklerinde, diğerleri susmuşlardır. Tıpkı bildiriler gibi kamuoyuna açıklama yaparak, “hayır bunu kabul etmiyoruz, bu haksızlıktır, zulümdür, hakkı batıla karıştırmaktır, abartıdır, savrulmadır” dememişlerdir. Bu sebeple de, bu söyleme katılmadıklarını kamu oyu önünde açıklamadıkları, bu beyandan beri olduklarını, onaylamadıklarını, yanlış bulduklarını söylemedikleri, bu büyük sapmayı kamuoyuna açık şekilde eleştirmedikleri için, suskun kalarak dolaylı onay vermişler ve sorumluluğuna da iştirak etmişlerdir. İşte bu sebeple bizler de, bu tutumun, “tevhidi stratejik mücadeleye” zarar vereceği, “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” algısında ve “tagutu red” bilincinde flulaşmalara ve tevhidi davetin muhatabı kitleler nezdinde de, kafa karışıklıklarına, “hak ile batılı karıştırmak” gibi sorunlara yol açabileceği uyarısını yapmak ihtiyacını duymuşuzdur.

 

Tabii ki, biz Müslümanlar, Allah’ın sosyal yasası gereğince toplumların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmasını, özündekini değiştirmeye paralel olarak Allah’ın takdiriyle yeni durumlara ulaşmasının önünü açık tutacak görece de olsa adalet ve özgürlük vasatına sahip kılınmasını isteriz. Bu bağlamda, despotların, oligarşik zorbaların halkın iradesini baskı altına alarak ipotek koymasına, topluma tepeden ideoloji ve model dayatılmasına karşı çıkarız. İsteriz ki, toplumlar özlerinde var olanı özgür iradeleriyle hangi istikamette değiştirirlerse, onlara layık olacakları o sistemin Allah tarafından takdir edilmesine dair ilahi yasa, hiçbir zorbanın ipoteği, vesayeti ve engeli olmadan işlesin. Toplumlar, ister zulümatın/karanlıkların koyu tonlu kulvarlarından gri tonlarına doğru değişip buna layık olsunlar, isterse de zulümatın bütününü reddederek Nur’a (aydınlığa) sıçrama yapan köklü bir inkılabı yaşayarak İslami adalet sistemini hak etsinler. Sonuçta da bu konudaki ilahi yasanın işleyişiyle, lâyık oldukları yönetime, hiçbir zorbanın engellemesi olmadan, özgür iradeleriyle yapacakları tercihle kavuşabilsinler.

 

Biz Müslümanlar, cahiliye sisteminin kuşatması altında da, bize ve ülke halklarına yapılan zulümlere, baskılara, haksızlıklara karşı çıkar, cahiliye sisteminin yol açtığı toplumsal sorunlarla ve mağdurlarıyla ilgilenir, dertleriyle dertlenir, ıstıraplarını paylaşır, mazlum kesimlerin yanında yer alarak zalim sisteme karşı adalet ve özgürlük mücadelesi yürütür ve zulmü geriletmeye çalışırız. Sömürülen, ezilen halk kitlelerinin yanında yer alıp haklarını savunur, hakları gasp edenleri, emeği sömürenleri, halkları ezenleri, insanlara haksızlık, adaletsizlik yapan zalimleri ifşa edip, muhalefet bilincini yaygınlaştırmaya gayret ederiz.

 

Bu sebeple, bir Müslüman, halkın kendi kaderi üzerinde söz sahibi haline gelmesi ve böylece imtihan dünyasında insanların kendilerini özgürce gerçekleştirme imkanına sahip kılınması adına, halk iradesiyle yapılacak görece özgürlükçü anayasaları bu zaviyeden görece olumluluk olarak görebilir. Kur’an’ın “bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah onun durumunu değiştirmez” hükmüyle ortaya konan ve bir toplumun layık olduğu yönetimle yönetilmesi sosyal yasasının işlerliği açısından, toplumun tercih özgürlüğünün gereği olarak değerlendirebilir. Ancak bize, “peki, ezilenlerden yana zulme karşı bu itirazlarınızdan bir kısmını halletmek, zulmü kısmen geriletmek, despotizme görece geri adım attırmak ve talep ettiğiniz haklarınızı iade etmek üzere şirk anayasamızda İlâhî vahyi dikkate almadan yapılacak laik düzenlemeleri, seküler değişiklikleri birlikte yapalım” denildiğinde ise, bundan uzak dururuz. Çünkü, Allah’ın bütün kullarına lütfetmiş bulunduğu temel hak ve özgürlüklerimizi talep etmek meşru iken, bu meşru talebimizi içerse de, bütünüyle ilahi vahyi esas almayan, cahiliye inancıyla kuşatılmış sivil halk kitlelerinin iradesiyle yapılan, heva ve zanna dayalı, İslami olanı dışlayıcı şirkî nitelikteki hükümleri ihtiva eden anayasa talebinde bulunmak ve yapımına iştirak etmek İslami açıdan gayrimeşrudur.

 

Tamamen sivillerin ve halkın büyük ekseriyetinin yaptığı bir anayasa bile olsa ve özgürlüklerin önünü son değişiklikten de daha fazla açsa, temel haklara daha fazla riayet etse, yine de biz, İlâhî vahyi esas almayan, Allah’ın iradesini anayasa ve yasa koyarken teslim olunması gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa düzenlemesini İslami açıdan meşru göremeyiz, talep edemeyiz ve asla oy verip şirke dayalı teşri’e iştirak edemeyiz. BM insan hakları sözleşmesindeki hak ve özgürlüklerin tamamını tanıyan, halka ve Müslümanlara, gasp edilen haklarının önemli bir kısmını iade eden bir anayasa da olsa, İlâhî vahyi esas almayıp laik bir anlayışla hazırlanan değişikliğe oy verip iştirak etmemiz şer’î değildir. Geçen referandumda, “evet” çağrısı yapılan kısmî değişiklikte, Müslümanların gasp edilen hiçbir hakkı iade edilmezken dahi “evet” çağrısı yapılması ise, çok daha açık olarak meşru değildir.

 

Despotizmi geriletip zulmü azaltan, temel haklar alanında ciddi iyileştirmeler yapan, ama hukukun, özgürlüklerin, adaletin kaynağı, ölçüsü; temel hakların nevi, ölçü ve sınırları İlâhî vahiy tarafından değil de, cahiliye toplumunun kâhir ekseriyetinin iradesi tarafından belirlenen, bu sebeple de tâğutî olma niteliği devam eden sivil bir anayasaya da “evet” oyu vererek yapımına iştirak edemeyiz. Yani gasp edilmiş bütün haklarımızı iade eden ve halkın sivil iradesinin ürünü olan liberal, demokratik, özgürlükçü laik bir sivil anayasa hazırlandığında da evet oyu verip desteklememiz ve bu tür bir anayasanın yapılmasında teşrî’ fonksiyonu üstlenmemiz asla doğru değildir. Allah’ın iradesini anayasa ve yasa yaparken teslim olunması gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa düzenlemesini meşru göremeyiz ve asla oy vererek şirke dayalı teşrî’ye iştirak edemeyiz. Çünkü, ne kadar özgürlükçü olursa olsun, cahiliye toplumu tarafından, İlâhî vahyi dışlayarak hazırlanan sivil anayasalar da sonuçta, bilmeyenlerin hevasının ürünü seküler tâğutî anayasalardır. İster kısmî değişiklik, isterse bütüncül şekilde yeniden anayasa yapma olsun fark etmez.

 

Biz sistem içi değişimi temsil edenlere, bu ülkenin insanlarına zulmetmemelerini, hak ve özgürlüklerini yok etmemelerini, insanlara görece de olsa adaletle muamele etmelerini söylemeli, yapılan zulüm ve haksızlıklara karşı çıkmalıyız. Ama görece özgürleşme maslahatı için de olsa, temel tevhidi mücadele stratejimizi terk edip, “Türkiye laik demokratik sosyal hukuk devletidir ne bir eksik ne bir fazla” ya da “halkın yaptığı sivil anayasa talebi” söylemleriyle, demokratik laik anayasa talep edemeyiz. İlahi vahyi esas almayan, şirke dayalı bir anayasanın kısmi ya da bütüncül olarak hazırlık çalışmalarına, taguti kurumlarının yeniden yapılandırılmasıyla sistemin kendini şirke dair kodlar üzerinde yeniden inşa etmesine katılamayız, bu anlamda teşri’ işlev görerek destek veremeyiz.

 

Bugün liberal, laik, demokratik eğilim içinde olanlar güç sahibidir, inisiyatif onların elindedir, onlar kendi laik anayasalarını yapabilirler ya da bu laik anayasalarında kısmi değişikliğe gidebilirler. Biz ise, ancak İslam’ın hakim olduğu bir ülkede Müslüman olmayanlara tanınan temel hakları, onların da laik sistemde bizlere tanımaları gerektiğini, hiç değilse insani, fıtri erdemler ve değerler çerçevesinde talep edebiliriz. Biz de toplumsal tevhidi dönüşümle yaşanacak inkılap sonucunda Allah’ın takdiriyle ortaya çıkacak İslami sistemde inisiyatif sahibi olduğumuzda, vahyin ölçülerine uygun, vahiyle bütünlük arz eden insani, fıtri değerleri de dikkate alan İslami anayasamızı hazırlarız. Ki beşeri ölçülerle hazırlanmış hiçbir anayasa, din ve ırk ayrımı gözetmeden Allah’ın bütün kullarının haklarını mutlak bir adaletle güvence altına alan ve bütün insanlara kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerinin adalet ve özgürlük zemini sunan böyle bir anayasanın seviyesine yaklaşamaz.

 

Biz, gayrimüslimlere İslami sistemin anayasasında, temel hak ve özgürlükleri nasıl tek taraflı olarak, hatta onların talebine bile gerek kalmadan tanıyacaksak, onlar da aynı şekilde kendi anayasalarında bize temel hak ve özgürlükleri tanımak zorundadırlar. Bu, asgari fıtri, insani, ahlaki tutarlılık gereğidir. Ama onlar, fıtratlarını bozarak, insani erdemleri de çoğunlukla yitirmiş olduklarından, en temel hak ve özgürlüklerimizi gasp etmiş bulunmaktadırlar. Bu sebeple, biz, gasp edilen bu hak ve özgürlüklerimizi gündemleştirip, zulme karşı itirazımızı yükseltip, zalimi geri adım atmaya zorlayacak çabaları gösteririz. Ancak, sonuçta bu hakları ve özgürlükleri vermek zorunda kalan sistem, bunun için gerekli olan anayasal ve yasal düzenlemeleri kendisi bizim dışımızda gerçekleştirmelidir. Eğer, biz de bu değişikliği oy vererek desteklersek, zahiren de olsa, şirk anayasasının laik İslam karşıtı taguti niteliğini de onaylamış, ona meşruiyet kazandırmış, ona eklemlenmiş ve tevhidi davetimizi gölgeleyerek inkılabi hedefimizden uzaklaşmış oluruz.

 

Ancak, insani-fıtri erdemlerini koruyarak, zulümatın hak-batıl karışımı gri tonlarına geçerek görece adalet vadeden, sistem içindeki daha iyi niyetli kadrolar, bu fıtri erdemlerin ve vicdani değerlerin yönlendirmesiyle kimi parça adalet tesisini ve görece özgürlükleri getirmek istediklerinde, bunu sistem içi değişimle, laik seküler anayasa ve yasalarında değişiklik yaparak kendileri gerçekleştirmek durumundadırlar. Bunu yapmak, onların işidir. Yapmadıklarında ise, onların durumunu, haksızlıklarını, zulümlerini topluma anlatarak, hem bu vesileyle vahyin sahici çözümlerini gündemleştirip, Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajını sunmak, hem de onları, bu zulümlerinden geri adım atmaya zorlamak ise bizim işimizdir. Yani bize düşen, tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluğumuzu, ilkeli, tutarlı, istikrarlı ve sürekli biçimde yerine getirmenin yanında, kamu oyuna yönelik açıklama ve zulme itirazlarımızla, muhalefeti yaygınlaştırarak, haksızlık ve adaletsizlikleri ifşa ederek, onları bu yönde zorlamak ve teşvik etmekten ibarettir. Ve bu vesileyle de, Kur’an’ın evrensel hüküm ve mesajlarını, söz konusu toplumsal sorunlarla ilgili yaklaşımımızı ve zulme, haksızlıklara itirazlarımızı ifade ederken, bir daha gündemleştirmektir.

 

Biz Müslümanlar, Allah’ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri en sahici adalet ve hukuk vasatını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalı İslâm anayasasını savunuyoruz. Şiddete başvurmadan, merhameti, adaleti ve herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımız sonucunda Kur’an’la toplumu inkılâba uğratarak sistemi değiştirmeyi ve İslâmî adalet sistemini kurmayı hedef edinmiş bulunuyoruz.Bilmeliyiz ki, ya Allah’ın vahyi, Kur’an’ın hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dışında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır.Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, teşrî’ görev ifa ederken, hakları, hukuku belirlerken; hudutları, ölçüleri, emirleri, istekleri mutlak anlamda esas alınması, belirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi sadece Allah’tır.

 

şte “Tevhidi Duyarlılık Çağrısı” olarak yayınlanan bildirimizde, bu Kur’ani ölçü ve ilkeleri, Peygamber (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin şahidliğiyle oluşmuş ve bize takip edeceğimiz yol ve yöntem konusunda ışık tutan yoldaki işaretleri hatırlatmıştık. Bu bağlamda, taguti sistemden, taguti işlev gören kurumlarından ve taguti anayasasının yapımına iştirak etmekten uzak durmaya, şirk sisteminden beraati, ona itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas almaya, “Allah’ın hükmüyle hükmetme” sorumluluğumuza aykırı davranmamaya, Kur’an’a davetimizi başka davetlerle kirletmemeye, tevhidi davet ve şahidlikle toplumu dönüştürmeyi hedefleyen inkılabi ruhu öldürmemeye, tevhidi stratejik mücadelemize zarar vermemeye çağırmıştık.

 

 

Mevcut Darbeci, Çeteci Despot Statüko “Yaşanan Tehlike”

Yeni Oluşan Demokratik Statüko İse “Potansiyel Tehlike”dir

 

Bugün Türkiye’de, iç ve dış sâiklerin; sistemin iç çürümesinin, yaptığı zulümler sebebiyle bedel ödeyenlerce gösterilen tepkilerin, yerel inisiyatif, arayış ve mücadelelerin, küresel irade, yönlendirme, emperyal proje ve desteklerin bileşkesine dayalı bir sonuç olarak, sistem içi bir değişim sürecinin içinden geçiliyor. Despot eski statüko yanlıları ile görece özgürlükçü laik demokratik yeni statükoyu oluşturmak isteyenler arasında ciddi bir mücadele yaşanıyor. Bu ülkede yaşayan ve mevcut despot statükonun büyük zulmüne onlarca yıldır muhatap olan Müslümanlar olarak, tabii ki bizler de demokratikleşme yanlılarının despotizm yanlılarına galip gelmesini isteriz ve bunun en azından kısa vadede işimize yarayacağını biliyoruz. Üstelik bizler, İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeden, özgün kimlik ve değerlerimizin belirleyiciliğinde on yıllardır bu zulümlere karşı açık bir mücadeleyi sürdürerek geliyoruz.

 

Ancak bizler, sistem içi mücadelenin demokratikleşme tarafı içinde de rol alamayız. Bizler her türlü şartta tek kurtarıcı olan vahyin mesajını tavizsiz bir biçimde yaymaya, sürekli gündemde tutmaya çalışmalıyız. Her zaman ve her şartta karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, zulümden adalete ulaştırıcı tek alternatif olan Kur’an’a çağırmaya devam etmeliyiz. Sistem içi başka davetleri de üstlenerek, bu onurlu davetimizi gölgelememeliyiz. Cahiliye sistemine, şirk, ifsad ve zulmüne karşı tevhidi ve adaleti ikame etmek, zulmü ve ifsadı sona erdirmek için, hududullahı aşmadan ve tevhid yolundaki işaretlere riayetle mücadele etmeliyiz. Bütün toplumsal alanlardaki rol, görev ve sorumluluklarımızı, özgün kimlik ve ilkelerimize ve Resulün mücadele sünnetine aykırı düşmeden, bedeli ne olursa olsun üstlenmekten kaçınmamalıyız. Cahiliye sistemi, toplumu ve onun modern ve geleneksel cahili kuşatmasına karşı, Kur’an’la büyük cihadı sürdürerek, tevhidi davet, eğitim ve sosyal-siyasal-ahlaki tüm boyutlarıyla vahyin şahidliği çabalarımızı, tagutu red ve sadece Allah’a itaat bilinciyle ölüme kadar sürdürmeliyiz.

 

Bilmeliyiz ki, mevcut darbeci, çeteci zalim statükonun ve bürokratik oligarşik vesayetin tasfiyesi ve getirilecek kimi görece özgürlükler kısa vadede bizi rahatlatacak, ancak orta ve uzun vadede yeni sıkıntıların ve daha rafine baskıların bizi kuşatma ihtimali çok yüksektir. Eğer bu kısa vadedeki görece özgürleşme avantajını kullanarak, orta vadede tevhidi ilkelerimiz ve İslami yöntemimiz istikametinde nitelikli, güçlü ve kuşatıcı bir yapıyı üreterek, bu özgün kimliğimizle kendimizi ve yapımızı topluma ve sisteme kabul ettiremezsek, bizi kuşatacak yeni tehlike daha tesirli olabilecektir. Çünkü bu süreçte teşekkül edecek, kadrolaşıp gücünü pekiştirecek ve kendine güveni gelecek yeni statüko ve onun yeni derin devleti, uzun vadede daha rafine baskı ve yasak yöntemleriyle tevhidi uyanışı engellemeye, tevhidi davetimizin önünü kesmeye çalışacaklardır. Tevhidi davetimizin muhatabı olan kitleleri, küresel kapitalist sisteme ve onun hudutsuz kazanma ve israfçı lüks harcama hırsına dayalı çürütücü üretim ve tüketim azgınlığına uyumlu hale dönüştürme işlevi göreceklerdir. Böylece, hem davetçi Müslümanlarısekülerleştirip, edilgenleştirerek, tevhidi iddialarından vazgeçirerek, inkılâbi ruhunu öldürerek sisteme eklemleyecek, hem de davetimizin muhatabı olan kitleleri, Protestanlaştırılmış “ılımlı İslam” algısıyla kuşatıp, tevhidi sahih din algısının yaygınlaşmasını engellemeye çalışacaklardır.

 

Bugün, bir yandan, taguti kurumları -bu niteliklerini koruyarak- yeniden yapılandıran, diğer yandan zulümatın koyu kulvarlarından gri tonlarına geçiş yaparak görece özgürlük alanları açan yeni statükoyu oluşturan ılımlı laik- liberal demokrat-“ılımlı Müslüman” kadrolar ve kuruluşlarla bütünleşerek yeni statükonun kuruluşunda, “aktif destek” vererek rol üstlenenler, yeni statüko partileri içinde üye, kurucu, belediye başkanı, meclis üyesi ve milletvekili gibi konumlarda yer alanlar, acaba yarın ne yapacaklardır? Bugün bu konumlarda yer alarak, laik-demokratik-hukuk devleti savunuculuğu yapanlar ve bunun İslam ile uyumlu olduğunu söyleyenler ve halkı bu demokratik değişime ve laik-demokratik “sivil anayasa”ya destek vermeye çağıranlar, bu yeni statüko tam anlamıyla oluşup, hakimiyetini kurduğunda, ne yapacaklardır?

 

Evet, bugün bu kadar savunup destekledikleri, meşru göstermek için çırpındıkları, hatta despot eski statükoyu, görece daha özgürlükçü yenisine dönüştürme çabalarına “aktif destek” vermeyi, “takvalı olma” ve “ibadet” olarak takdim ederek, yeni statükoya İslami meşruiyet kazandırmaya çalışanlar, bu yeni statüko oluştuktan sonra ne yapacaklardır? Kur’an’ın hükümlerinin hakimiyeti ve tevhidi mücadele rafa mı kaldırılacaktır? Taguti sistem ve kurumları, yöneticileri namaz kılan, eşleri örtülü ve görece özgürlükçü oldukları için, taguti olma niteliğini mi kaybedecektir? İlahi vahyin belirleyiciliğini reddeden, toplumu heva ve zanna dayalı seküler hükümlerle yönetmeye devam eden, yeni ılımlı laik, liberal demokrat devlet ve kurumlarına, artık tagut denmeyecek midir? Kur’an’ın tagutu redde ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeye çağıran ayetleri rafa mı kaldırılacaktır? Zulumatın bütün tonlarını, şirkin bütün türevlerini izale etmeye, ifsadı bütün boyutlarıyla kaldırmaya yönelik ıslah projesi uygulamayı içeren bütüncül tevhidi mücadele, cahiliyeye karşı Kur’an’la büyük cihad yaparak toplumu dönüştürmeyi ve adaleti ikame etmeyi hedefleyen kulluk ve ahret eksenli İslami mücadele gereksiz mi görülecektir? Eğer böyle olmayacak ve tevhidi mücadele, görece özgürlükçü yeni şirk statükosuna, gri tonlardaki yeni zulümat sistemine ve yeni taguti yapıya karşı, farklı boyutlar kazanarak da olsa devam etmek zorunda ise, o zaman bugün, ileride mücadelenin kendine karşı verilmesi kaçınılmaz olan bir yapıyı, yeni statükoyu, sırf sağlayacağı görece özgürlükler için bugün bu kadar sahiplenip, bu şekilde içinde rol alarak aktif destekle desteklemek ne derecede doğrudur?

 

Bu çarpıcı gerçekliği fark etmemekte ısrar edenler, yeni statükonun oluşumundan sonra, hakimiyeti için bunca mücadele ettikleri yeni statükodan razı olup bütünleşerek, yönetimlerde daha fazla yer almak, imkanlardan daha fazla pay kapmak için yarışmak konumuna sürüklenmekten kurtulamazlar. Bu yeni statüko da, taguti olmaya, şirk sistemi hüviyeti taşımaya devam ettiği halde, ona karşı da tevhid ve adalet mücadelesi sürdürmek, Kur’an’ın bütün hayat alanlarını kuşatan kapsayıcı hükümlerinin hakimiyeti konusu, belki akıllarına bile gelmeyecektir. Gelse de, büyük çelişki oluşturacak, böyle bir tevhidi mücadele azmi, ruhu ve takati ne kendilerinde, ne de çevrelerinde kalmayabilecektir.

 

 

 

Eski Statükonun “Üniversite İkna Odaları”ndan,

Yeni Statükonun “İlköğretim İkna Odaları”na

 

Sistem içi değişimle, görece özgürlükçü yeni statükoyu oluşturmaya çalışan, liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu, özgürlükler açısından son derece vaatkâr oldukları bugünkü değişim sürecinde bile, ortaya koydukları tutumlarla, yeni statüko oluşunca neler yaşanabileceğinin sinyallerini vermektedirler. Son aylarda, çocuklarını ilköğretime başörtüyle gönderen veliler, aynı koalisyonun bakanları, milletvekilleri ve medyası aracılığıyla hemen provokatör olarak damgalanıp suçlu ilan edilivermişledir. Üstelik, TC tarihinde ilk defa, ilköğretime çocuklarını başörtüsüyle göndermekte ısrar eden veliler, aynı koalisyonun yetkilileri tarafından, çocuklarının ellerinden alınacağı tehdidiyle karşı karşıya bırakılmışlardır. Hem de TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanı tarafından, devletinçocukları ailelerinden alabileceği tehdidi açıkça dile getirilebilmiştir.

 

Ama Alevi aileler, yıllardır, Anayasanın zorunlu kıldığı din derslerine çocuklarını göndermeyeceklerini açıkça ilan edip, meydanlarda eylemler yaptıkları halde, onlara da bu anayasal zorunluluğa riayet etmemeleri halinde çocuklarının ellerinden alınabileceği tehdidi hiç yapılmamıştır. Tabii ki, bu tehdit kimseye yapılmamalıdır. Çünkü çocuklar devletin değil, ailelerindir. Ancak buradaki çifte standardı göstererek, bu koalisyonun bugün yaptıklarının, yeni statükoyu tam oturtup, tamamen egemen olduklarında neler yapabileceklerinin göstergesi olarak fark edilmesi için bu örnekleri zikrediyoruz. Maalesef bugün, küresel kapitalizme uyum için devlete ait her şeyi satarak özelleştirme politikaları uygulayanlar, nedense çocuklarımızı devletleştirmeyi isteyecek kadar tehlikeli bir jakobenizmi savunabilmektedirler.

 

Son günlerde, AKP-Gülen koalisyonunun, insani erdem ve duyarlılıklar bakımından en iyilerinden bir olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi bile şu açıklamayı yapabilmiştir: “Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız. İlkokul öğrencisinin kendi isteği ile başörtüsü takması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu konuda karar verecek yaşa geldiğinde kararını verir”. Bu yaklaşımın sahipleri, Allah’ın, ergenlik çağına gelmiş mü’min kızlarımıza farz kıldığı tesettür (başörtüsü) emrine uyan kızlarımızı ve ailelerini cahillikle suçlayıp, onları “ıslah” edip bu cahillikten kurtaracaklarını söyleyenler, aslında ortaöğretimin ilk bölümünü de kapsayan ilk öğretimde de geçerli olan Allah’ın emri tesettüre karşı çıkarak, gerçek cahiliyeye kendilerinin savrulduklarını fark etmemektedirler. Tıpkı, Bakara 11-12. Ayetlerdeki, “Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’, dendiği zaman: ‘Bizler sadece ıslah edicileriz’, derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir” hükmünde tanımlandığı gibi.

 

Yeni statükonun neler yapabileceğini göstermek istercesine, hem Allah’ın ayetlerine uyanı cahillikle suçluyor, hem de biz sizi adam ederiz, haddinizi bildiririz dercesine, “sizin bu ‘cehaletinizi ortadan kaldırırız’ ve sizi buna ikna etmek üzere ‘eğitiriz’” zorbalığını sergilemekten bile çekinmiyorlar. Cumhurbaşkanı da yaptığı açıklamada, bu haksız tutuma karşı çıkıp düzeltecek yerde, eşinin bu jakoben tutumuna destek verebiliyor. Cehaletin timsali, ilköğretimdeki ergenlik çağına gelmiş mü’min bir kızın başörtüsü bağlaması mı, yoksa Allah’ın farz kıldığını cehalet sayarak yasaklama cüreti gösteren taguti tavır mı? Ayrıca şurası da iyi bilinmelidir ki, çocukların velisi olan aileler, henüz ergenlik çağına gelmemiş olan kızlarını bile, ileride bürüneceği tesettüre alıştırmak amacıyla daha önceki yaşlarda da örtünmeye yönlendirebilirler. Hiçbir gücün de, buna engel olmaya ve kendi tercihini, ailelere ait olan çocuklara dayatmaya, hakkı ve yetkisi olamaz.

 

Maalesef Abdullah Gül yaptığı ikinci bir açılamada da, “Zaten bu konu üniversitelerle ilgili bir konu. Üniversitelerin dışında herhangi bir tartışma yok” diyerek, yaygın başörtüsü yasağının ilköğretim ve sair kamu alanlarında azgınca sürdürülüyor olmasını yok sayarak, bu büyük ve yaygın zulme iştirak suçu işlemiştir. Başörtüsü yasağı, İslami hayat tarzına uygulanan baskıcı, yasakçı büyük zulüm ve kuşatmanın simgesi, başörtüsü ise, bu ilkel, ahlaksız, hukuksuz zulme direnişin de bir simgesi konumundadır. Bu büyük ve kuşatıcı yasak, başta “kamusal” olarak nitelenen alan olmak üzere, geniş bir hayat alanını kapsamakta ve yaygın sorunlara, ıstıraplara yol açmaktadır. Yani sadece üniversiteyle sınırlı bir sorun olduğunu iddia etmek, bu zulmün diğer alanlarda yol açtığı yaraları bir daha kanatmak ve zalimleri korumak, zulmü gizlemek demektir.

 

Abdullah Gül, bu beyanıyla, başörtülülerin memur, avukat, doktor vb olamamalarını, yani üniversiteyi bitirdikten sonra da bu büyük zulmün çok daha yakıcı ve dışlayıcı bir biçimde sürdürülüyor olmasını, garnizon kapılarından aşağılanarak kovulan annelerin ıstırabını, hatta kendi resepsiyonunun sırf eşinin başörtülü olmasından dolayı boykot edilmesini bile görmezden gelmiş ve böylece yapılan zulme meşruiyet kazandırarak, bizzat zalimlerin safında yer almıştır.

 

Peki, bize göre hak olduğu halde, onlara göre cahillik olan Allah’ın emrine itaat fiilini işlemekten, ilköğretim çocukları ve annelerini nasıl vazgeçirecekler? Yoksa “bu cehaleti kaldırırız” derken, çocukları ve ailelerini bu sefer de ilköğretim kurumlarında kurulacak “ikna odalarına” mı almayı düşünüyorlar? Kemalist zorba, radikal laikler, kızların, ailelerinin baskısıyla Üniversitelerde başörtü bağladıklarına inanıyor ve bunun cahillikten kaynaklandığını düşünüyorlardı. Bu sebeple de onları bu cahillikten kurtarmak için bir yandan en ilkel ve en zalim yasağıacımasızca uyguluyorlar, diğer yandan da kızları “üniversite ikna odalarında” sîgaya çekip zorbaca bu yasağı kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Şimdi ise, yavaş yavaş eski statükonun yerini alan ılımlı laik demokrat yeni statüko da, rengini belli ederek, neler yapacağının sinyallerini vermeye başladı. Eskiler gibi bunların da, sadece öğretim seviyesi farkıyla, aynı şeyleri yapacakları anlaşılıyor. Bunlar da, eskilerin üniversite öğrencileri için söylediklerini tekrarlayarak, ilköğretimdeki kızların, başlarını ailelerin baskısıyla örttüklerini ve bunun da bir cehaletin eseri olduğunu söylüyor ve yasağı savunuyorlar. Üstelik bunun ailelerin cehaletinden kaynaklandığı iddiasıyla, “ikna odası” uygulamasını ilköğretime taşıyarak, “ilköğretim ikna odaları”nda bu ailelerdeki cehaleti kaldıracaklarını, onları eğiteceklerini ifade ediyorlar.

 

Görüldüğü üzere, aradaki farklardan birincisi, eski statükonun yasağı egemen kılmak için üniversitede ikna odaları kurması, yeni statükonun ise ilköğretimde. İkincisi ise, eskisinde yalnız kız öğrenciler zoraki iknanın muhatabı iken, yenisinde çocukların aileleri de. Anlaşılan odur ki, yeni statüko, çocuklarının hangi dini seçeceğini ve hangi dinin emirlerine uyacağını belirleme yetkisini, ailelerin elinden alıp devlete vereceğinin sinyalini veriyor. Zorluk çıkaran ailelerin çocuklarının ise, devletleştirileceği tehdidini getiriyor.

 

Halbuki, Kemalizm dininin amentüsünü her sabah çocuklara zorla okutmak, “Milli Güvenlik” ve “İnkılap Tarihi” Dersleri başta olmak üzere, neredeyse bütün derslerde, pozitivist-ulusalcı-batıcı-materyalist-seküler bir resmi ideolojiyi dayatmak, çocuklarımızı, gençlerimizi, bu sapkın öğütüm mekanizmasından zorla geçirerek, zihinlerini işgal edip, ruhlarını kirleterek, fıtratlarını bozarak teslim almak ve militarize etmek, insani erdemlerini ve ahlaki değerlerini yok ederek yozlaştırmak, gerçek cahiliye ve cahilleştirme dayatması değil midir? Sekiz yıl gibi uzun bir iktidar döneminde, bu konuların hiç değilse bir kısmında, hatta sadece bir genelgeyle ya da Talim Terbiye Kurulu kararıyla halledilebilecek, anayasa ve yasa değişikliği gerektirmeyen konularda bile tek olumlu adım atmayan ve vaat ettikleri özgürlükleri bir türlü getirmeyenler, önce kendilerini cahiliyenin oyuncağı olmaktan hesaba çekmelidirler. Sonra da başlarını örten kızları ve ailelerini cahillikle suçlayıp, bu cahilliklerini kaldıracağız şeklinde jokabence açıklamalar yapmak ve yeni statükoda yeni zulümlere hazırlanmak yerine, bu ülkenin çocuklarının ve ailelerinin önünde utançla başlarını yere eğmeli ve kaldırmadıkları bu büyük ideolojik zulüm sebebiyle özür dilemelidirler.

 

Yeni statükonun önde gelen yetkililerince açıklanan ilköğretimle ilgili görüş, Allah’ın ayetinin gereği olan tesettürü, mecbur kalıp üniversitede serbest bırakmak eğilimine giren, ama ilk öğretim çağını istisna etmeye çalışan taguti dayatmanın desteklenmesinden başka bir şey değildir. Nitekim Gül ailesinin, bu yasakçı açıklamasına en büyük destek, eski statükocu Kemal Kılıçdaroğlu ve yandaşlarından gelmiş bulunmaktadır. Üstelik, aynı “demokratik değişimci” ılımlı laik zihniyetin temsilcileri, bir yandan da resmi ideolojinin beyin yıkama merkezleri fonksiyonunugörmekten kurtarmak için hiçbir adım atmadıkları “zorunlu/zorba eğitim”i, “tevhid-i tedrisat”ın tek tipçi despotizmi çerçevesinde 13 yıla çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bütün bu yaşananlar, değişim sürecinde bile, Müslümanlara karşı bu kadar zulmü yapanların, yeni statükolarını tam oluşturup, yeni “derin devlet”lerini de kurduktan sonra neler yapabileceklerinin ip uçlarını verebilecek bir mahiyet arz etmektedir.

 

Eski Statüko da NATO ve ABD Politikalarına Bağımlıydı, Yenisi de

 

Darbeci, çeteci askeri despotizme dayalı radikal Kemalist eski statükoda, Türkiye Batı ve ABD işbirlikçisi konumundaydı. Önce NATO bünyesinde komünist bloka karşı cephe ülkesi olarak kullanıldı. Daha sonra, Demirperde’nin çökmesi ve komünizmin tehdit olmaktan çıkmasıyla soğuk savaş sona erince, Batı ve NATO için yeni tehdit olarak İslam’ın ilan edilmesi üzerine, Türkiye bu sefer de NATO ve BOP içinde İslam’a karşı kullanıldı. Hem bölgeye yönelik işgal ve saldırılar için üsleri, deniz ve hava limanları, hava sahası, katil işgalci ordulara çok elverişli hizmetler sundu ve lojistik destek merkezi olarak kullanıldı. Hem de laik demokratik sistemiyle, bölgeyi dönüştürme istikametini gösterip örneklik teşkil edecek bir model olarak sunuldu. Ancak Ortadoğu için, BOP çerçevesindeki bu dönüştürücü model tutmadı. Çünkü kamu alanında, okullarında ve diğer toplumsal alanlarda İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşılan, İslam düşmanı radikal laikliğin ve Türk ulusalcılığının din gibi dayatıldığı, komşularıyla savaş halinde olan, kendi ülkesindeki halklardan ve bölge halklarından iç ve dış düşmanlar üretmiş bulunan, demokrasisi de askeri vesayet altında olan bir ülkenin, bölge halklarını cezp edecek bir model olması ve tutması mümkün değildi. İşte bu gerçeklik, bir daha fark edildi. Üstelik demokratikleşme istikametinde esen dış konjonktür rüzgarları, Kemalist sistemin kendi iç çürümesi ve nihayet ülke içindeki tepki ve mücadeleler, farklı toplumsal kesimlerin özgürlük arayışları, çekilen sıkıntılar ve ödenen bedeller, Anadolu sermayesinin güçlenip örgütlenmesi, iktidar ve ranttan payını istemesi vb bir çok saikin etkisiyle, askeri vesayete dayalı despot statükonun değişmesi kaçınılmaz hale geldi.

 

Madem vakıa buydu, o halde, hem ülkedeki halkın özgürlük arayışı kendi haline bırakılmamalı, hem de kaçınılmaz hale gelen değişim emperyal projelerle uyumlu hale getirilerek yönlendirilmeliydi. Ayrıca, bölgeyi dönüştürmek için öne sürülen, ama tutmayan BOP çerçevesindeki model değiştirilmeliydi. Madem ki, İslam devre dışı bırakılamamakta, tamamen yok edilememektedir, o halde kürsel kapitalist sisteme uyumlu, entegrasyona müsait uzlaşmacı bir İslam algısı oluşturulup desteklenmeliydi. İslam ile savaşan radikal laik, Kürt kimliğiyle savaşan Türkçü, komşularıyla düşman olan kavgacı ulusalcı Türkiye modeli yerine, onun başarısızlığında rol oynayan unsurlar ıslah edilerek, daha uygun ve bölge için daha etkileyici “ılımlı laik, liberal demokrat ve ılımlı Müslüman” modeli de bu fırsatla oluşturulabilirdi. İşte bu süreçte, yerli arayışlarla, küresel arayışlar örtüşerek ve birbirini kullanarak; yerel ve küresel güç dengelerine dikkat ederek; yerel ve küresel kırmızı çizgileri dikkate alarak; karşılıklı beklentileri, güç dengelerine göre belli ölçüde karşılayarak; artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelen değişim kontrollü biçimde yönlendirilmeye çalışılıyor.

 

Eski statükoda, İslami kimlik ve Kürt kimliğini iç düşman sayan, komşularıyla düşmanca ilişkiler içinde olan Türkiye, yeni statükoda bu alanlarda görece özgürlüklerin önünü açan, komşularıyla “sıfır sorun” politikası güden, bölge halklarının en büyük çıban başı olarak gördükleri İsrail’e karşı, söylemde de kalsa açık tepkiler ortaya koyan ve böylece bölge halklarının büyük güvenini kazanan bir model olarak giderek daha etkili hale geliyor. Ancak yerel ve küresel sistemin kırmızı çizgilerine dayandığında dikkati çekilerek hizaya sokulması da ihmal edilmiyor. “One minute” çıkışına ve İsrail’e yönelik ağır eleştirilere rağmen, İsrail ile askeri anlaşmaların ısrarla sürdürülmesi, İsrail’in 20 yıldır beklediği ve alamadığı OECD üyeliğinin tamamen karşılıksız bir hediye olarak kendisine verilmesi ve Türkiye’nin o kadar ağır sözlü tepkiler göstermesine rağmen bu üyeliği veto etme yetkisini kullanmaması gibi çelişkiler başka nasıl izah edilebilir ki? Türkiye hükümetinin, önce karşı olmasına rağmen NATO Genel Sekreterinin atanmasında da aynı itaati gerçekleştirmesi ve en son olarak da “Füze Kalkanı” konusunda itaatini bir daha yenilemesi hep bu kırmızı çizgilerdeki itaatin göstergeleri değilse nedir?[2]

 

NATO, ABD ve topyekûn Batı, eski statükoda ve eski NATO konseptinde; “Medeniyetler Arası Savaş” naralarıyla radikal laikleri yanına alarak, topyekûn İslam’ı tehdit ve düşman ilan edip, Bush’un ağzından son “Haçlı Seferi”ni başlatmak suretiyle, Afganistan ve Irak’a saldırmıştı. Böylece bir yandan işgal ve katliam sopasıyla sindirdiği bölge halklarına, Kemalist laik Türkiye modelini havuç olarak uzatarak, bu istikamette yönlendirip terbiye etmeye kalkışmıştı. Ancak, bir yandan bölge halklarının içinden, direnen onurlu öbeklerin çıkması ve küresel terörist orduları pes ettirmesi, diğer yandan da BOP’un ve Türkiye modelinin yukarıda ifade edilen zaafları sebebiyle başarılı olamaması sonucunda küresel tutum ve projelerde değişime gidildi. Artık, küresel emperyalizm, “öncelikle İslam kendi içinde savaşmalı” ve “kendi içindeki radikalleri tasfiye ederek, küresel sisteme uyum sağlamalıdır” diyordu. Bu İslam içi savaştaki kendi görevini ise, radikallere karşı ılımlıları desteklemek olarak belirliyordu. Böylece yeni NATO konseptinde, İslam’la savaşan radikal laiklik yerine, bireysel ibadetlere özgürlük getiren “ılımlı laiklik”le, ekonomik, siyasi ve hukuki alanlardan bireysel ibadetler alanına çekilmiş, kapitalizmin piyasa diniyle uzlaşmış, hak-batıl karışımı “Ilımlı İslam” algısına sahip kesimler müttefik kabul edilip desteklendi. “Radikal” olarak nitelenip, “terörist” olarak ilan edilen, tevhidi imanın gereği olarak hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam algısına sahip kesimler ise düşman sayılıp, bunlara karşı, ortak mücadele esas alındı.

 

Gerek Abdullah Gül, gerekse Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davudoğlu, değişik zamanlardaki, özellikle de Afganistan ve Pakistan taraflarına yaptıkları ziyaretleri ve bir kısmı Türkiye’de yapılan NATO toplantıları sonrasındaki açıklamalarında, NATO bünyesinde “terörizme karşı ortak mücadele” verdiklerini ifade etmektedirler. Anlaşılan odur ki, AKP hükümeti, NATO’nun, “ılımlılarla işbirliği” yaparak, “radikal” olarak niteledikleri ve “terörist” olarak tanımlayıp yok etmek istedikleri tevhidi İslam algısına sahip ve işgale direnen Müslümanlara karşı savaş anlamındaki, yeni konseptine uyum sağlamış bulunmaktadır. Bu sebeple, Afganistan’da gerçekleştirdiği bütün katliamlara rağmen, NATO işgal ordusuna desteğini 8 yıldır ısrarla sürdürmektedir. Filistin’dekinden daha çok sivil ve çocuk bu katillerce ve insansız uçaklarca Afganistan’da ve Pakistan’da katledildiği halde, tek bir tepki vermemekte, bu katiller ordusuna verdiği desteği ve yapa geldiği yardımı kesmemekte, söylemde de kalsa hiç değilse İsrail’e yönelik “one minute” misali bir tepkiyi bile NATO ve Amerika’ya göstermemektedir. Afganistan’ın mazlum halkına yönelik saldırılarına ve işlemeye devam ettiği bütün vahşetine rağmen, bu işgal ordusundaki askerlerini geri çekmeyi bir kez olsun gündemine almamaktadır.

 

Türkiye’deki eski darbeci despot statüko, ABD Neocon’ları, Yahudi lobileri ve İsrail tarafından desteklenirken, sistem içi değişimci kadrolar ve yeni statüko ise, Obama ve Demokratlarca ve kimi Avrupa ülkeleri ile AB kurum ve yönetimlerince desteklenmektedir. Türkiye’deki sistem içi değişim, kapabildikleri rol kadar yerli kadroların özgür inisiyatifiyle kimi açılım ve atılımlar yapsa da, sonuçta NATO, ABD ve AB gibi küresel aktörlerce belirlenen kırmızı çizgilerde durmakta ve itaatini tazeleyerek, yoluna kontrollü biçimde devam etmektedir. Bu sebeple de, NATO’nun radikal İslam ile savaşında yer alabilmekte, İsrail’in OECD üyeliğini onaylayabilmekte, “Füze Kalkanı Projesini” kabullenebilmektedir. Üstelik bu son projeyle hedeflenenin, daha çok Ortadoğu, İran ve bölgenin Müslüman halkları olduğu, NATO’nun önde gelen ülkelerince de açıkça zikredildiği ve değişimci kadroların kapabildikleri inisiyatifle geliştirmeye çalıştıkları “komşularla sıfır sorun” politikasına da açıkça aykırı olduğu halde, bu itaat gerçekleşmiştir. Üst perdeden yapılan “düğmeye basma yetkisi” biz de olmadan onaylamayız açıklamaları da kolayca yutulmuştur.

 

Bölgedeki tek nükleer tehdit olan İsrail’e karşı da aynı kalkanın işlevsel olması gerektiğini gündeme getirmek, bu olmadan projeye onay vermeyeceğine dair herhangi bir tavır koymak gereği bile duyulmamıştır. ABD’nin en yakın stratejik ortağı olan, istihbarat kuruluşları iç içe geçmiş bulunan İsrail’in, NATO bilgilerinden haberdar olmaması mümkün değil iken ve üstelik bu “Füze Kalkanı” projesi doğrudan emperyalist batı ülkelerinin ve İsrail’in güvenliği için kuruluyorken, “NATO üyesi olmayan ülkelerin, Füze Kalkanı Sistemi’ne dahil edilmemesi ve elde edilecek bilgilerden haberdar edilmemesi” gibi son derece anlamsız bir ön şart koydurmakla yetinilmiştir. Böylece, emperyalistlerin ve İsrail’in güvenliği için, bölge Müslüman halklarına karşı düşmanca bir projenin içinde yer alınmış, Türkiye, Müslüman halklara yönelik nükleer tehdidin cephe ülkesi, muhtemel bir nükleer çatışmanın savaş alanı haline getirilmiştir.

 

NATO’nun Füze Kalkanı Projesini Türkiye’ye konuşlandırmasına AKP hükümetinin onay vermesi, tıpkı aynı NATO’nun Afganistan’da gerçekleştirdiği katliama sessiz kalınması gibi, referanduma evet için birlikte hareket eden “İslami Kuruluşlar”ı birlikte ve güçlü şekilde meydanlara çıkmak konusunda da çekimser davranmaya sevk etti. Sistem içi demokratikleşme ve anayasa değişikliği konularında “İslami Kuruluşlar” adı altında bildiri yayınlama geleneği oluşturanlar, nedense bu konularda kolayca temin ettikleri ittifaklarını, AKP hükümetinin NATO işbirlikçiliğine itiraz konusunda sürdürememişler, bazı kesimlerin isimleri haberlerde yer alsa da, yapılan protesto eylemine, öncülük eden kardeşlerimiz dışında kalan diğer gruplar aynı dayanışmayla katkı vermemişlerdir. Aynı durum, hükümetin İsrail’in OECD üyeliğini onayladığı süreçte de yaşanmıştır. NATO’nun İstanbul’da yaptığı ve akabinde Afganistan’daki “müşterek harekât” saldırı ve katliamının başlatıldığı malum toplantısı da aynı duyarsızlıkla sessizce geçiştirilmişti. Referandum öncesi ve sonrasında, AKP hükümeti ve değişim çabaları abartılı şekilde sahiplenilip yüceltilir ve insanlar ona aktif desteğe ibadet bilinciyle çağrılırsa, aynı hükümetin Müslüman halklara karşı emperyalistlerle ve onların katil işgalci gücü NATO ile işbirliği politikaları konusunda tepki vermede yeterli katılım bulamamak normal bir sonuç olur. Bazı kesimler de, daha önceki NATO protestolarını gerçekleştirdikleri için haksız eleştirilere muhatap kılınarak ve referanduma evet hatırına dışlanıp, birlikte hareket ruhu zedelenerek, ortak eylemlilikler göstermekten soğutuldular. Sonuçta füze kalkanına karşı eylemliliklerde yeterli tepki ortaya konamadı.

 

Yıllardır, içerdeki despotizme yönelik hak ve özgürlük mücadelesi sorumluluğumuz, Filistin’deki işgale ve katliamlara sessiz kalmamıza neden olmadı. Bu yüzden hem Gazze’deki saldırı ve katliamlara karşı mücadeleyi, hem de emperyalistlerin Türkiye’deki uzantıları olan darbeci oligarşik despotizme karşı hak ve özgürlük mücadelesini, birini erteleme ihtiyacı duymadan birlikte götürmeye çalıştık. Doğru olan da buydu. Ama nedense sıra AKP hükümetinin müttefiki ABD ve NATO’nun,TC askerlerinin de katıldığı Afganistan işgal ve katliamına gelince, pek çok Müslüman aynı sorumlulukla davranmakta zorlandılar. Üstelik bizim aynı sorumlulukla, NATO’nun Afganistan işgal ve katliamını da protesto amaçlı basın açıklamamıza haksız eleştiri ve tepkiler gösterildi. Darbecilerle mücadeleye kilitlenmiş gündemi maniple etmekle suçlandık. AKP hükümetinin NATO ve ABD işbirlikçisi olarak Afganistan işgaline destek vermesini, oradaki Müslüman direnişçileri “terörist” olarak nitelendirip, onlara karşı işgalcilerle birlikte hareket etmesini eleştirmemizin, içerde darbecilere karşı mücadele eden AKP’yi yıpratmak anlamına geleceği bile söylendi. “Evimizin içinde yangın varken, komşudaki yangına dikkatleri çevirmek doğru değildir, ülkemizdeki darbecilere karşı mücadeleye yoğunlaşmamız gereken bir süreçte Afganistan’daki NATO katliamını gündem yapmanın doğru olmadığı”, hatta “Taliban’ın İslami direnişçi sayılamayacağı ve onları savunmak gerekmediği” dahi ifade edildi.

 

Biz ise, “bizler ülkemizde ve bölgemizde döndürülmek istenen bütün oyunları fark edip, emperyal projeleri doğru okuyup, ülkemizi yönetenlerin, emperyalistlerle, emperyalizmin katil kanlı gücü NATO ile işbirliğini de kınamalıyız. Bu tür bir işbirliğinden ve işbirlikçilerden de beri olduğumuzu ilan etmeliyiz” dedik. Ancak AKP’ye eklemlenenler, ya da gündemlerini sistem içi değişim mücadelelerine endeksleyenler aynı özgün duruşu sergilemekte zorlandılar. “İşte bu zaafı fark etmeli, özgün gündemimizi ve tevhidi mücadele stratejimizi AKP politikalarına endeksli taktiklere feda etmekten sakınmalıyız. Hiç değilse bundan sonra, özgün tevhidi gündemimize sadakatle, özgün mücadele stratejimizi sürdürürken, zaman zaman asker ve yargı darbecilerine ve çetelere karşı özgürlük mücadelesinde AKP ile zahiren örtüşen çabalar göstersek ve AKP bunların saldırısına muhatap olduğunda onun hukukunu darbecilere karşı savunsak da, AKP’ye eklemlenmeden kendi Kur’ani yolumuzu takipten ayrılmamaya dikkat etmeliyiz” dedik.

 

O gün şunları da söyledik: “Bu sebeple de, AKP hükümetinin, emperyalist ABD ve NATO ile Müslümanlara karşı işbirliği içine girmesini görmezden gelmemeliyiz. ‘Ne yapsınlar şimdi içerideki NATO artığı darbecilerle uğraşıyorlar, ABD’nin, NATO’nun başka ülkelerdeki katliamlarını eleştirmeye cesaret edemezler, bu güçlerle karşı karşıya gelmeyi göze almak kolay değil, İsrail ile yapılmış ihanet anlaşmalarını iptal etmeye güç yetiremezler’ nevinden mazeretler üretip yanlışa, zulme kılıf oluşturma çabası yerine, ilkeli ve tutarlı bir duruşla, AKP işbirlikçiliği ile örtüşmeye fırsat vermeyecek özgün duruşlar, zalim kim olursa olsun zalime karşı adil ve haktan yana tavırlar geliştirmeliyiz. Emperyalistlerle bütünleşerek Müslüman direnişçilere emperyalist jargonlarla ‘terörist’ damgası vurup, ‘terörizme karşı ortak mücadele’ aldatmacasıyla, İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman ilan etmiş NATO ile birlikte Müslümanlara karşı savaşanları açık ve sert bir biçimde uyarmalı, onların bu büyük zulümlerini hiçbir maslahatla görmezden gelmeden kınayıp protesto etmeliyiz. Aslında onları da, kendilerini içinde buldukları bu işbirliğini sorgulamaya yöneltecek, tepkisizlik sebebiyle bulundukları konumu kanıksayıp rahatlamalarına fırsat vermeyecek, vicdanlarını harekete geçirecek, hemen olmasa da yarın hatalarından döndürecek ilkeli uyarılar yapmalı ve güzel örneklikler oluşturmalı, adil tutumlar sergilemeliyiz. En azından AKP’den farklı özgün İslami kimliğimizin kirlenmesini engelleyecek ve adil şahidler olma vasfımızı koruyacak, sistem içi değişimlerin değil, Kur’an’la toplumu ve sistemi köklü değişime uğratıp sahici adaleti tesis edecek, gerçek kurtarıcı ve aydınlatıcı alternatif olma vasfımızı gölgelemeyecek özgün tepkiler göstermeliyiz.” İşte bunları yazdığımız makalemiz sebebiyle, son derece haksız, ağır tepkilere ve hukuk ihlallerine muhatap kılındık.

 

Evet geçmişte biz NATO saldırılarını protesto ettiğimizde, bizi gündemi maniple etmekle suçlayanlar, bugün “Füze Kalkanını protesto” için meydanlara çıkmakta ve kendileriyle birlikte hareket etmeyenlere serzenişte bulunmaktalar. Meydanlar niye boş kalıyor diye yakınmaktalar. Bugün, biz de onlara şöyle diyebilir miyiz? “Ya kardeşim Ak Parti tam darbecilerle hesaplaşırken, üstelik tam da seçim öncesi neden Ak Partiyi yıpratıyorsunuz? Neden Gündemi maniple ediyorsunuz? Yoksa siz Türkiye’deki değişimi, AKP hükümetinin kendi başına mı gerçekleştirdiğini sanıyordunuz? Küresel güçlerle zıtlaşmasını nasıl beklersiniz? O zaman yerli darbecilerle başa çıkabilirler mi? Bırakın bu işleri de Ak Parti önümüzdeki seçimleri de alıp şu meşhur, neredeyse onunla yatıp kalktığınız ve çok misyonlar yüklediğiniz, ‘Halkın iradesine dayalı sivil anayasayı’ bir an önce yapsın. Yoksa referandumda verdiğiniz oylar hep boşa gidecek. Siz, bu amaçla bir çok Müslümanı kırıp dışlamadınız mı? Ankara’da NATO ve ABD’nin Afganistan’daki katliamını protesto eden Müslümanları, darbecilerle boğuşan AKP’yi zor durumda bırakacağı için kınamamış, gündemi maniple etmekle suçlamamış mıydınız? Hani size göre AKP kendi inisiyatifiyle ve kahramanlık yaparak, ölümü göze alarak, beyaz kefeni giyerek darbecileri, askeri vesayeti tasfiye ediyordu. Böyle ise, şimdi neden emperyalistlerin projelerine itaat etmekle suçluyorsunuz?” Ama biz yine de böyle demeyeceğiz ve AKP hükümetinin, NATO’nun Müslüman halklara yönelik “Füze Kalkanı Projesine” onay vermesine, bu ülkenin emperyalistlerin İslam’a karşı nükleer savaşlarının cephe ülkesi haline dönüştürülmesi zulmüne itirazımızı sürdüreceğiz. Diğer itiraz edenleri de, tutarlı olmaları kaydıyla, takdir etmeye devam edeceğiz.

 

Ancak, bizler sistem içi demokratikleşmeye eklemlenmemeye dikkat ettiğimiz, görece olumluluklarını ifade etmekle beraber, aynı zamanda yeni statükonun risklerini de açıklayıp eleştirdiğimiz ve tevhidi ilkeleri her fırsatta gündemleştirmekte ısrar ettiğimiz için, yandaş medya (gazete ve TV’ler) tarafından da, hatta yandaşlara eklemlenen “tevhidi kesim”e ait medya ve çok tıklanan kimi internet haber siteleri tarafından da yok sayılmaktayız. Haber ahlakını yandaşlığa feda edenlerin yok sayması sebebiyle, haber değeri olan etkinlik ve eylemliliklerimiz bile görülmemekte, sonuçta meydanlara çıkarak bu tür eylemleri yapma amacı olan, medya vasıtasıyla mesajı daha çok insana ulaştırıp kamuoyu oluşturmak, muhalefet bilincini yaygınlaştırmak imkânı kalmamaktadır. Bu sebeple bizler, bundan sonra şartlar çok zorlamadıkça ve çok gerektirmedikçe, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe ve emperyalizme yönelik bu tür itirazlarımızı, tepkilerimizi, eleştirilerimizi, yaklaşık 15-20 yıldır yapageldiğimiz gibi meydanlarda değil de, her hafta ortalama 600 kişinin katıldığı Cuma konferanslarımız, internet ortamında yayınlayacağımız makalelerimiz, basın açılamalarımız ve Radyo Denge yayınları aracılığıyla ortaya koymaya çalışacağız inşaallah. Tabii ki en önemlisi de, tevhidi davet, şahidlik, eğitim çabalarımızı daha nitelikli hale getirmeye ve daha çok bu alandaki sosyalleşmeye, itikadi, ahlaki, insani inşayı gerçekleştirerek toplumsal dönüşüme ve Kur’an toplumu nüvesini, modelini oluşturmaya yönelik çalışmalara yoğunlaşmamız gerektiğini bilmeliyiz. Diğer taraftan, sistem içi politikalara takılı kalmadan, eklemlenmeden, özgün İslami siyasetimizi üretmeye yönelmeliyiz.

 

Eskisinde de, Statükoyu Savunan Derin Devlet Vardı, Yenisinde de Olacak ve Bürokratik Baskılar Daha Rafine Yöntemlerle İcra Edilmeye Devam Edilecek

 

Henüz yeni statüko tam oluşmadığı halde, AKP-Gülen koalisyonunun bugünkü inisiyatifiyle, bu değişim sürecinde bile, el-Kaide yaftalamasıyla, şiddete bulaşmadan, legal zeminde İslami tebliğ ve eğitim çalışmaları içinde yer alan pek çok Müslüman’ın evlerine yapılan gece yarısı baskınlarıyla hukuk ihlalleri kolayca yapılabilmektedir. Bir süre önce, İLKAV ve Özgür-Der kapatma davaları doğrudan bu hükümetin emrindeki bürokratların inisiyatifiyle açılabilmişti. Geçenlerde bir camide, resmi ideoloji hutbesi okuyarak, sadece Allah’ın isminin yüceltilmesi gereken mescidlerde, tagutun ve resmi putlarının ismini yüceltmeye cüret eden din görevlilerinden birisine, bir Müslüman’ın İslami ölçüleri hatırlatması bile hazmedilememiştir. Bu duyarlı Müslüman, yeni statükonun polislerince, hemen derdest edilip tutuklanması sağlanıvermiş ve her zamanki gibi yandaş medya tarafından da provokatör olarak damgalanıvermiştir.

 

Müslümanlara yönelik olarak, doğrudan hükümetin emrindeki bürokratların inisiyatifiyle gerçekleşen insan hakları ve hukuk ihlalleriyle ilgili onlarca örnek sayabiliriz. Bugün henüz değişim süreci devam ederken bile bunları yapanlar, orta ve uzun vadede, “küresel kapitalizme eklemlenmiş ılımlı laik-liberal demokrat yeni statükoyu oluşturup, gücü tam olarak ele geçirip, bir de derin devletlerini kurdular mı neler yaparlar?” sorusu üzerinde bugünden akletmek ve tedbirli olmak gerekmez mi?

 

Nitekim içeriden bilgi verme imkanına sahip Abdurrahman Dilipak da şu tespitleri yapmaktadır: “Küresel çapta agnostik ve atomik, rölâtivist bir kültür ve ideoloji oturtulmaya çalışılırken, tehdit oluşturmayan yeni bir din telakkisi oluşturulmak isteniyor. Bu vasatta kimi İslamcılara biçilen misyon İslam’ı ılımlılaştırmaktır. Sunacakları birtakım kazanımlarla Müslümanları davadan uzaklaştırmak isteyecekler/istemektedirler. Derin devlet tasfiye olmayacak. Onlardan bir kısım çıkarılırken ‘bizimkiler’in bir kısmı içeri alınacak, bunlar derin devlet olacak. Bu iş için korkunç sermaye-para ve istihbarat akışı var. Türkiye’den bir an önce mıntıka temizliği isteniyor. Derin devleti kuran Amerika, tasfiye eden de o. Bunu tasfiye ederek yeni bir yapı inşa etmek istiyor. Bu yapının içinde ‘biz’ olacağız. Ilımlı İslam, yeni moda İslam. İçimizden bazı kanaat önderlerini yakında bu yeni yapının içinde görebiliriz.”[3]

 

Henüz herkesin olduğu gibi, bizim de desteğimize ihtiyaçları açık olan bu değişim sürecinde bile bunca haksızlığına muhatap olduğumuz görece özgürlükçü değişimcilerin, yeni statükoyu tam anlamıyla oluşturup, derin devletlerini de kurduktan sonra yapabileceklerini bugünden görmek, akletmek ve tedbirler almak mü’min ferasetinin gereği değil midir? İşte tevhidi mücadele sürecine ve tevhidi davet kadrolarına, uzun vadede bu derece zarar verebilecek bir gidişi, bu kadar büyük risk potansiyelini görmezden gelerek, sistem içi değişime bu derece eklemlenmek akıl alır gibi bir durum değildir.

 

Eski Statükoda da Kapitalizm Egemendi, Yenisinde de Öyle Olacak

Mevcut daha zalim statükonun büyük, derin, şedit ve yaygın zulmü ve daha hoyratça, daha azgınca sömürüsü ile yeni statükonun görece özgürlüklere alan açarak zulmü azaltan rolü, sosyal yardımlarla fakirlere verdiği desteği ve rantı eskisine göre daha geniş çevreye paylaştırma çabası arasındaki farkın, adaletle teslim edilmesini ve bu iki statükonun birincisine daha fazla karşı olmayı, yenisinin kısa vadede sağlayacağı rahatlamayı memnuniyetle karşılamayı anlamak mümkündür. Ancak Müslümanın, sonuç olarak, şirk sisteminin iki tarafı da dahil bütününe karşı olma ve taguti sistemi bütünüyle değiştirme iddiası ve bundan hiçbir sebeple vazgeçmemek sorumluluğu unutulamaz ve bu yoldaki tevhidi mücadele yükümlülüğü ertelenemez, terk edilemez, iptal edilemez. Nihayet yaşanan ve yaşanacak olan bu değişime rağmen, sistem ve kurumları, anayasa ve yasaları taguti olma niteliğini koruyacak, şirk sistemi ilahi vahyi toplumsal ve kamusal hayattan kovmaya devam edecektir.

Şirk sistemi devam ettiği, vahyin ölçüleri belirleyici kılınmadığı sürece de, sömürü, adaletsizlik ve zulüm devam edecek demektir. Ekonomik, sosyal, ahlaki, kültürel bütün alanlarda, sekülerizmin, dünyevileşmenin, kapitalist üretim ve tüketim biçiminin yol açtığı ifsad, görece farklı boyutlarda da olsa kaçınılmaz olarak sürecektir. Fıtratın vahiyle buluşması sonucu oluşacak İslami şahsiyetlerin, Allah’ın vahyini esas alan bir adalet sisteminde, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, ahlaki bütün alanları, ilahi ölçü, ilke ve hükümlerle düzenleyip adaletle yönetmeleri gerçekleşmeden, bu ifsadın kalkması, zulmün, sömürünün, adaletsizliğin sona ermesi mümkün değildir.

Yeninin görece olumlu farklılıklarına rağmen, iki statüko arasında, en fazla TÜSİAD ve MÜSİAD arasındaki kadar fark olduğunu, yeni statükonun eskisine karşı en iyi ihtimalle ancak bu kadar fark atabileceğini bilmek durumundayız. Neticede iki statüko da kapitalisttir. İkisinin de, kapitalist piyasa sistemiyle “kalkınma” (!) peşinde olduğunu ve sonuçta fakirin hakkının gaspına, emeğin sömürülmesine, geniş kitlelerin ezilmesine dayandığını, vahye dayalı İslami adalet bilincimizle görmek durumundayız. İki statükoda da, devlet son tahlilde zenginden yana olmaya, piyasa ilahının emirleri gereğince emekçilerin haklarının gasp edilmesine seyirci kalmaya devam edecektir. İki statükoda da, faizci ve rantçı piyasa ekonomisinde geniş kitlelerin haklarının, ödedikleri vergilerin, herkese ait ülke kaynaklarının, kapitalist piyasa mekanizmaları aracılığıyla büyük sermayedarlara aktarılmasının kaçınılmaz olduğu ve devletin, sömürüye dayalı bu işleyişe dar gelirliler lehine müdahale etmediği ve etmeyeceği açıktır. Yani yeni statüko, eskilere ilaveten yeni yandaş zenginlere de kredi, ihale, rant dağıtırken, fakirlere ise, kömür, gıda, beyaz eşya ve küçük çapta nakdi sosyal yardımlar dağıtarak, eski statükodan farklılaşacaktır. Çünkü eski statüko, sadece yandaş sermayedarlara ve bürokratik oligarşiye iktidar ve rant sağlamakla meşguldü.

Ayrıca, yeni statüko, ülke ekonomisini küresel sisteme daha fazla entegre etmek suretiyle, kapitalist piyasa sistemini, küresel kurallara daha çok riayetle, daha iyi işleterek, devletçiliği azaltıp özelleştirmeyi yaygınlaştırarak ve daha iyi bir performans sergileyerek, suiistimali, yolsuzluğu, hırsızlığı (kimi yandaşların yolsuzlukları devam etse de), eskisine göre azaltarak görece olarak ulusal geliri yükseltebilir. Ekonomide istikrar ve büyüme sağlayabilir. Ama kapitalist sistemde, gelir dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldırması, geniş kitleleri fakirlikten kurtarıp ulusal gelirden hakkı olanı almasını sağlaması mümkün olmadığı gibi, kapitalist sistemin ürettiği bu adaletsizliği azaltmaya dair ciddi adımlar atması da imkansızdır. En fazla yapacağı şey, Cumhuriyetin kuruluşundan beri, TÜSİAD’la simgeleşen İstanbul sermayedarlarının tekelinde olan rantı, MÜSİAD’la simgeleşen Anadolu sermayedarlarına da dağıtmaktan ibaret olacaktır. Böylece ülkenin kaynaklarını sömürenlerin, rantı, kredileri, ihaleleri ve herkesten alınan vergilerden yapılan devlet teşviklerini paylaşanların sayısı artacak, yani iktidar ve ranttan sadece eski statükocular değil yeni statükocular da paylarını alacaktır. Zaten ülkede süregelen kavganın önemli bir kısmı da işte bu paylaşım kavgası değil midir?

Ancak, eski statükoda olduğu gibi, geniş kitlelerin ezilmesi, sömürülmesi, işsizliğe, açlığa, sefalete mahkumiyeti, geçim sıkıntısını ve modern köleliği paylaşması, yeni statükoda da devam edecektir. Belki daha önce ezilenler arasında duran kimi Müslümanlar, yeni statükoda yakaladıkları rüzgarla ve elde ettikleri imkanlarla zenginleşebilecek, kapitalistçe kazanma hırsı ve lüks harcama azgınlığı kıskacındaki yeni “Müslüman zenginler”(!) sınıfına terfi edebileceklerdir. Yani geniş dar gelirli kitleler yine ezilmeye devam ederken, yeni statüko, ülkenin kaynaklarından aslan payını alan eski statükonun rantçılarına, kendi yandaşlarını da katacaktır. Ancak bu değişim süreci, iyi bir gelişmeye vesile olmayacak, tam tersine sisteme eklemlenerek savrulmaya, dünyevileşerek kötüye doğru bir gidişe ve İslami şahsiyetleri yıpratarak, ahlaki yozlaşmaya sebep olarak, İslam’ın, Müslümanların, İslami mücadelenin zararına olan bir dönüşüme yol açacaktır.

Üstelik ülke ve bölge halklarını, küresel kapitalist sisteme uyumlu “ılımlı İslam” algısı istikametinde dönüştürme ve tevhidi mücadeleyi ve davetin muhataplarını kuşatıp yok etme riskinin büyüklüğü, bu yeni statükonun ve öncülerinin, bireysel planda İslami kimi görünürlüklere sahip ve bireysel ibadetler alanında görece özgürleşmeye vesile olmalarından, yani sureti haktan görünmelerinden kaynaklanacaktır. Şüphesiz biz de, mevcut daha zalim ve zulmü ve sömürüsü yıllardır en amansız boyutlarda süren darbeci, çeteci, vesayetçi bürokratik diktatörlüğün değişmesini isteriz (ki yıllarca bu zalim statükoya karşı üzerimize düşen mücadeleyi de yapagelmiş bulunuyoruz) ve bunun yerine görece daha özgürlükçü bir sistemin oluşumunu, halkın sıkıntılarının görece olarak bir miktar azaltılmasını kısa vadede görece bir olumluluk olarak görüp, gasp edilen haklarımızdan bu vesileyle iade edilenleri de alıp istifade ederiz. Ancak biz, buna ilaveten, diğer grupların gözden uzak tuttukları bir tehlikeye de dikkat çekerek, bu değişim sonucunda oluşacak yeni statükonun, eskisi kadar açık ve şedit olmamakla beraber, daha farklı ve daha rafine yöntemlere dayanarak sürdürülecek zulümlere dair potansiyelini, İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme hedefini, Müslümanlara sağlayacağı görece özgürlük, zenginlik, mevki, makam vb. imkânlarla ve bunların oluşturacağı rehavetle sisteme eklemleme riskini de görmeye çağırıyoruz.

Biliyoruz ki, aşırı baskı ve şiddet ortamı da çözücü, yozlaştırıcı, dönüştürücü etkiler yapar, ancak böyle bir dönemde bu tür baskılardan sinen, savrulan insanların bile çoğu, kalben kin ve buğzunu sürdürür. Ama, kendileri namaz kılan, eşleri örtülü olan yöneticilerin öncülüğünde görece özgürlükler getiren, makam, mevki, kredi, ihale, zenginleşme imkânları dağıtan süreçler, hem kapitalistçe kazanma ve harcama azgınlığıyla rehavete ve konformizme yol açarak çok daha çözücü ve yozlaştırıcı etki yapar, hem de Müslümanları sekülerleştirerek/dünyevileştirerek kendine benzetir. Dağıttığı imkânlarla insanları kuşatıp, sistem içi değişimi tam anlamıyla kanıksatarak, onları bu yeni statükonun savunucuları haline dönüştürür. Bu sebeple de, çözme, yozlaştırma ve dönüştürme etkisi bakımından, yeni statüko Müslümanlar için, eskisine nazaran daha tehlikeli bir süreci temsil etmektedir.

DİPNOTLAR

 

[1]“İslami Kuruluşlar” adı altında ortak bildiri yayınlayan kuruluşların, bir kez olsun, tevhidi ölçülere sadakat göstererek ve vahyi belirleyici kılarak ortak bir akıdede mutabakat sağladıklarını ve vahye dayalı bu ortak akıdeye toplumu birlikte ve ortak bildiriyle davet ettiklerini gördünüz mü? Hayır, maalesef bu mümkün değildir ve mümkün olması için ciddi bir talep ve çaba da yoktur. Ancak böyle önemli ve hayati bir konuda birlikte olmak üzere herhangi bir çaba göstermeyenler, sistem içi demokratikleşmeye aktif destek için seküler içerikli bildiriler yayınlamak söz konusu olduğunda, kolayca ve hem de “İslami kuruluşlar” adı altında bir araya gelebilmekte ve giderek gelenekselleşen biçimde ortak bildiriler yayınlayabilmektedirler.

 

[2]Diğer taraftan, neredeyse TV’lerde naklen canlı yayınlanan “Mavi Marmara” katliamı sırasında, bırakın uçak kaldırmayı, bir gün süreyle tek kelimelik tepki bile vermeden katliamı ve imdat seslerini canlı yayında seyreden ve ilk açıklamada da “kimse İsrail ile savaşmamızı beklemesin” diyebilen hükümetin, işgal rejimindeki yangın için iki uçak kaldırması ne anlama gelmektedir? Üstelik Lübnan ordusunun emekli generallerinden birinin Farsnews haber ajansına verdiği söyleşide “İsrail’deki yangının Lübnan sınırında çok hassas askeri tesislerin ve silah depolarının bulunduğu, çok gizli askeri projelerin ve casusluk faaliyetlerinin yürütüldüğü merkezlerin yer aldığı bölgede çıktığı” iddiası doğruysa, bu yangın yardımının anlamı çok daha vahim bir duruma işaret etmekte değil midir? Ya sistem içi demokratikleşmeye eklemlenmiş “İslami Kuruluşlar”ın öncülerinden olan “Mavi Marmara komutanı”na ne demeli? Katliamdan kurtulup Türkiye’ye dönüşteki ilk açıklamasında ve ondan sonraki süreçte de her fırsatta, yeni statükonun bânilerine teşekkür ve övgüler yağdırması ne anlama gelmektedir? Mavi Marmara katliamının, bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmeyen bir hükümetin, ülkede ve bölgede itibar kazanmasına malzeme kılınması doğru mudur? Daha gemideki o çatışma sırasında bile unutmayarak, sanki önceden hazırlık yapılmış imajı veren bir biçimde hemen ilk şehid olanların üzerine ulusal bayrak örtmek duyarlılığı taşıyanların, iyi niyetle de olsa peşinden sürüklenenler sonuçta neye hizmet etmiş oldular? Bu kuruluşun, Türkiye’de de, şehidlerin cenazelerini ulusal bayraklara sararak, devlet törenine benzer bir törenle kaldırmaktaki ısrarı, cenaze kortejine arabalar dolusu yüzlerce ulusal bayrak dağıtma, hastanede yatan yaralıların her birinin baş ucuna (bir odada kaç yaralı varsa o kadar sayıda) büyük boy ulusal bayraklar asmak suretiyle hastanenin o katını ulusal bayramların tören alanına çevirme gayretkeşliği neyle izah edilecektir? Aynı kuruluşun ve hatta kimi şehid yakınlarının, bütün bunları normal karşılayıp kanıksayarak sürdürmeleri ve siyonist işgal rejimine bu katliamın bedelini ödetme anlamında tek bir somut adım atmayan hükümetin, meseleyi “özür ve tazminat” pazarlığına indirgemesine seyirci kalmaları ve buna rağmen övgülerini sürdürmeleri ne anlama gelmektedir? Böylece, Mavi Marmara şehidlerinin kanı bile, onlar için hiçbir şey yapmadan, sessizce katledilmelerini seyretmiş olan yeni statükonun palazlanması, ülkede ve bölgede itibar kazanması için istismar edilmiş olmuyor mu? Bölgeye model olarak sunulan, yeni statükonun lideri, meseleyi çok basit bir tazminat ve özür pazarlığına indirgeyip bunda ısrar ederek, İsrail’e karşı tavizsiz bir lider imajı verirken, siyonist rejim ile askeri anlaşmaları iptal etmeye, tüm ilişkileri kesmeye ve yaptığı bu katliamın bedelini ödetmeye ve katillerin cezalandırılmasına yönelik tek bir adım atmamaktadır. Bu tür eklemlenmiş kuruluşları “İslami kuruluşlar” olarak adlandırmak suretiyle sistem içi değişime aktif destekte sürekli birlikte hareket edip, Mavi Marmara’ya iştirak edenler ve ondan sonraki süreçte de, bütün bunları yaşanmamış sayıp, onlarla birlikte hareket etmekte beis görmeyenler de sonuçta bu istismara katkı sunmuş olmuyorlar mı?

 

[3]A. Dilipak’ın, Özgür-Der Ümraniye Şubesinde yaptığı, 14 Nisan 2010 tarihli konuşması. http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=10445

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.