BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Emperyalist ABD-İsrail Kuşatması Altında Ümmetin Hâli ve Kudüs Nasıl Kurtulur Konferansı

Emperyalist ABD-İsrail Kuşatması Altında Ümmetin Hâli ve Kudüs Nasıl Kurtulur Konferansı

İLKAV’ın düzenlediği “Emperyalist ABD-İsrail Kuşatması Altında Ümmetin Hâli ve Kudüs Nasıl Kurtulur?” konulu konferans 24 Aralık 2017 Pazar günü İLKAV konferans salonunda ciddi bir katılımla gerçekleştirildi.

İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’ın sunduğu ve yaklaşık iki saat sürdüğü halde büyük ilgiyle dinlenilen konferansın sonuç ve çözümle ilgili bölümünü ve tamamının videosunu aşağıda sunuyoruz.

Pamak, konuyu bütün boyutlarıyla ele aldığı konferansında, önce ümmetin Kur’an ve sünneti terk edip tevhidi niteliğini yitirdiği yozlaşma sürecini ve bu süreç sonunda sömürülmeye müsait hale gelme serüvenini anlattı. Sonra da bölgeye gelen sömürgeci emperyalist Batı devletlerinin ve bugünkü öncüsü ABD’nin ve hep birlikte bölgeye bıçak gibi saplayıp destekledikleri fitne odağı İsrail terör devletinin dayandıkları sapkın değerlerini, seküler kültürlerini ve yüz yıllardır gerçekleştirdikleri işgal, sömürü ve katliamları ele alıp değerlendirdi. Daha sonra da bu emperyalistlerin kuşatması altındaki ümmetin hâlini, emperyalistlerce çizilen sınırlarla ortaya çıkarılan ulus devlet vakıasını ve bölgede yaşanan bazen mezhep, bazen etnik ve bazen de ulusal çıkarı put edinme eksenli kaos, çatışma ve parçalanmışlığa dikkat çekerek, çıkış yolları üzerinde durdu. En son olarak da sorumluluklarımız, yapmamız gereken mükellefiyetlerimiz ve kurtuluş yolu üzerinde durdu.

Konferans sonunda kılınan ikindi namazını müteakip İLKAV’ın geleneksel simit ve çay ikramı gerçekleştirildi.

Konferansın son bölümünde üzerinde durulan sorumluluklarımız ve kurtuluş yolu ile ilgili bazı bölümleri aşağıda ilginize sunuyoruz.

Sadece Katliam Süreçlerinde Slogan Atmakla Yetinmemeli, Gerçek Kurtuluşa Götürecek Tevhidi İnşa Sorumluluğumuza Yoğunlaşmalıyız

– Bizler esas meseleye yoğunlaşıp halimizi ıslah etmeyi, terk edilmiş bırakılan Kur’an’a tekrar dönerek vahiyle ümmeti yeniden inşa etmeyi ve böylece Allah’ın vaadi olan yardımını hak etmeyi hedeflemek yerine, sadece işgal ve katliamların tırmandığı süreçlerde meydanlara çıkıp slogan atarak zalimleri tel’in ediyor, zulme uğrayan kardeşlerimize yardım ve dua için seferber oluyoruz. Şüphesiz ki bunlar önemli ve gerekli, ama o süreç geçince yeni bir katliama kadar esas sorumluluğumuzu, kalıcı ve kesin çözümü gündeme getirecek çabalara yoğunlaşmadan zaman geçiriyoruz. Baskısı ve kuşatması altında bulunulan sistemleri değiştirmek ve bunun için öncelikle içinde yaşadığımız cahiliye toplumlarını vahiyle dönüştürmeye yoğunlaşmak yerine, cahiliye sistemleri içinde görece imkanlara kavuşmak adına oyalanıyor ve tevhidi mücadele stratejisinde ısrar etmek yerine istikameti koruma zaafı içine düşerek sistem içi siyasetlere eklemleniyoruz. Sonra yeni bir katliam sürecinde yine sokaklara çıkıp “kahrolsunlar” diye bağırıp slogan atmaya tekrar başlıyoruz.

Halbuki içinde bulunulan bu zelil halin sebepleri üzerinde düşünüp, ümmetimizi bu duruma sürükleyen gerçek sebepleri tespit edip ortadan kaldırmadığımız için bütün bu sorunlar, içine düşülen zillet ve muhatap olunan saldırılar, işgal ve katliamlar, sömürü ve zulümler, baskı ve kuşatmalar sona ermiyor ve yaklaşık bir asırdan bu yana şiddetini arttırarak devam ediyor. Tüm ümmet coğrafyasında Allah’ın vadettiği ilahi yardımı hak edecek nitelikte vahiyle diriliş yaşanmadıkça gerçek bir kurtuluş mümkün olmuyor ve olmayacak.

Türkiye örneğinde de aynı kısır döngü yaşanıyor. İnsanları sadece vahye çağırması gereken tevhidi uyanış süreci öncüleri, yazarları, aydınları, hocaları bile, sahip oldukları Kur’an ilmine ihanet edercesine batıl sistem içi siyasete bulaşıyor, Kur’an’a davetle çelişen bir konumda yer alarak sistem içi “ehven-i şer”e davetçilik yapıyorlar. On yıllar geçiyor, vahye dayalı ortak bir akıdede buluşup, Nebevi yöntemi, ilk Kur’an neslinin bıraktığı yoldaki işaretleri takip edip, İslami tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluğunu kuşanıp toplumu vahiyle inşaya yoğunlaşmak mümkün hale gelmiyor. Sonuçta da sistem içi alternatiflerden ayrışmış bağımsız İslami kimlikli bir Kur’an Toplumu nüvesi oluşturmak yerine, hâlâ sistem içi küçük kazanımların ve görece özgürlüklerin peşinde istikamet krizine girmekten kurtulamıyorlar.

Tevhidi istikamette vahdet oluşturamayanlar, sistem içi siyasete destekte ve Kur’an dışı yollara çağrıda kolayca vahdet oluşturuyorlar, birlikte hareket ediyorlar. Bazılarının, “laiklikle İslam bağdaşır”, “ekonominin dini imanı olmaz”, “din bireyseldir” diyerek İslam’ı tahrif eden çabalar gösteren, üstelik bu seküler sapmayı İslam adına Mısır ve Tunus Müslümanlarına da teklif edecek kadar İslam’a zarar veren bir anlayışın sahibine “oy vermeyenin büyük günah işleyeceğini”, bazılarının ise bu kişiye ve politikalarına ve şirk anayasasına “oy vermenin ibadet, takva, Allah’a teslimiyet” olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiklerini görüyoruz. Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı konumundaki Karadavi bile sistem içi İslam dışı siyasete desteğin Allah’ın emri olduğunu söyleyecek kadar istikamet zaafı yaşayabiliyor ve ümmeti yanlış yönlendirecek bir rol üstlenebiliyor. Çoklarının da gazetelere ilanlar vererek toplumu bu sistem içi siyaseti desteklemeye çağırdıklarını ve ümmet için kurtuluş yolu olarak takdim ettiklerini ibretle ve içimiz yanarak gözlemliyoruz.

AKP’nin, gasp edilen haklardan kimisini geri vermesi, kimi çıkarlar sağlaması, kimi korkuları ortadan kaldırması ve görece özgürlükler getirmesi ya da ümmet maslahatına gibi görünen kimi söylemsel çıkışlar yapması karşılığında, laiklikle, liberal demokrasiyle İslam’ı sentez etmesini, İslami göstermesini de içeren politikalarına destek verdiklerinde, hatta sessiz kaldıklarında bile söz konusu çıkarlar karşılığında dinlerini az bir pahaya satma konumuna düşeceklerini akledemiyorlar mı? Tabi ki, İslam’ın alimleri bile, bazı maslahatlar adına kolayca böyle bâtıl alanlara savrulabiliyor ve ümmeti egemen bâtıl siyasetten beraatini temin ederek vahiyle inşa etmeye yoğunlaşacak yerde, tam tersini yapıyorlar ve nebevi yönteme aykırı bâtıl sistem içi siyaseti ibadet olarak algılamalarına ve orada kalıcılaşmalarına sebep olacak bir çaba içine giriyorlarsa, ne ümmet ne de Kudüs ve Aksa kurtuluşa eremez.

Bizler; Filistin veya başka bölgelerdeki katliamlara karşı bütün kuruluşları birlikte hareket etmeye ve daha güçlü slogan atmaya çağıranlara, bu tür eklektik ve ilkesiz birlikteliklerle ve hak-batıl karışımı sloganik tutumlarla kurtuluşun ve katliamları sona erdirmenin mümkün olmadığını söylüyor ve sahici sorumluluğa yoğunlaşmaya çağırıyoruz. Ayrıca, bizim bu tür eklektik çabaların içinde, sistem içi siyasete eklemlenmiş hak-batıl karışımı söylemlerin yanında yer almamızın, hem savrulanlara meşruiyet kazandırma işlevi görerek, hem bizim çevremizdeki Müslümanların zihinlerinin de karışmasına yol açarak, hem de davetin muhataplarının yanılmasına sebep olarak Hak olana zarar vermek sonucunu doğuracağını ifade ediyoruz. Yani Filistin için bir şeyler yapmak adına birilerinin batıl sistem içi siyasetinin malzemesi olmayacağımızı söylüyoruz.

Diğer taraftan, eğer daha büyük kalabalıklarla “kahrolsun” demekle zalimler yok olsa, zulüm ve zillet sona erseydi, on yıllardır Saadet Partisi ve AKP’nin yüz binlerce insanı toplayıp İsrail’e karşı slogan attırmalarıyla zulüm ve zillet biterdi. Halbuki sonucun değişmediğini hatırlatıyoruz. Aynı şekilde Milli Gençlik Vakfı ya da İHH-Memursen gibi geleneksel sistem içi siyaset yanlısı gruplar da on binleri bir araya getirip aynı sloganları attırıp demokratik seküler haklara vurgu yapıyorlar, ama buna rağmen katliamların da, zilletin de sürdüğünü ifade ediyoruz. Bizim tevhidi ortak paydada ve Nebevi yöntemde buluşup vahdet sağlayarak bağımsız İslami kimlikli yapıyı oluşturalım ve ondan sonra da bu Kur’an toplumu nüvesinin öncülüğünde vahiyle toplumu inşa ederek İlahi yardımı hak edecek çabalara yoğunlaşalım içerikli ilkeli çağrımız ise, her seferinde diğer tevhidi uyanış bakıyesi gruplarca karşılıksız bırakıldı.

Bu yüzden de, sahici ve kalıcı çözümü getirecek izzet ve galibiyet için gerekli olan ilahi yardımı hak eden İslami bir diriliş bir türlü gerçekleşemiyor, batıl sistemler içinde oyalanılıyor. Sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna bir türlü ulaşılamıyor, bu yüzden arayışlar sistem içinde sürdürülüyor. Sonra da bu kesimler, Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da katliamlar, zulümler gündeme geldiğinde meydanlara çıkıp “kahrolsunlar” sloganını atıp, hem o süreçte, hem katliam durduğunda aynı yanlış konumlarına devam ediyorlar. Bu yüzden de zulüm, sömürü ve katliamlar da aynı minval üzere sürüp gidiyor. İnsanlığın muhtaç olduğu Kur’ani ışık, “Nur” bölgemizden yükselip dünyaya ulaşamıyor ve intihara teşebbüs etmiş bulunan batı seküler medeniyeti “zulümat” ise, kan dökmeyi, sömürmeyi bu yüzden sürdürebiliyor. Yani İslami alternatifi insanlığa sunacak yerde batılın kavram ve modellerini ödünç alan, her şartta Hakkı esas almak yerine “ehven-i şer” peşine düşen sistem içi oyalanmalar sebebiyle İslam coğrafyası kan ağlamaya, insanlık ise vahyin aydınlığından mahrum kalmaya devam ediyor.

Ümmet Kur’an’ı Mehcur Bırakarak

ve Rasulün (s) Yolunu Terk Ederek Bu Zillete Sürüklendi

– İslam ümmeti, uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş) bırakarak, Resulullah’ın (s) güzel örnekliğini, vahye dayanan güzel ahlakını, Muhammed-ül Emin olarak tanınmasına yol açan insani erdemlerini ve mücadele sünnetini terk etti. Dünyevileşmenin anaforunda, nefsin arzu ve isteklerinin belirleyici olduğu, heva ve zanna tabi yollarda vahye dayalı niteliklerini tüketerek, ümmet olma vasfını ve Allah taraftarı (Hizbullah) olmaktan kaynaklanan izzetini kaybederek zillete sürüklendi.

Bu yozlaşma/Yahudileşme sürecinde akıl ve ilim dışlanarak, vahyi anlama, öğüt alma ve yaşama sorumluluğunu terk ederek keşf ve ilham adı altında birçok bid’at ve hurafeler uyduruldu. Böylece Kur’an’da yer alan açık uyarılara ve Resulullah’ın onların (kitap ehlinin) izinden gitmeyin ikazlarına rağmen maalesef ümmet-i Muhammed de Yahudileşmenin bütün unsurlarını hem de elindeki korunmuş kitaba rağmen yaşadı. Böylece cahiliye kültürü hem de bu sefer İslam adına yeniden üretildi ve yüzyıllara sari bu süreçte İslam toplumları cahiliye toplumları haline dönüştüler.

Gelenekçiliğin dinleştirdiği bu süreçte içselleştirilen geleneksel hurafeler yanında bir de hevanın ilahlığında zanna dayalı modern seküler paradigmanın batıl kavram ve modelleri ile sapkın kültürel-ideolojik üretimleri de zamanla içselleştirildi. Böylece geleneksel ve modern cahiliyenin kıskacında İslami kimlik ve değerlerden uzaklaşıldı. Allah’ın yardımını hak eden tevhidi nitelik ve vahdet kaybedildi.

Ümmeti Muhammed bu vasfını yitirdiği yüzyıllara sari süreçte, kitabı, dini parçalara ayırıp hizipleşti, çeşitli siyasal ve sosyal sebeplerle tefrikaya yöneldi. Kitabı tahrif etme imkânı olmayınca anlamını tahrif etti. Batıni yorumlarla, uydurma rivayetlerle akide oluşturup parçalandı, sonuçta da ümmet olma niteliğini, birliğini ve zindeliğini yitirdi.

Yüzyıllar süren bozulma süreci sonunda vahiyden ve resulün sünnetinden koparak parçalanan, kuvvetini kaybeden ve ümmet olma niteliğini, zindeliğini, mücadele ve direniş azmini kaybeden niteliksiz, güçsüz ve parçalanmış yığınların yer aldığı İslam coğrafyası işgal, istila ve katliamlara muhatap oldu. Daha sonra da, emperyalistlerin çizdikleri suni sınırlarla ulus toplumlara bölündü ve Batı tarafından devşirilmiş despot işbirlikçilerin hegemonyasına girdi. Vahiyden koparak cahiliye karanlığına sürüklenen Ümmet işte bu yozlaşma ve çözülme sürecinde birliğini, gücünü ve onurunu kaybettiği gibi, Mekke ile Kudüs’ü de, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’yı da kaybetti.

Mescid-i Aksa ve Kudüs Ümmetin Onuruyla Özdeş,

Ümmet İzzetini Kaybedince Onlar da Esarete Düştüler

Ümmet vahiyle yeniden izzet kazanmadan Mescid-i Aksa kurtulmaz. Daha önce de ifade ettiğim üzere; İslam coğrafyasında yaşayan halklar bugün ancak sosyolojik anlamda ümmet olarak nitelendirilse de, ıstılahi anlamıyla ümmet olma vasıflarını kaybederek cahiliye yığınları haline gelmiş, geleneksel ve modern cahiliyenin karanlıklarında izzet ve güçlerini yitirmiş bulunmaktadırlar. Bu halklar içindeki diriliş öbeklerinin çabaları da henüz bu karanlığı aydınlığa çevirme potansiyeline ulaşamamıştır. Bu sebeple, İslam coğrafyasındaki parçalanmış, tevhidi niteliğini kaybetmiş yığınlar Allah’ın yardımına müstahak bir tevhidi toplum, vahye ve Rasule teslim olmuş bir ümmet haline gelememiştir.

Ümmetin onuru olan Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kurtuluşunun yolu ümmetin kurtuluşundan geçiyor. Ümmetin kurtuluşu ve eski izzetli günlere ulaşabilmesi de, ancak vahiyle inşa olup tevhidi ümmet olma vasfını kazanmasına bağlıdır. Yani Kudüs’ün kurtuluşu, Ankara, Kahire, Riyad, Mekke, Şam, Bağdat, Tahran vb…nin gerçek anlamda kurtuluşuyla bağlantılıdır. Bilinmelidir ki, Filistin ve Kudüs’ün İsrail’in işgalinden kurtulup Araplara geçmesi görece beşeri bir özgürleşme imkanı ve sadece katliamların, işgalin sona ermesi anlamı taşımakla ve bu da önemli olmakla beraber, İsrail şirki yerine Arap şirkinin egemenliğine geçmesi Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın hakikatte kurtuluşu anlamına gelmeyecektir. Kudüs ve Mescid-i Aksa ancak vahyin egemenliğine geçtiğinde Hakiki anlamıyla kurtulmuş olacaktır. O halde Kur’an’ı terk edilmiş bırakanların, Kur’an’ın belirlediği ilke ve kimliklerini kirletenlerin, imanlarına zulüm (şirk) giydirip ümmet bilinci yerine ulusalcı kirlenmeler yaşayanların bu anlamda gerçek kurtuluşu sağlamaları mümkün değildir.

Mübarek Mescidlerimizin ve Filistin’in Sahici Kurtuluşu İçin,

Ümmetin Kur’an’a Sarılıp Allah’ın Yardımını Hak Etmesi Gerekir

– Bugün halkı Müslüman ülkelerin neredeyse tamamı, mezheb eksenli İran yönetimi haricinde, İslam dışı yönetimlerin hakimiyetinde, ülkelerini ve toplumlarını tevhide aykırı, ümmet bilincini dışlayan cahili ulusalcı batıcı sistemlerle yönetiyorlar. İşte tüm bu cahili devletler bugün İsrail terör devleti ve hâmisi ABD ile şu veya bu biçimde işbirliği içindedirler. Böyle siyasi yönetimlerle yönetilen bölge ülkeleri kendileri bile esirken nasıl Kudüs’ü kurtaracaklar?

Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler içinde terör devleti İsrail’i ilk tanıyan devletlerden birisi olup, o günden beri ABD – İsrail ekseninde İslam karşıtı çizgide bulunuyordu. Çok yakın zamana kadar Filistinli kardeşlerimize bomba ve füze yağdıran İsrail’in katil uçakları Türkiye semalarında eğitiliyordu. TSK’nin silahları, tankları ve uçakları İsrail’de modernize ettiriliyor, askeri ihaleler İsrail’e veriliyordu. Askeri istihbarat ve eğitim işbirliği anlaşmaları devam ediyordu. Daha 5-6 yıl öncesine kadar MOSSAD Türkiye’de MİT’le işbirliği içinde operasyon bile yapabiliyordu. Yani AKP döneminde de, göstermelik kimi çıkışlara rağmen tüm bunlar sürüyordu.

Üstelik İsrail bayrağındaki iki çizgi Nil ve Fırat’ı temsil ediyor. İsrail, Fırat’a kadarki Türkiye toprağının “Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) olduğunu ve bu bölgeyi alacağı iddiasını sürdürüyor. Türkiye’yi bölmek iddiası da, gücü de olmayan mazlum Kürt halkını, bölünme paranoyası ile yıllardır baskı ve zulüm altında tutanların, Türkiye’yi bölme iddiası da, buna yetecek gücü de olan ABD ve İsrail ile stratejik ortaklık kurup, bu konudaki iddia ve haritalar açıkça ortada dururken de bu işbirliğini ısrarla sürdürmeleri, utanmazca bir tutum ve ikiyüzlülük içinde olduklarının göstergesidir. Bu durum, yaklaşık 90 yıldır Türkiye’ye egemen batıcı laik oligarşi ve Kemalist yönetimlerin bölünme korkusu konusunda samimi ve ahlaklı olmadıklarını da göstermektedir. Anlaşılan odur ki, böl-yönet fitnesiyle ülke halklarını kamplaştırarak, çatıştırarak güçsüzleştirmek, sonuçta da kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu ve oligarşik hakimiyetlerini sürdürmek amacıyla bu iddiayı bir provokasyon ve istismar konusu olarak gündemde tutmak alçaklığını on yıllarca sürdürmüşlerdir. AKP hükümetiyle görece bir iyileşme ve hiç değilse söylem bazında İsrail terör devletine karşı haklı tepkiler gösterilse de, bu söylemle çelişkili birçok politika da maalesef sürdürülmüştür.

Emperyalistlerin Daha Güçlü Olması ve Müslümanların İlahi Yardımı Hak Etmeyen Yanlış Yöntemlere Yönelmesi Yenilgiye Yol Açtı

– Haklı sebeplere dayalı Arap halk ayaklanmaları, kendi haline bırakılmayıp dış güçlerin emirlerindeki (ordu, yargı, medya, seküler kesimler vb) yerli enstrümanları kullanarak müdahale etmeleri sebebiyle beklenen sonuca ulaşamadı. Sistemi değiştirmeye yönelik olarak tevhidi istikamette toplumsal dönüşümü sağlamadan, sistem içi hükümete talip olmak, yahut da şartlar oluşmadan, Müslümanların birliği, otoritesi, gücü, savaşçı kadrosu ve silah ihtiyacı temin edilmeden, üstelik karşıdaki küfür gücünün imkanları ve arkasındaki emperyalist devletlerin desteği hesaba katılmadan silahlı mücadeleye girilmesi sonucunda bugünkü yaşanan mağlubiyet Müslümanları kuşatmıştır. Çünkü ya beşeri düzlemdeki bir mücadelede kafirlere denk bir güce ve örgütlülüğe sahip olacaksınız ki galip gelebilesiniz, ya da Nebevi yönteme uygun bir mücadeleyle ilahi yardımı hak edeceksiniz ki, gücünüz yetersiz de olsa galip gelme imkanınız olsun. Maalesef Müslümanlar İslami olmayan yöntemlerle aceleyle hareket etmeye yönlendirilmişler ve sonuçta da bugün yaşanan kaos oluşmuştur.

İşte bu sebeplerle, halkların kaderleri üzerinde söz sahibi olmaları, serbest iradeleriyle yönetimlerini belirlemeleri, vahşet olarak nitelenebilecek müdahalelerle engellendi. Daha önce de ifade ettiğim üzere, böylece emperyalist ve Siyonist projelerin rahatça uygulamaya sokulabileceği, bölge halklarıyla kolayca oynayabilecekleri kaos ortamı oluşturuldu. Siyonist terör devletini endişelendiren Suriye ve Mısır’da ihvan’ın ya da halkın iradesiyle belirlenen yönetimlerin söz sahibi olması engellendi. Bu iki ülkede halkın söz sahibi olması, kim yönetime gelirse gelsin sonuçta halka dayanacağı için, halkın razı olmayacağı politikalar güdemeyeceğinden her halükârda İsrail’in aleyhinde politikalara yol açacaktı. İşte bu sebeple, halkın söz sahibi olacağı bir vasatın ortaya çıkması dış müdahaleyle engellendi.

Hele bir de Suriye ve Irak’ta “Müslüman” halk kesimleri arasına sokulan gerginlikle ve bu bağlamda İran-Hizip ittifakının katil Esed’i desteklemeleriyle mezhepçilik çatışmasının zemininin hazırlanması bölgedeki güvensizliği ve gerginliği arttırdı. Ayrıca buna ilaveten IŞİD gibilerin ölçü tanımayan kör şiddet uygulamalarıyla da güvensizlik ortamını daha da azdıracak fitne tohumlarının ekilmesiyle oluşan kaos emperyalistlerin ve Siyonistlerin daha da rahat hareket etmelerinin önünü iyice açmış oldu. Suriye ve Mısır halk ayaklanmalarının ilk döneminde, bölge ülkelerinin bir kısmının doğulu bir kısmının da batılı emperyalistlerin safında yer almaları sebebiyle özgün yerli politikalarla bölge halklarının değişim arayışlarının doğal seyrini takip etmesinin önünü açmak sorumluluklarını yerine getirememeleri de bölgedeki halk ayaklanmalarının başarısızlığını kolaylaştırıcı bir diğer önemli etken oldu.

Bölgede olaylar öyle yönlendirildi ki, neredeyse bölgemizdeki tüm gelişmeler İsrail’in ve arkasındaki emperyalist devletlerin arzu ettiği şekilde gerçekleşmekte, sonuçta İsrail’in işine yaramaktadır. Irak’ın ve Suriye’nin etnik ve mezhebi açıdan parçalanması; Müslüman halkların, farklı kesimlerin ve bölgedeki farklı silahlı grupların birbirine düşmesi; sonuçta İsrail’e yönelebilecek tehdit potansiyelinin birbirini yok etmesini sağladı. Mısır’da askeri darbe olması ve İsrail yanlısı bir idarenin gelmesi, tüm bölgede farklı silahlı grupların hem egemen yönetimlerle, hem de birbirleriyle silahlı çatışmaya girmesi de aynı sonuca hizmet etti. Diğer taraftan İslam imajının kirlenmesine yol açan ve İslam düşmanlarının kolaylıkla kullanabilecekleri kör şiddet malzemelerini bolca üreten IŞİD benzeri örgütlerin bölgede egemen olmaya başlaması, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin en büyük tehdit olarak İsrail’i değil İran’ı ve Şiiliği görmesi, İran’ın ve uzantısı olan Hizbin de İsrail yerine en büyük tehdit ve düşman olarak Suriye ve Irak’taki adalet isteyen muhalif Müslümanları görmeleri ve nihayet Libya’da karmaşık bir iç savaşın hâlâ sürüyor olması gibi gelişmeler bölgedeki kaosu arttırıcı ve İsrail’i rahatlatıcı sonuçlar doğurdu.

Nebevi Yöntemle İslami, Kur’ani Bir İnkılap Yaşanmadan

Kurtuluşa, İzzete ve İslami Adalet Sistemine Ulaşılamaz

– Tabii ki, daha önce de belirttiğim üzere bölge halkları haklı bir öfke birikiminin patlaması sonucu yine haklı sebeplerle ayaklanmışlardı. Ama bölgedeki hakimiyet, güç ve örgütlülük bakımından emperyalistler daha imkanlıydılar. Bölgedeki despot yönetimlere hizmet eden ordu, polis, istihbarat, yargı, bürokrasi, ekonomik güç ve medya tamamen batılı emperyalist demokrasilerin emrindeydi. Bu güçlere karşı sistem içinde hükümet olabilmek ve orada kalabilmek için en az onlar kadar imkana sahip olmak gerekirdi. Bu güç ise Müslümanlarda yoktu, halk bile yeteri kadar İslamileşebilmiş ve bu güçlere karşı galebe çalabilecek konuma gelmiş değildi. Bu sebeple, Müslüman halkların, henüz İslami toplumu inşa edecek Kur’ani bir inkılabı yaşamadan, cahiliye toplumu ve egemen batıl sistem devam ederken sistem içi hükümetlere talip olmaları Nebevi yönteme aykırılık yanında, bu büyük kuşatma altında sistem içinde iktidar olmalarına asla izin verilmeyeceği gerçeği bakımından da yanlıştı.

Böyle büyük bir kuşatmayla egemen olanlar ve tevhidi bilinçten uzak toplumu istedikleri istikamete yönlendirecek güce sahip bulunanlar, halkın iradesinin tecellisine izin vermezler ve vermediler. Henüz örgütlü bir tevhidi davet, eğitim ve şahidlik mücadelesiyle İslami toplumu inşa eden bir toplumsal dönüşüm ve inkılap yaşanmamıştı. Yani Nebevi yöntemde ısrar ederek Allah’ın yardımına müstahak olacak hal tam kazanılmadan sistem içi hükümet arayışı, ilahi yardımın devreye girmediği beşeri planda bir iktidar olma çabasıydı ve bu sebeple de beşeri anlamda daha güçlü olan batılı güçler ve uşakları tarafından kolayca engellenebildi. Suriye ve Mısır’da Müslüman halkların iradesinin yönetimleri belirlemesi engellenince, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen gibi ülkelerde de halka göz açtırmayan baskılar kurulunca, Batılı emperyalist devletler ve bölgedeki bu işbirlikçi yönetimler eliyle İsrail’e büyük destek verilmiş ve daha azgın, daha saldırgan olmasının önü iyice açılmış oldu.

On yıllardır devam eden bölgedeki gelişmelerden ve son halk ayaklanmaları sürecinde maniple edilenlerden anlaşılan odur ki, bölge halkları içinde yaşanan İslami uyanışın tevhidi istikameti koruyarak gelişmesi ve Nebevi yöntemi takip ederek Allah’ın razı olacağı hedefe yönelmesi engellenmek, ya istikametini bozarak ve yozlaşarak batıla bulaşması ya da insanların nefretini kazanacak şekilde kör şiddete doğru sapması temin edilmek isteniyor. Bu amaçla İslami diriliş öbekleri, birincisi batıl sistem içi demokratik siyaset, ikincisi ise kör şiddeti “cihad” sanan Nebevi yönteme aykırı silahlı mücadele yöntemi olan iki uca doğru itiliyorlar. Böylece hem insanlığın uyanışına vesile olacak bir örneğin bölgede ortaya çıkıp modelleşmesi engellenmek, hem de oluşan İslami birikim bu iki uçta toplanarak; ya batıl sistem içi siyasetin ya da kör şiddete dayalı kaosun içine çekilerek yozlaştırılmak ve insanlık için özlenen bir sahici alternatif olmaktan çıkarılmak isteniyor.

Seküler küresel sistem ve bölgedeki işbirlikçileri olan despot rejimler, insanın fıtratına uygun düşmeyen heva ve zanla üretilmiş sapkın değerler sistemini dayatarak, zihinleri bu sapkın kavram, değer ve ölçülerle işgal ederek insanın fıtratına uygun düşünmesini engelliyorlar. Allah’ın(c), arasının kesilmemesini istediği iki şeyin arası kesilerek, fıtratla vahyin buluşması engellenerek ve böyle bir buluşma sonucu yeryüzünde halifelik misyonunu yerine getirecek İslami şahsiyetlerin inşası ve bunların öncülüğünde İslami toplumun ortaya çıkması önlenmiş ve fesadın önü açılmış oluyor.[1] Böyle olunca da insanın fıtratının korunup gelişmesi ve hakikati fark edip gereğince davranması, zulme, sömürüye ve katliamlara karşı çıkarak adaleti sağlaması engellenmiş oluyor. Sonuçta da bu emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri bölgede biriktirdikleri güçle bölgenin siyasi yönetimlerini ve bu yönetimlerde görev alacak siyasi kadroların belirlenme süreçlerini istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar.

Bu hali ıslah etmenin yolu, ısrarla Nebevi yöntemi takip etmektir. Bu yolun gereği olarak yapılması gereken ilk ve sürekli iş ise, bölgedeki halkların müntesibi olanların fıtratlarını vahiyle buluşturacak davet, eğitim ve vahye şahidlik çabalarına yoğunlaşmaktır. Böylece Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirerek, İslami şahsiyetleri ve İslami toplumu inşa etmeyi hedeflemek ve bu hedeften hiçbir sebep ya da maslahatla asla vazgeçmemek, her şartta istikameti ısrarla korumaktır.

Rasûlüllah(s) 15 yılda Medine’ye Ulaşmışken, Günümüz Tevhidi Uyanış Süreci On Yıllardır Bağımsız ve Kuşatıcı İslami Bir Yapı Bile Oluşturabilmiş Değil

– Tabii ki, en kötü şartlarda bile umutlu olmak ve ölüm gelene kadar da Allah’ı razı edecek ameller üreterek hayatımızı ibadet kılma çabamızı sürdürmek ve inşallah sonuçta da O’nun rızasını kazanmak umuduyla yaşamak imanımızın gereğidir. Ama maalesef yaşanan imtihanda, bahsettiğim tevhidi mücadele stratejisini takip edenler giderek çok azalmış bulunmaktadır. Bu tevhidi duruşu ve mücadeleyi sürdürmek yerine dikkat çektiğim iki uca savrulmalar giderek yaygınlaşıyor. Ülkemizdeki ve bölgemizdeki İslami uyanış öbeklerinin çoğunluğu sistem içi demokratik siyasete eklemlenirken, daha az olan kısmı da tekfirci kör şiddete doğru kayarak, iki uca kaymayı yönlendiren emperyalist beklentiye olumlu cevap veriyor, bu maniple edilmiş, provoke edilmiş sona doğru hızla koşuyorlar. Vasattaki tevhidi uyanışın oluşturduğu birikim ise, zaman zaman provoke edilerek ya da değişik yöntemlerle yönlendirilerek ve önleri açılıp teşvik edilerek yahut da öncülerinin aceleciliği, kısa zamanda sonuç almak isteğiyle bu iki uca doğru savruluyor. Yıllarca süren çabalarla sağlanan bu birikim; kimi kazanımlar elde etmek, görece özgürlüklere kavuşmak, bir an önce iktidar nimetlerine ya da güce kavuşmak pragmatizmiyle yaşanan iki uca doğru savrulmalar sonucunda kolayca harcanıyor, bir türlü istikameti koruyarak gelişemiyor ve alternatif bağımsız bir yapı oluşturamıyor. İşte bu sebeple de, ümmet tevhidi niteliğini kazanamıyor, birliğe, dirliğe, izzete kavuşamıyor. Sonuçta da, işgalcilere, despotlara ve emperyalist güçlere karşı, Allah’ın yardımını hak edip galebe çalacak bir konuma bir türlü gelemiyor.

Halbuki, bildiğimiz üzere Rasulullah(s), çok daha zor şartlarda ve çok daha az mü’minle birlikte “festakim kema umirte”[2]emrine itaatle istikameti korumaktaki dirayetiyle, tevhidi mücadele stratejisini takipteki ilkeli ve tavizsiz duruşuyla, devlet başkanlığı bile teklif edildiği halde sistem içi siyasete prim vermeyen, bir takım kazanımlar peşine düşüp ve kimi maslahatlar üretip sistem içi siyasete destekçi olmayı “zalimlere meyletmek”[3] olarak değerlendiren tutumuyla, uzlaşmayı, müdahaneyi reddeden[4] onurlu bir duruş ve hepimizi bağlayan örneklik oluşturmuştu. “Yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu”[5] ve bu sebeple de “tagutlardan içtinap etmek”[6], “Allah’ın şeriatıyla hükmetmek”[7] sorumluluğunu esas aldı, bu hedefe kilitlendi. İstikrarlı ve ısrarlı bir adanmışlıkla davet, eğitim ve şahidlikle İslami şahsiyet ve cemaati inşa mücadelesini sürdürdü.

Bu süreçte ne silahlı mücadeleye başvurdu, ne de bir takım kazanımlar adına batıl sistem içinde yönetime gelmeye, sistem içi siyasete eklemlenmeye savruldu. Tam tersine büyük zulüm, işkence ve ekonomik-sosyal boykota katlanma ve az sayıda müminden bir kısmını şehid verme pahasına asla tavize yanaşmadı, İslami olmayan iki uca mesafeli durarak vasat tevhidi çizgiyi takip etti. Ne bir avuç mü’min kardeşini işkence, zulüm ve öldürülmekten koruma maslahatını güderek ayağına gelen devlet başkanı teklifini kabul etti. Ne de kardeşlerine zulmedenlere, onları işkenceyle şehid edenlere karşı silaha sarılıp savaşa başvurdu. Sabırla ve merhametle kendilerine zulmedenlerin bile hidayetlerine, tevhidi mesajı daha çok insanlara ulaştırıp kurtuluşlarına vesile olmaya ve toplumu vahiyle inşa edip Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirmeye ve ancak bu sosyal-toplumsal değişim sonucunda da İslam’ın adalet sistemine ulaşmaya çalıştı. Sonuçta da ilahi yardımı hak ederek yaklaşık 15 yıl sonra İslam’ın iktidarı olan Medine’ye ulaştı.

15 Yıllık Görece Özgürlükçü AKP Dönemi Önemli Bir Fırsatken, Bu Fırsatı Doğru Değerlendirmeyip AKP’ye Eklemlenmek Yozlaşmaya Yol Açtı

– Rasulullah(s) ve ilk Kur’an nesli, vahyin yönlendirmesiyle tevhidi davet, eğitim ve şahidlik mücadelesini ilkeli biçimde sürdürüp Allah’ın yardımını hak ederek 15 yıl sonra, İslam’ın iktidarı ve medeniyetiyle özdeş Medine’ye ulaştılar. Bizler ise, ifade ettiğiniz gibi onlarca yıl geçtiği halde bir türlü Kur’an ve tevhid eksenli bağımsız İslami kimlikli bir yapıyı bile oluşturamıyoruz. Sadece 15 yıllık AKP dönemi bu tür bir oluşumu ortaya çıkarmak için önemli imkânlar sunduğu halde, bu imkanlar bile ilkeli biçimde kullanılamamış, tam tersine bu imkanların karşılığında (duygusal etkilenmeler sonucu) sistem içi siyasete meyleden yaygın savrulmalar yaşanmıştır. Bu görece özgür ortam kullanılarak sistemden bağımsız İslami kimlikli bir yapıyı ortaya çıkaracak yerde, bu tevhidi mücadele stratejisi bırakılarak sistem içi siyasete savrulmuşlardır. Sistem içi kazanımların çok önemsenmesi sonucu, onları arttırmak ve korumak refleksiyle batıl sistem içi siyasete eklemlenildiği için on yıllara sari tevhidi uyanış süreci birikimi de bu süreçte heba edilmiştir. Toplumu vahyin ölçüleriyle dönüştürüp tevhidi istikamette bir inkılapla yeniden inşa etme sorumluluğunu taşıyanlar, davetin muhatabı olan topluma ve onun sistem içi tercihlerine doğru savrularak, onlara benzeyerek, hem bu örnekliklerini ve davetçi sorumluluklarını zaafa uğratmış, hem de 30 yıllık birikimi son beş-altı yılda harcamışlardır.

Sonuçta bu 15 yıllık AKP döneminde ve özellikle de son 5 yılda büyük ve yaygın bir çözülme ve çürüme yaşamıştır. Bunu yapanlar meydanlara çıkıp İsrail aleyhine “kahrolsun” sloganları atarak ya da Filistin halkını destekleyen açıklamalar yapmakla Filistin ve Mescid-i Aksa’nın kurtulacağını zannederek kendilerini aldatıyorlar. Kur’ani inkılabı ve tevhidi mücadeleyi erteleyip sistem içi siyasetlere eklemlendikleri sürece Filistin’in kurtuluşunu da, kendi kurtuluşlarını da en az o kadar bir süre ertelediklerini bilmiyorlar. Bu kesimler, liberal ve laik Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetinin, özellikle de malum cemaatle ortaklığı bittikten sonraki süreçte İslami söylemlerini arttırmasını, İslami şiarları, motifleri laik siyaseti için daha fazla kullanmasını çok önemsiyor ve bu halden çok etkileniyorlar. Halbuki İslam’ın laiklikle bağdaştığını söyleyenlerin, ekonomiyi dinden soyutlamaya kalkanların İslami bir söylem kullanmaları ve böylece toplumun İslami anlayışını tahrif etme rolü oynamaları Müslümanları rahatsız etmeliydi. Ama maalesef bu hal Müslümanların çoğunu ziyadesiyle memnun etmekte ve batılla karıştırılmış Hakk’ı zahiren ifade eden bu kişilere eklemlenmelerini arttırmaktadır. Çok üzücü de olsa vakıa budur ve 30 yıllık birikimin sistem içinde erimesi böylece sağlanmıştır. Bu sebeple şimdi artık yeni bir başlangıç yapmak gerekmektedir.

AKP’nin kendisine eklemlenen kesimleri en çok memnun eden bir başka yanı da İsrail’e karşı sert çıkışlar yapması ve Filistin direnişini destekleyen politikasıdır. Evet diğer bölge yönetimlerine göre AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın bu tavrı bariz bir farklılık taşımakta ve haklı olarak da daha onurlu bir duruş olarak algılanmaktadır. Sonuçta da bu durum tevhidi uyanış süreci öbeklerinin AKP politikalarına ve onun üzerinden sistem içi siyasete eklemlenmelerini arttırıcı bir başka unsur olarak öne çıkmaktadır. Ancak AKP’nin bu sert söylemlerinin iki riskini de görmek gerekmektedir: Birincisi bu tür söylemler geniş İslami kesimlerin sistem içi siyasete savrulmalarını sağlamakta, ikinci olarak da bu sert çıkışlar çoğunlukla sözde bırakılıp İsrail’in daha da azgınlaşmasına dolaylı olarak katkı sunmaktadır.

Müslümanlar, Hem Direnen Müslümanların Yanında Yer Almalı,

Hem de Gerçek Kurtuluş İçin Ümmeti Vahiyle İnşaya Yoğunlaşmalı

– Allah’ın dininin yardımcıları olma istikametindeki iman ve amelleriyle, Allah taraftarı olmaktaki samimi tercih ve fedakârlıklarıyla, Allah yolunda bedel ödemekten çekinmeyen can siperâne direnişleriyle Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak olanlara Allah’ın rahmet ve yardımının ulaşacağı şüphesizdir. İşte Filistin’in Müslüman halkının Gazze’deki takvayı kuşanmış, davasına adanmış direnişçi evlatları Allah yolunda onurlu, ilkeli ve fedakâr olunca, sadece onların hak ettikleri Allah’ın yardımı ancak onlar çapında geliyor.

Allah’ın yardımını hak eden Gazze mücahidleri, ancak bu ilahi yardımla 70 yıla yakın bir süreden beri devam eden direnişi sürdürüyorlar. İşte ancak bu ilahi yardımla bu kadar zor şartlara, son derece fakir, ilaçsız, doktorsuz, elektriksiz, susuz ve aç bırakılmalarına, dünyanın en güçlü vahşi silahlarına karşı silahsız denebilecek zayıflıklarına, çok boyutlu sıkıntı ve imkânsızlıklar içinde kıvranmalarına rağmen izzetli bir duruşla direnişi sürdürüp şehitliğin/şahitliğin zirvesine çıkıp inşallah cennete ulaşıyorlar. Dünyanın en güçlü silahlarla donatılmış en zalim ordusunu, arkasındaki ABD ve AB desteğine rağmen, her seferinde püskürtüp geri çekilmek zorunda bırakıyorlar. Ancak, yine de Filistin, Kudüs ve ilk kıblemiz olup çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksa bir türlü kurtulamıyor ve hatta giderek daha fazla kuşatılıyor. Çünkü Kudüs ve Mescid-i Aksa bütün ümmetin onurunu temsil etmekte ve kurtarılması da bütün ümmetin, Allah tarafından gönderilen Kur’an’daki şerefini ve sorumluluğunu kuşanmasını gerektirmektedir.

Yarım asrı çok aşan bir süreden beri, hatta Siyonist katillerin çete dönemi de sayıldığında bir asırdır, ahlaksız ve vahşi bir işgale, soykırıma karşı direnen mazlum Filistin halkının mücadelesi gerçekten bizi çok yönlü ilgilendirmeli ve hemen çok yönlü bir biçimde harekete geçirmelidir. Bize düşen asgari sorumluluk şudur: Bir yandan, Filistin’deki onurlu direnişi sahiplenip çok yönlü desteklemeliyiz. Hepimizin sorumluluğu olan bir davayı Filistin’in fakir mazlum halkının ve tanklara taşla karşı koyan çocuklarının zayıf omuzlarına bırakmaktan utanarak sorumluluklarımızı üstlenmeliyiz. Öncelikle, bölge halkları olarak bizden alınan vergilerle İsrail’e destek veren işbirlikçi yönetimlere ve ülkelerimize zorbalıkla egemen olan oligarşilere, despotlara itiraz edip hesap sormalıyız. Bizden alınan vergilerden, Filistinli kardeşlerimizi katleden katillere fon aktarılmasına karşı çıkıp, bu tür desteklerin kesilmesi için ciddi mücadeleler yapmalıyız. İsrail terör devletinin vahşetlerini anlatıp kamuoyu oluşturmalıyız. Dua ve yardımlarımızla Filistinli kardeşlerimizin yanında yer almalıyız. Diğer yandan da, esas yapmamız gereken alana yoğunlaşmalıyız. Kudüs’ün kurtuluşunun ümmetin kurtuluşuna bağlı olduğu bilinciyle vahiyle ümmeti yeniden inşa projemizi çağın Kur’an neslini yetiştirerek bu kadronun öncülüğünde İslami, tevhidi inkılabın yolunda ilkeli tavizsiz yürüyüşümüzü ölüm bize gelene kadar sürdürmeliyiz.

Bilmeliyiz ki, Kudüs ve Mescid-i Aksa ancak vahyin egemenliğine geçtiğinde hakiki anlamıyla kurtulmuş olacaktır. Tıpkı bugün yabancı işgali altında olmamakla beraber yerli devşirilmiş işbirlikçi yöneticilerin baskı, sömürü ve zulmü altındaki Mekke ve Mescidi Haram (Kâbe) da özgür ve kurtulmuş sayılamadığı ve Amerikancı bir diktatörlüğün işgali altında olduğu gerçeğinde olduğu gibi, İsrail işgalinden kurtulup laik liberal demokratik Abbas yönetimine geçmesi halinde de Kudüs ve Mescid-i Aksa sahici anlamda kurtulmuş sayılmayacaktır. O halde, anlaşılmalıdır ki, Kur’an’ı terk edilmiş bırakanların, Kur’an’ın belirlediği ilke ve kimliklerini kirletenlerin, imanlarına zulüm (şirk) giydirip ümmet bilinci yerine ulusalcı kirlenmeler yaşayanların bu kurtuluşu sağlamaları mümkün değildir. Bugün, halkı Müslüman ülkelerin başkentlerinin tamamına yakını Vahye aykırı yönetimlerin hakimiyetinde, ülkelerini ve toplumlarını tevhide aykırı, ümmet bilincini dışlayan cahili ulusalcı batıcı sistemlerle yönetiyorlar. İşte tüm bu cahili devletler, bugün İsrail terör devleti ve hâmisi ABD ile şu veya bu biçimde işbirliği içindedirler.

Bu sebeple biz Müslümanlar, bir yandan, İslam düşmanlığı ortak paydasında toplanarak mazlum kardeşlerimize azgınca saldıran bu küresel korsanlara ve bölgemizdeki uzantılarına (İsrail terör devletine ve despot yönetimlere) karşı Filistin halkının yanında yer almalı, topyekun yardım ve destek seferberliği içinde olmalıyız. Diğer yandan da, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Haram neden işgal altındaysa ümmetimizin de aynı sebeple bu zulüm ve zillete duçar olduğunun bilinciyle, bu hale yol açan asıl sebebi idrak etmeli ve bu hali ıslah için harekete geçmeliyiz.

Bu sebeple kendimize sormalıyız; birinci kıblemiz Mescid-i Aksa ve Kudüs neden 65 yılı aşkındır işgal altında? Aynı şekilde en önemli mescidimiz sürekli kıblemiz Mescid-i Haram ve hicret diyarının Mescid-i Nebevi’si neden yaklaşık bir asırdır Suudi çetesinin işgali altında ve neden bir türlü kurtulamıyorlar? Hemen ikinci bir soru daha soralım; ümmet neden yüzyıllardır bunca zulüm ve zilletin kuşatması altındadır. Bir başka soru daha; Mescid-i Aksa ve Mescid-i Haram Müslümanlar için neden mübarek ve değerlidir? Ümmet  daha önce neden izzetlidir, neden galip ve muzafferdir?

İşte tüm bu soruların cevabında hep Kur’an vardır, Hablullah’a topluca sarılıp sarılmamakla ilgili halimiz, tercihlerimiz vardır. Çünkü Allah bu mescidleri mübarek kıldığını Kur’an’da beyan etmiştir de ondan, yani Kur’an’daki bu beyan sebebiyle Mescid-i Aksa ve Mescid-i Haram mukaddestir, değerlidir. Aynı şekilde Ümmete izzet ve şeref, anlam ve değer kazandıran da aynı kitap Kur’an-ı Kerimdir. O zaman apaçık bir şekilde ortaya çıkıyor ki,  Mescid-i Aksa’nın ve Mescid-i Haram’ın işgal altında olmasının sebebi de, ümmetin zulüm ve zillet altında olmasının sebebi de aynıdır. Ümmet uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı mehcur/terk edilmiş bırakarak, Resulün ve ilk Kur’an neslinin güzel örnekliğinden, mücadele sünnetinden uzaklaşıp önce geleneksel cahiliyeyi üreterek, sonra da modern cahiliye ile uzlaşarak, Allah’ın yardımına müstahak olacak halini kaybetmiştir. Bu süreçte tevhidi niteliğini ve vahdetini kaybederek parçalanmış, birliğini, zindeliğini ve gücünü kaybederek sömürge olmaya, zulüm altına girmeye ve zillete sürüklenmeye müsait hale gelmiştir.

Ümmet, Mehcur Bırakılan Kur’an’a Yeniden Dönüp

Vahiyle Dirilerek İzzeti ve İlahi Yardımı Hak Etmeli

– Evet, mehcur bıraktığımız Kur’an’a yeniden hicretle ümmeti vahiyle inşa edip ilahi yardımı hak etmeliyiz. Evet, hem öncelikle Ümmetin izzetli günlere dönmesi de, sonra ümmetin onuruyla özdeş olan Mescid-i Aksa ve Mescidi-i Haram’ın kurtuluşu da mehcur/terk edilmiş bırakılan Kur’an’a dönmekle birebir ilişkilidir. Yani Ümmetin onuruyla özdeş olan mübarek mescidlerin kurtuluşu, öncelikle Ümmetin kurtuluşu ve izzetli günlere dönmesine bağlıdır. Bu sonuç ise, yaşanan zillete düşmeye yol açan Kur’an’ı ve sünneti terk etmeye dair büyük sapmadan dönülmesine bağlıdır. Ümmetimiz tarihsel süreçte üretip tutunduğu ve kendisini zillete düşüren cahiliye iplerini bırakıp, Hablullah olan Kur’an’a yeniden topluca (vahdet halinde) sarılmayı başarabilir ve kendisine şerefini getiren vahiyle yeniden inşayı gerçekleştirebilirse, izzetli ve onurlu günler inşallah geri gelecek ve tevhid akıdesinde vahdetini sağlamış, “Hizbullah” olma vasfı kazanmış ümmete Allah’ın izni ve yardımıyla hiçbir güç galip gelemeyecektir.

Allah’ın yardımına müstahak olmadan  galibiyet ve kurtuluş yoktur. Bugün İslam coğrafyasında yaşayan ümmet bakiyesi yığınların, bu parçalanmış, dağınık ve güçsüz halleriyle Filistin’deki vahşi işgale son verip Kudüs ve Mescid-i Aksa’yı Siyonist kuşatmadan kurtarmaları mümkün değildir. İlahi yardımın devreye girmediği sadece beşeri düzlemde cereyan eden bir mücadelede, örgütlülüğü, silah gücü, savaşçı sayısı, teknik imkanları ve mücadele azmi ve fedakarlığıyla orantılı olarak tarafların birbirine galebe çalması söz konusu olabilecektir. Yani bölge halklarının hiç değilse beşeri güç olarak, ABD ve İsrail vampir devletlerinin elindeki büyük silah gücünü aşan bir güce sahip olmaları, en az onlar kadar örgütlü ve gayretli olmaları gerekmektedir ki, onları mağlup edebilsinler ve bölgeden kovabilsinler, zulümlerine, sömürülerine işgallerine son verebilsinler ve böylece İslami anlamda olmasa da beşeri özgürlükler bağlamında görece bir rahatlamaya kavuşabilsinler. Çünkü beşeri güce dayalı mücadele düzleminde silah ve insan gücü, örgütlenme ve teknik düzeyi yüksek olanı ve tabii ki bunları iyi kullanarak en çok çalışanı diğerine galebe çalacaktır.

Günümüz şartları içinde bölge halklarının söz konusu beşeri anlamda yeterli bir güce ve imkana sahip olmama gerçeği sebebiyle bu mümkün olmadığından ve yakın gelecekte de mümkün görünmediğinden, üstelik de beşeri düzlemdeki bu mücadeleyi sürdürmesi beklenen bölge yönetimlerinin neredeyse tamamı (Mısır, Ürdün, Suriye, Suud, Körfez, BAE, Irak, Yemen, Bahreyn, Katar vb) ve Türkiye ile İran gibi görece bağımsızlık iddiası taşıyanları bile, ABD-AB-Rusya ve Çin gibi batılı ve doğulu emperyalistlerin işbirlikçisi konumunda olduklarından dolayı, mücadeleyi ilahi yardımın devreye gireceği bir düzleme çekmek bu açıdan da bir zorunluluktur. O halde bilinmeli ki, hem bu büyük teknolojik güce karşı galebe çalınabilmesi ve hem de birinci ve ikinci kıblemiz Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün vahyin egemenliğine tekrar kavuşmaları anlamında gerçek bir kurtuluşu yaşayabilmeleri, ancak ümmetin vahiyle yeniden inşasıyla Allah’ın yardımına müstahak halini yeniden kazanması sonucunda imkân dâhiline girebilir. Çünkü ancak bu halde Allah vaat ettiği yardımını göndermekte ve ancak bu ilahi yardımla, çok az ve çok güçsüz topluluklar nice güçlü topluluklara galip gelebilmektedir. “Nice sayıca az topluluklar, Allah’ın izniyle nice sayıca çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir.”[8]

Ancak bilinmelidir ki, Allah’ın vadettiği yardıma müstahak olmak için sadece Müslüman olmak yetmez. Müslüman olmakla beraber vadedilen ilahi yardımı hak edecek derecede bir fedakarlıkla Müslümanların kendilerine düşen sorumlulukları tam bir adanmışlıkla yerine getirmeleri gerekir. İlahi yardımın gelebilmesi için, öncelikle Allah yolunda “meta nasrullah” diyecek kadar zorluklarla sınandıkları halde tevhidi mücadele azmini ve stratejisini sürdürmekte, ilkelerine sadakatte ve sorumluluklarını yerine getirmekte ısrarcı ve azimli olmaları gerekmektedir.

“Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır“.[9]

Bu sebeple Bedir’de, Müslümanların Resulün(s) çevresinde kenetlenip Allah yolunda cihad için “kurşunla kaynatılmış binalar” misali kenetlenip saf tutarak savaştıkları[10], üzerlerine düşen sorumlulukları büyük bir adanmışlık ruhuyla fedakârca yerine getirdikleri için ilahi yardım geliyor ve sonuçta beşeri anlamda daha güçsüz ve sayıca daha az bir topluluk, zahiren çok güçlü ve sayısı çok olan bir topluluğa karşı muhteşem bir zafer kazanıyorlar.

“Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler”.[11]

Ama aynı Müslümanlar Uhud’ta sorumluluklarını yerine getirmekte zaaf gösterince ilahi yardım gelmiyor ve mağlup oluyorlar. Çünkü Resulün(s) bir amaçla görevlendirdiği okçular, savaş bitti zannıyla, Resulün izni olmadan, dünyevi çıkar (ganimet) peşine düşerek görev mahallerini, mevzilerini terk edip düşmanın arkadan saldırısına açık alan bırakmışlardır. Bugün de Müslümanlar, Resulün mücadele sünnetini, yöntemini esas almayarak, bıraktığı yoldaki işaretlere dikkat etmeyip, aceleyle batıl sistem içi kazanımlar, görece özgürlükler ve iktidarlar peşine düşerek, ilkesiz biçimde batıl sistem içine dalarak Uhud’taki okçular misali sorumluluklarını, görevlerini ve tevhidi mücadele stratejisini terk ettikleri için ilahi yardıma müstahak olamıyorlar. Bu sebeple Allah’ın dininin yardımcıları olma pozisyonları da zaafa uğramakta ve sonuç hüsran olmaktadır.

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”[12]

Eğer iman edenler olarak biz, Allah’ın dinini ana kaynağından Kur’an’ı hakkıyla okumak suretiyle öğrenip iman eder, İman-amel bütünlüğü içinde yaşarsak, Kur’an’la ahlaklanırsak, birey mü’minler ve vasat ümmet planında vahyin şahidliğini yapma sorumluluğumuzu gerçekleştirirsek ve merhametle, sorumluluk bilinciyle bu aydınlatıcı, kurtarıcı mesajı bütün insanlara yaymaya çalışırsak ve böylece O’nun dininin yardımcıları olmayı başarabilirsek, yani üzerimize düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirip Allah’ın razı olacağı konuma gelebilirsek, işte ancak o zaman bize çok yakın olan Allah’ın yardımı üzerimize yağacak, sonuçta da galibiyet ve izzet mü’minlerin olacaktır inşaallah.

“Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır (Hizbullahtır).”[13]

“Allah size yardım ederse, size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, o zaman sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.”[14]

Demek ki, önce Allah’ın yardımına müstahak olmayı sağlayacak bir vahiyle diriliş, inşa sürecini yaşamak ve Allah yolunda cihad ve şehadet bilinciyle adanmış bir mücadelede, tevhidi istikameti, nebevi yöntemi takipte fedakar, ısrarcı ve istikrarlı olmak gerekmektedir. Allah’ın dinini, ana kaynağından öğrenip, iman edip, hayata hâkim kılan mü’minler, velayet bağı ile Allah(c), Rasulü(s) ve mü’minler arasında kopmaz bir bağ ve bütünleşme sağlayarak vahdet oluşturup Hizbullah (Allah taraftarı) vasfı kazandıklarında, İslam ümmeti vahiy ekseninde bir dirilişle ortaya çıktığında Allah’ın vaat ettiği yardım mutlaka gelecek ve Allah yardım ettiğinde de bu ümmete kimse galip gelemeyecektir. Rabbimiz Şuara 227. ayette de, iman edip salih amel işleyenlere, Allah’ın zikrini tüm hayat alanlarına hakim kılmak için çaba gösterenlere (hiç bir hayat alanını Allah’tan soyutlamayan, Allah’ı unutmayan, bütün hayat alanlarında Allah’ı anarak hareket edenlere[15]) ve zulmedenlere karşı yardımlaşıp Allah yolunda tevhid ve adalet mücadelesi verenlere yardım edeceğini ve işte o zaman “zalimlerin nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerinin” müjdesini vermektedir.

“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir”.[16]

Bütün bu ayetler açıkça ortaya koymaktadır ki, Allah’ın yardımı hak edildiğinde vadedilen ilahi yardım gelmekte ve sonuç Müslümanların zaferi olmaktadır. Bu yardım sonucu gelen zaferle Medine’de İslami adalet devleti kurulmakta, Mekke’nin fethi gerçekleşmekte ve insanlar vefc fevc İslam’a girmektedirler. İşte Resulullah(s) ve ilk Kur’an nesli adanmış bir teslimiyet ve fedakar bir mücadele sonunda bu ilahi yardımla zafere ulaşmışlar ve Mekke’nin fethi sonrası inen Nasr suresi ile bu hususun altı çizilerek, mü’minler ancak Allah’ın yardımı sonucu bu zafer ve fetihle şereflendiklerinin bilinciyle Rablerine hamd etmeye, O’nu tesbih etmeye ve O’ndan mağfiret dilemeye davet edilmişlerdir.

“Allah’ın yardımı ve (fethi) zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir”.[17]

Eğer bugünkü ümmet de Rasulün önderliğindeki bu ilk Kur’an neslinin örnekliğinde olduğu gibi ilahi yardımı hak ettiğinde, Allah’ın yardımı ve fetih (zafer) yine gelecektir. İşte ümmetin onuru Kudüs ve Mescid-i Aksa’da ancak o zaman, yani ümmet Hizbullah vasfı kazandığında gerçek anlamda kurtulma imkânına kavuşacaktır. Çünkü daha önce ifade edildiği üzere ümmet, bozulma süreci sonunda içine sürüklendiği cahiliye kültürü sebebiyle, vaat edilen bu yardıma müstahak halini kaybettiği için, Allah da yardımını kesmiş ve işte bu sebeple mağlubiyet ve zillet kalıcı hale gelmiştir.

– Evet, ümmet Kur’an’a topluca sarılıp vahdetini ve izzetini tekrar kazandığı ve Allah yolunda üzerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirdiği gün inşallah Allah’ın yardımı gelecektir. İşte o zaman ikisi de kuruluşlarından itibaren hep mazlum yerli halkların kanlarıyla beslenen vampir devletler olan ikiz terör devletleri Amerika ve İsrail de, onların destekçisi olan diğer emperyalist güçler ve bölgedeki işbirlikçileri de bu kadar cüretkar ve cesaretli olamayacaklardır. İşte tüm bu zalimler, katiller, işgalciler, ümmet Kur’an’a yeniden sarılıp Allah’ın yardımına ve izzete kavuştuğu gün, inşallah kaçacak delik arayacaklardır. Çünkü hadlerini bildirip terbiye edecek, gerektiğinde cezasını verip cehenneme uğurlayacak İslam Ümmeti Allah’ın vaat ettiği yardımını hak ederek, O’nun izniyle mutlaka galip gelecektir.

Ümmetin onuruyla özdeş olan ve işgal altında bulunan üç mübarek mescidimiz de işte o zaman yine Allah’ın izni ve yardımıyla kurtulacak, tekrar Kur’an’ın gölgesinde Mü’minlere kucak açmaya devam edeceklerdir. Filistin, Suriye ve Mısır halklarını katleden, mübarek Mescidlerimizi işgal altında tutan terörist İsrail’in de, despot Baas  rejiminin de, katil Amerika’nın da, onların köpeği olan Mısırlı darbecilerin ve Suudi çetelerinin de zelil olduğu, ağır yenilgiler aldığı görülecek, bölge halklarının üzerindeki tahakküm ve zulümleri inşallah son bulacaktır. Allah’ın ve tüm lanet edicilerin laneti bu zalimlerin, emperyalistlerin, işgalci Siyonistlerin üzerlerine olsun inşallah.

Biz Müslümanlara yakışan, çok kısa olan dünya hayatının süslerine kapılarak, makam, mevki, kredi, ihale uğruna İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermek, dünyevileşmek değil, ne pahasına olursa olsun ve hangi şart altında olursak olalım, yaratılış gayemize uygun davranmak, sadece Allah’a ibadet etme bilinciyle, Kur’an’ın aydınlatıcı ve inşa edici mesajını halkımıza ve tüm dünya insanlığına taşıyarak, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelemizde ısrarcı olmaktır.

O halde sadece Allah’a kulluk yapmaya dair büyük sorumluluklarımızı idrak edip, ilk Kur’an nesli misali bir Kur’an nesli inşa etmek üzere, ölüm bize gelene kadar, Kur’an’ı ve Rasulün(s) güzel örnekliğini rehber edinen Kitap eksenli sahih bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeliyiz. Allah yolunda, istikameti bozmadan, din konusunda asla uzlaşmadan ve tavize yanaşmadan yürümeliyiz. Bu uzun soluklu yürüyüşümüzü, büyük bir azimle ve bıkmadan, usanmadan yılmadan devam ettirmeliyiz. Ancak böylece vahyin şahitliği, hakkı tavsiye, Kur’an’la büyük cihad ve topluma karşı tebliğ, ıslah ve tevhidi inşa sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebiliriz. Bu sebeple, İslami kimlik ve ilkelerimize zarar verecek batıla ait yollara bulaşarak vahyin arı duru mesajını bulandırma vebalini yüklenmemeliyiz. Kudüs ve Mescid-i Aksa için slogan atarken Kur’an’a aykırılıklara prim kazandıracak uzlaşmalara, pragmatizmin çürütücü, kirletici, istikameti saptırıcı yollarına savrulmamalıyız. Bilmeliyiz ki, Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e anlam ve değer kazandıran, orayı bizim için mübarek kılan da Kur’an’dır. Bu sebeple, Kur’an’ı ihmal ederek ya da Kudüs için kurulan ilişkilerde Kur’an’a aykırılıklara müsamaha göstererek Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kurtuluşu davasına da hizmet edilemez. Kudüs de gerçek anlamda, ancak ümmetin Kur’an’a bağlılığı ve bu konudaki tavizsizliği sağlandıktan sonra ve ancak ümmetle birlikte kurtulabilecektir.

Bu sebeple biz, bir yandan Filistinli kardeşlerimizin yanında yer alarak, hepimizin adına en zor şartlarda sürdürdükleri onurlu direnişlerine (cihadlarına) destek vermeliyiz, diğer yandan da, aslında ümmetin de Kudüs’ün de kurtuluşuna vesile olacak Kur’an nesli projesiyle ümmeti vahiyle yeniden inşa etme hedefimize kilitlenmeliyiz. Geleneksel ve modern cahiliyenin etrafımıza ördüğü surları yıkarak, tüm cahili kuşatmaları aşarak, halkımızı/ümmetimizi zulümattan nura, karanlıklardan aydınlığa sıçratacak tevhidi mücadeleye adanmalıyız. Allah’ı hakkıyla takdir eden, Kur’an’ı hakkıyla okuyan, Allah’tan hakkıyla korkup/sakınıp takvayı hakkıyla kuşanan ve Allah yolunda hakkıyla cihada adanan, “Kur’an’la büyük cihad”ı hiç terk etmeyen onurlu bir mücadeleyi sürekli kılmalıyız[18]. Böylece, başka (batıl) yollarda dünyevi çıkarları hedeflemek ve hesabını mutlaka vereceğimiz ömrümüzü bâtıl alanlarda harcamak yerine, vahyin şahitliğini yapıp, Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanarak her şeyimizi Allah yolunda harcamalı, örnek ve tavizsiz bir mücadeleyle, sahih bir din anlayışını ve tevhidi bir mücadele yöntemini sahih bir gelenek olarak gelecek nesillere bırakmanın bilinci içinde davranmalı ve sadece Allah’ın rızasını hedeflemeliyiz.

Müslümanlar olarak bizlerin bugünkü büyük sorumluluğumuz; bir yandan ümmetimizi vahyin aydınlığında izzetli geleceğe taşıyacak tevhid yolunun taşlarını sabır ve azimle döşerken, diğer yandan da bu davanın topyekun ümmetin davası olduğu bilinciyle, hepimizin ortak davasını zayıf bırakılmış cılız omuzlarında onurla ve büyük fedakarlıklarla taşımaya çalışan Filistinli kardeşlerimizin yanında yer almaktır. Yani bir yandan vahiyle ümmeti yeniden inşaya daha fazla yoğunlaşmalıyız. Diğer yandan Filistin’de asimetrik kelimesinin bile izahta aciz kaldığı imkansızlıklar içinde hepimizin onurunu savunmaya çalışan ve yüzlercesi şehadete koşarak onurlu bir direniş gerçekleştiren kardeşlerimize maddi, manevi destek ve yardım gayreti içinde olmalıyız. Allah(c) onlardan razı olsun ve onların yardımcıları olsun, bizleri de bu fedakar kardeşlerimizin yardımcıları kılsın inşallah. Bunun için, başta dua olmak üzere, çok boyutlu maddi ve manevi yardım ve desteklerde bulunmamız gerektiğini idrak edip, gereğini büyük bir sorumlulukla ve ibadet bilinciyle yerine getirmek üzere sürekli bir seferberlik halinde olmalıyız.

[1]Bakara 2/27, Radd 13/25

[2]Hud 11/112

[3]Hud 11/113

[4]Kalem 68/8-9

[5]Araf 7/54

[6]Nahl 16/36

[7]Casiye 45/18

[8]Bakara 2/249

[9]Bakara 2/214

[10]Saf 61/4

[11]Enfal 8/65

[12]Muhammed 47/7

[13]Maide 5/55-56

[14]Ali İmran 3/160

[15]Haşir 59/19

[16]Şuara 26/227

[17]Nasr 110/1-3

[18]Bakara 2/121, Al-i İmran 3/102, Hac 22/78, Furkan 25/52

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.