BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Abant Konsili Nihai Bildirgesi ya da Allah’ın Ayetlerini Satış Sözleşmesi -1

Abant Konsili Nihai Bildirgesi ya da Allah’ın Ayetlerini Satış Sözleşmesi -1

Güzel örneğimiz ve önderimiz Hz. Muhammed’in tavizsiz, şahsiyetli, ilkeli mücadele ve uygulamasını gözardı edenler, örnek almayanlar, vahyin son derece net uyarı ve ikazlarını dikkate almayarak, hevalarına göre hareket edenler tarafından müslüman olmayanlarla yapılan uzun pazarlık ve tartışmalar sonucunda imzalanan Abant Bildirisi’ni, vahyin vazettiği ölçüler çerçevesinde değerlendirdiğimizde, gerçekleştirilen tahrifat ve sapmanın boyutları açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Peygamberimiz (s) ve ashabına yapılan zulüm ve işkencelerin çok küçük bir nispetine bile muhatap olmayan günümüzün cemaat liderleri, entelektüelleri ve akademisyenleri hemen çözülüyor ve savruluyorlar. Hem de, zulüm ve işkence sebebiyle değil, menfaat ve çıkarları uğruna savrulanlar, Allah’ın dinini feda edebiliyorlar.

Üstelik Peygamberimiz(s)’e yapıldığı gibi, şirk otoritelerinin İslam’a ve müslümanlara yönelik büyük vaadleri, uzlaşma teklifleri de söz konusu olmadan, bazı müslümanlardan şirk otoritelerine yönelik uzlaşma teklifleri götürülebiliyor.

Egemen güçlere götürülen bu uzlaşma teklifleri dahi, karşı taraf olmanın bilinci ile değil de, aynı tarafta olmanın, birlik ve bütünlük içinde bulunmanın vurguları yapılarak, şirk sistem ve devletini benimsedikleri ve onunla bütünleşmek, “devlet ve millet kaynaşmasını” sağlamak amacıyla hareket ettikleri ifade edilerek zillet içinde ve sığınmacı bir mantıkla gerçekleştiriliyor.

Abant Konsili’nde Temsil Sorunu ve Konjonktürün Etkisi

Abant Konsili, her şeyden önce 28 Şubat sürecinin baskıcı, yönlendirici, dışlayıcı terörünün egemen olduğu bir konjonktürde yapılmış olması hasebiyle, özgür olmayan insanların, özgür olmayan bir ortamda, egemenleri tatmin etmek, onlara yaranmak, kendilerinin onlardan farkları olmadığını vurgulayarak onlara sığınmak gibi zelil amaçlarına hizmet eden bir toplantı hüviyetini aşamamıştır.

Sistemle en azından pozitivizm, laiklik ve batıcılık ortak paydalarında buluşup, bütünleşen “aydın”larla birlikte, egemen güçlere uzlaşma teklifi hazırlanmış, bu amaçla Allah’ın dini tahrif edilmek istenmiştir.

Diğer taraftan bu toplantıda taraflar belirsizdirler, yetkisizdirler. Ayrıca ehil de değildirler. Ait olduklarını iddia ettikleri camiaları temsil etme ehliyet ve kabiliyetleri olmadığı gibi, böyle bir görevlendirme de söz konusu olmamıştır. Arkalarında müntesip olduklarını iddia ettikleri camiaların desteği kesinlikle bulunmadığı halde, sanki toplumun tamamının sözcüleri imişcesine büyük ve mesnetsiz iddialarla ortaya çıkmışlardır.

Uzlaşmak istedikleri sistem ve egemen güçler dahi onları bağımsız bir karşı taraf olarak söz söylemeye, konjonktürün ezen, yönlendiren etkisinden soyutlanmış bir açıklık ve netlikle, özgür bir biçimde kendini ve görüşlerini tanımlayarak teklifler üretmeye ve böylece de kendisiyle anlaşma yapmaya yetkili görmemektedir. Bu anlamda sistem, müslümanları kaale almamakta, sadece kendisine ve resmi ideolojiye kayıtsız şartsız tabi olmaktan başka bir imkan da tanımamaktadır.

Sistem onları kendi köleleri, özgür olmayan tebâsı değil de, kendisinden bağımsız karşı taraf olarak kabul edip, kaale alsaydı ve özgür bir ortamda bu karşı taraf ile Abant toplantısı yapsaydı dahi, yine de İslam adına böyle bir uzlaşmayı yapmak yetkileri yoktur. Ancak müslümanları temsil edebilen yetkililer, bağımsız ve özgün kimliklerini rahatça ibraz edebilecekleri özgür bir ortamda ve mazlumların hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasına yönelik bir anlaşma yapabilir ve ancak bu muhtevaya sahip bir belgeyi birlikte imzalayabilirlerdi.

Abant toplantısında ise kendi kimliğini ve inancını açıkça ifade etmekten bile çekinen, kendilerini baskı altında hisseden bazı “müslümanlar”, müslüman olmayanlarla İslam’ın ne olup ne olmadığı veya Allah’ın hakimiyetinin sınırlarının ne olması gerektiği hususunda pazarlık ve uzlaşma yapıyorlar. Bu aslında kendini ve haddini bilmezliktir. Allah’a rağmen ortaya konan büyük bir cüretkârlıktır.

Ateistlerin, Laiklerin, Müşriklerin İslam’ı Yeniden Tanımlamaya Kalkışmaları Ahlaki de Değildir

Böyle bir eylem son derece çirkin, bâtıl ve haksız bir davranış olduğu gibi aynı zamanda gayri ahlakidir. Allah’a inanmayan ateistlerin veya Allah’a şirk koşan sağcıların, solcuların, laiklerin, demokratların, ulusçuların, ulus devleti kutsayanların, “milliyetçi, muhafazakar” entelektüel ve akademisyenlerin bizim de müntesibi olduğumuz Allah’ın dini üzerinde söz söylemeye, üstelik onun hudutlarını belirlemeye ne hakları vardır?

Onlar kim oluyorlar da bizim dinimizin laiklik ve demokrasi ile bağdaşacağını iddia edebiliyorlar? Bizim dinimizin esaslarını, hudutlarını belirlemek onlara mı kaldı?

Onların bizim dinimizi yeniden tanımlamaya, revize etmeye hak ve yetkilen olmadığı gibi, bizim de onların din ve ideolojilerini kendimize göre tanımlama, belirleme hak ve yetkimiz olamaz.

Herkes kendisini özgür iradesiyle tanımlamalı ve diğeri de onu o haliyle kabul etmeli, müdahale edip, değiştirmeye kalkmamalıdır. “Hayır senin dinin veya ideolojin o değil de budur” demeye kimsenin hakkı olamaz.

Üstelik İslam’ın sabitelerini, değişmezlerini, akidesinin esaslarını, muhkem nassları yeniden belirlemek, yeniden tanımlamak noktasında müslümanlar dahi özgür ve yetkili değilken, müslüman olmayanlar hangi hakla bildiri yayınlayıp İslam’ın sabitelerini değiştirmeye, tahrif etmeye kalkıyorlar?

Bizler Kur’an’la tamamlanmış ve onun pratiği sahih sünnetle belirlenmiş bir dinin müntesipleriyiz. Kimseyi de bu dine girmeye zorlamamaktayız. İşine gelmeyen, hevasına uygun gelmediği için rahatsız olan varsa bu dine girmeyebilir. Hasbelkader girmişse de terk edebilir. Ama hem bu dinin müntesibi olarak kalayım, hem de bu dini kendi hevama, yaşantıma, nefsani tercihlerime uydurayım, günün modasına veya çıkarlarıma göre yeniden tanımlayayım, temel esaslarını değiştireyim demeye kimse kalkışamaz. Bu dürüst ve ahlaki bir yaklaşım da değildir.

Mü’minlerin Dinin Sabiteleri Alanında Farklı Bir Tercih Özgürlüğü Yoktur

Dinin, sabiteleri, değişmezleri alanında, muhkem nasslarla belirlenmiş ilke ve ölçülerinde kimse yeni bir şeyler söyleyemez, bunları değiştirmeye teşebbüs edemez.

Mü’minlerin, Allah ve Rasulü’nün hükme bağladığı herhangi bir konuda yeni bir tercih yapma hak ve özgürlükleri yoktur.

“Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.”1

İslamiyet teslimiyet demektir. Allah ve Rasulünce vaazedilen hükümlere teslimiyet esastır. Hiçbir mü’min, nasslara itiraz edemez, kendince değiştirmeye veya nass olan hususta farklı tercihte bulunmaya kalkışamaz.

Allah’a ve Rasul’e itaat mü’min olmanın en temel gereğidir.2 Allah’a ve Rasulü’ne itirazı, isyanı ortaya koyarak nasslar alanında, sabitelerde farklı tercihler yapmaya kalkışmak veya nasslara ve Rasulullah (s)’ın uygulamasına mutabık olmayan arayışlara, uzlaşmalara yönelmek mü’minlik vasfından sıyrılmak, teslimiyeti terk etmek demektir.

Mü’minler, ancak içtihad alanında, fakat yine de nass’lann ışığında ve nasslara aykırı düşmeden, yeni açılımlar ve yeni içtihadlarla günün ihtiyaçlarına, sorunlarına çözümler üretebilirler. Açık nass olan konuda ise içtihada gerek olamaz.

Hele hele bâtıla müntesip olanların, içtihad alanına giren hususlarda dahi söz söylemeye, İslam hakkında konuşmaya, kararlar almaya hiçbir şekilde hak ve yetkileri yoktur.

Bâtılın müntesipleri, yani müslüman olmayanlar, laikler, demokratlar, kemalistler, ulusçular sadece bizim tebliğ muhataplarımızda. Merhamet ve adaletle, onlara da ulaşmaya, kurtuluş yolunu göstermeye çalışırız. Ancak onlarla, değil Abant’ta yapıldığı gibi dinimizin sabiteleri alanına dahil konuları, içtihad alanına giren hususları bile istişare edip, uzlaşmalar yapamayız. Dinimizin ilkeleri, ölçüleri, nassları konusunda, dinimizin ne olup ne olmadığı hususunda birlikte tartışmalar yapıp konsensüse varmamız akıldan bile geçirilemez. Biz sadece onlara dinimizi tebliğ ederiz, ister kabul eder ister red. Dinde zorlama yoktur. Herkes tercihlerinin hesabını verecektir.

Bizim dinimizle ilgili konular, içtihad alanına giren hususlardaki görüş farklılıklarımız, iç sorunlarımızdır. Ancak müslümanların ehil ve yetkili şahsiyetleri arasında istişare edilip bir karara bağlanabilir. Diğerlerine ise varılan sonuçlar açıklanmakla yetinilir.

Abant ise, konjonktürün tesirinde, egemen laik, kemalist güçlerin yönlendirmesine açık kimselerce tertip edilmiş ve müslüman olmayanlarla İslam’ın nassları üzerinde tartışma ve uzlaşmaya yönelik bir toplantıdır. Bin türlü dünyevi hesap ve “gemi” edebiyatı ile gelişen devletçi, Türkiyeci bir yaklaşımın, sistemin “ulusal din” oluşturma çabalarına bir katkısı hüviyetindedir.

Şimdi de böyle yanlış bir toplantının sonucunda ortaya çıkan ve müslümanlarla müslüman olmayanların birlikte imzalayıp, üzerinde uzlaşmaya vardıkları Abant Bildirisi’nin muhtevasına bakalım.

16-19 Haziran “1. Abant” Konsili Sonuç Bildirgesinin Tahlili

Katılan müslümanlarla, müslüman olmayanları taraf olmaktan çıkarıp, aynı görüşler üzerinde uzlaştıran ve en azından bu bildirideki hususlarda bütünleştirip tek taraf haline getiren sonuç bildirgesinde yer alan maddeleri teker teker ele almaya çalışalım.

Bildirgenin girişinde şu cümleler yazılıdır: “Biz özellikle din, devlet ilişkileri ve laiklik ekseninde düğümlenen derin bir bunalım içinden geçtiği görüntüsü veren Türkiye’nin bir grup aydını olarak Abant’ta bir araya geldik ve aşağıdaki noktalarda uzlaşmaya varmanın yararlı olacağı üzerinde görüş birliğine vardık”.

Rasyonalizme Kapı Aralayan Madde

“1- İslam’a göre temel amacı, insanları, dünya ve ahiret hayatında, iyilik, güzellik ve mutluluğa ulaştırmak için yol göstericilik olan vahy akla hitap eder ve onun tarafından anlaşılıp yorumlanmasını ister. İslam düşünce tarihinde aklın önemini küçümseyen bazı anlayışlar olmasına rağmen, hakim çizgi vahy ile akıl arasında bir zıtlık bulunmadığıdır. Vahyin anlaşılması ve yorumlanması hususunda her inanmış insana, düşünce gücü ve bilgisi ölçüsünde sorumluluk düşmektedir. Her mü’min aklını kullanmak zorundadır. Hiçbir fert veya zümre dinin anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilahi bir yetkiye sahip olduğu iddiasında bulunamaz”

Bu sözler, söyleyenin bulunduğu yere göre farklı anlamlandırılabilir. Bunları söyleyenlerin durdukları yer hiç şüphesiz büyük önem arzeder. Bunlar salt müslümanların kendi aralarında yapılan bir toplantının sonuçlan olarak ifade edilseydi, hiç şüphesiz zor da olsa lehlerine tevil edilmeye çalışılırdı. Ancak ne yazık ki bu bildiri rasyonalist, laik, pozitivist aydınlarla kendilerini İslam’a nisbet eden aydın ve akademisyenler arasında imzalanan bir uzlaşma metnidir. Bu sebeple de bu sözlerin tevil imkanı kesinlikle ortadan kalkmaktadır. Böyle bir tevili hak etmiş de değildirler. Herhalde pozitivist, rasyonalist aydınlar, vahyin emrinde bir aklı kabul ediyorlar diye yorumlanamaz. Onların saflarında durarak bunları söyleyenlerin de rasyonalizme kaymış oldukları şeklinde anlaşılması en isabetli olandır. Nitekim rasyonalistlerce de böyle anlaşılmış ve böyle takdim edilmiştir. Milliyet gazetesi de böyle anlayarak, bu bildirge ile İslam’da ilk kez “rasyonalizm”in kabul edilmiş olduğunun müjdesini vermiştir.3

Bu maddenin muhtevası, üslubu, akıl-vahiy ilişkisindeki özgürlüğün sınırları hususunda vahyin belirleyiciliği konusunun hiç söz konusu edilmemesi, laik, pozitivist aydınları, rasyonalistleri, egemen güçleri aşırı derecede rahatlatmış ve memnun etmiştir. Çünkü madde bütünüyle ele alındığında rasyonalizme yeşil ışık yaktığı imajı son derece kuvvetlidir. Aklın, vahyin emrinde olduğu, nihai anlamda aklın öngördüklerinin değil de vahyin vazettiklerinin belirleyici olduğu bu madde metninden kesinlikle çıkarılamaz. Tam tersine bu bildirinin rasyonalistlerle, laiklerle birlikte bir uzlaşma metni olarak hazırlanması, cümlelerinin kuruluşu ve akla yapılan vurgular karşı tarafı rahatlatmak için böyle yapıldığı imajını vermektedir.

Oysa her müslüman bilir ve inanır ki, gayet tabii Kur’an’ın hükümleri gereğince, her mü’min akletmek, vahyi idrak etmek, anlamak için aklını kullanmak, düşünmek, tefekkür etmek mecburiyetindedir. Bu anlamda akıl son derece önemlidir. Hatta “aklı olmayanın dini olamaz” denilmiştir. Çünkü sorumluluk, yükümlülük ancak akıl sahipleri için vardır.

Kur’an’ın akletmeye, aklını kullanmaya vahyi anlamak için aklın kullanılması gerekliliğine vurgusu bu kadar açık, net ve bilinir durumda iken, bu birinci maddenin bu tarzda düzenlenmiş olmasının tek amacı, rasyonalizme kapı aralayarak, laiklerle, rasyonalistlerle, pozitivistlerle bir uzlaşma imkanı sağlamaktır.

Sonra böyle bir toplantıda “vahy ile akıl arasında bir zıtlık bulunmamaktadır” ifadesi son derece çarpıcı bir şekilde şunu söyler gibidir: “Aklı esas alanlar, rasyonalizmi öne çıkarıp aklı İlahlaştıranlar bilsinler ki, bu durumda zaten onlar da vahye uygun davranmış olmakta ve herhangi bir sapma içinde bulunmamaktadırlar”.

Halbuki akıl hiçbir zaman vahyin ilke, ölçü ve değerlerini tam anlamıyla kendiliğinden yakalayabilme gücüne sahip bulunmamaktadır. Ancak “selim akıl” denilen önyargılarla şartlanmamış, kirlenmemiş akıl, vahyin ifade ettiği bazı güzellikleri, doğruları veya bazı kötüleri, yanlışları, “fıtrat”tan gelen yönelişle bulabilmektedir. Ancak bunlar vahyin ortaya koyduğu hayat tarzının tüm ilke ve ölçülerine ulaşmaktan çok uzakta ve cüz’i boyutlardadır. Zaten de bu sebeple Rabbimiz “Ben akıl verdim o halde benim sizden beklediğim davranış kurallarını aklınızla bulun ve imtihanı kazanın” dememiş, peygamberleri vasıtasıyla vahyini bize ulaştırmış, davranış kurallarımızı bizzat belirlemek ve bize ulaştırmak yoluna gitmiştir. Hatta bununla da yetinmemiştir. Vahy ile aklı karşı karşıya bırakıp istediğiniz gibi anlayıp, istediğiniz gibi uygulayın da dememiş, vahyi nasıl anlamamız ve nasıl uygulamamız gerektiğinin sınırlarını ve istikametini de peygamberlerinin güzel örnekliği çerçevelemiştir.

Bildirgenin 1. maddesinde “hiçbir ferd veya zümre dinin anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilahi bir yetkiye sahip olduğu iddiasında bulunamaz” şeklinde ifade edilen görüşe rağmen, Allah (c) Kur’an’da peygamberinin bizim için Kur’an’ın anlaşılması, açıklanması, yorumlanması ve uygulanması konusunda güzel bir örnek olduğunu ve bu konuda bir yetkiye sahip olduğunu vurgulamıştır. Allah peygamberinin bize ayetlerini okumak, bizi arındırmak, bize kitabı ve hikmeti öğretmek, bilmediğimiz şeyleri bize bildirmek üzere gönderildiğinin altını defalarca çizmiştir.4 Peygamber (s)’in bize, bizim de tüm insanlara şahidliğimizin önemini ve gerekliliğini vurgulayan pek çok ayet söz konusudur.5

Eğer akil ve vahy arasında bir zıtlık olmasaydı, akıl vahyin kontrol ve denetimi dışına çıktığında sapmasaydı veya akıl kendiliğinden hak ve doğrunun ölçü, değer ve sınırlarını tam olarak bulabilseydi, o zaman ne vahye ne peygamber örnekliğine ne de peygamberin bize, bizim de insanlara yönelik şahidlik oluşturmamıza gerek kalırdı. O halde ifade etmeliyiz ki, bir kere vahy aklın özgürlüğünü sınırlamakta, hayatın kurallarının ne olduğunu belirlemektedir. Akıl vahyi anlamak ve uygulamak için gerekli ve önemli bir araçtır. İkinci olarak akıl, vahyi anlamakta bile tamamen özgür değildir. Birçok konuda vahyin sahiciliğini yaparak bize örnekleyen Peygamber (s)’in anlayışı, açıklaması, yorumlaması ve uygulamasından yararlanmak durumundadır.

Abant Bildirgesi ise, peygamber örnekliğini de dışlayan bir ifadeyi kullanarak, “hiçbir ferdin dinin anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilahi bir yetkiye sahip olmadığını iddia etmek suretiyle “post-modern” “göreceli” Kur’an anlayışını kabul etmiş görünmektedir. Akıl, vahy ile özdeş hale getirilerek, adeta vahy olmadan da aktın doğruyu bulacağı anlayışını öne çıkarmak suretiyle ve akla aşırı vurgu ile ve vahyin nihai belirleyiciliğinden de hiç söz etmeden ortaya konan tutum rasyonalizmi meşrulaştıran bir imaj uyandırırken, “hiç kimsenin vahyi yorumlamada ilahi bir yetkiyle donatılmadığı” ifadesi içinde Rasulullah’ın ilahi misyonu da devre dışı bırakılarak, “Kur’an’ı, akıl yoluyla herkes kendisine göre anlayabilirin, yani göreceliliğin kapısı da ardına kadar açılmış olmaktadır. Böyle olunca da herkesin kendine göre bir Kur’an’ı ve kendine göre bir dini olabileceği sonucu çıkmaktadır.

Ayrıca bu bildirgeyi imzalayan “müslümanlar” bilmemekteler midir ki, akıl genelde “selim”, kirlenmemiş haliyle değil, daha ziyade önyargılarla şartlanmış ve kirlenmiş olarak bulunmaktadır. Ve bu sebeple de vahy ile akıl çoğunlukla zıtlık içinde ortaya çıkmaktadır.

Zaten Abant toplantısına katılan “İslamcı” aydın ve akademisyenlerin önemli bir kısmı, bu konuda sabıkalıdırlar. 1990’lı yıllar boyunca, birçok defa rasyonalist, pozitivist, laik aydınlarla birlikte bu anlamda ortak (!) bildirilere imza atagelmişlerdir.

Bunlardan bir tanesi de, “Helsinki Yurttaşlar Derneği”nin Sivas olayları akabinde yayınlamış olduğu Temmuz 1993 tarihli bildiridir. Bu bildirinin altına maalesef Mazlum-Der Genel Merkezi, bazı “İslamcı” aydınlar ve bazı “İslamcı” dergiler imza atabilmişlerdi.

Bu bildiride Abant bildirisini çağrıştıran şu cümleler yer almıştır;

“… Bağımsız bir aklımız ve özgür bir vicdanımız var. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu yargılamak için bunlar yeter. Bunları her türlü bağın önüne geçirmemiz gerekiyor”.

Görüldüğü üzere, bu cümlelerin altına imza atan “İslamcı” aydınların ve Mazlum-Der yöneticilerinin aklı dahi kendilerini kurtarmaya, doğruyu bulmaya yetmemiş, akıllarını esas alınca vahye aykırı bir yönelişle böyle bir bildiriyi imzalayabilmişlerdir.

“Neyin doğru neyin yanlış olduğunun” ölçüsünü ancak vahy belirlerken ve akıl da ancak vahyin koyduğu bu ölçüleri kavramaya ve hayata geçirmeye yönelik çabalarımız için önemli bir araçken, bu bildiride akıl ve vicdan vahiyden bağımsızlaştırılarak, nihai kararı verme noktasına getirilmiştir. Bu “akılcı”, “rasyonalist” bir yaklaşımdır. Vahy dahil, Allah’a ve Rasulü’ne bağlılık, itaat dahil, her türlü bağın önüne geçirilen akıl, doğru ve yanlışın ölçüsünü vazeden nihai otorite, yani ilah haline getirilmiştir.

Neyin yanlış, neyin doğru olduğunun yargılanmasında akıl yeterli görülünce, sapma kaçınılmazdır. Akıl ama kimin aklı?

“Mutlak akıl ya da ideal akıl pratikte varlığı söz konusu olmayan soyutlamadan ibarettir. Pratikte var olan ise, (şu insanın aklı ile öbür insanın) şu düşünürün aklı ile öbür düşünürün aklıdır. Meseleleri aklın ölçülerine vurma konusunda ise, herkesin ayrı bir yöntemi ve herkesin dış etkilerden uzak sandığı özel birtakım hareket şekilleri vardır. Halbuki o, bunları da yapınca kendi vehmine göre davranmaktadır”6. Yani aklın, üzerinde hiçbir otorite tanımaksızın, esas alındığı yerde, nevanın hakimiyeti, nefsin ilahlaştırılması gündeme gelmektedir.

Yahudi asıllı bir yazar olan Sartre, “Yahudi Sorunu” adıyla Türkçeye tercüme edilen “Yahudi Problemi Üzerine Düşünceler” adlı eserinde, rasyonalizmin yaygınlaştırılmasının önemini ve gerekliliğini şu gerekçeye dayandırıyor:

“İnsanlar dine iman ettikleri sürece yahudiler sadece yahudi olarak değerlendirilecekleri için katı bir ayrıma tabi tutulmaya devam edeceklerdir. Fakat din yeryüzünden kalkacak olursa ve insanlar karşılıklı ilişkilerini akıllarını esas alarak kurdukları takdirde, yahudinin aklı ile yahudi olmayanın aklı arasında bir fark kalmaz, o zaman yahudiler, yahudi oldukları için bir ayrıma tabi tutulmaz ve katı bir ayırım muamelesi görmezler. Yahudi olmayanlarla birlikte barış İçerisinde yaşayacaklardır”7.

Sartre’ın bu ifadesinde açıkça belirtildiği gibi, bazı müslümanlar da kendilerince “barış içinde bir arada yaşamanın” önünde engel olarak görülen vahyin ortaya koyduğu hükümleri aşabilmek veya onları tam özgür ve tam bağımsız bir akılla günün şartlarına uydurabilmek yetkisini elde edebilmek için, laiklerle aklı “doğru ve yanlışı tesbitte tek ve nihai otorite” olarak kabul etmek yolunda uzlaşmaktadırlar.

“Bütün delillerin işaret ettiği gerçek şudur ki; akıl, kendisine egemen olana itaat eden bir araçtan başka birşey değildir. Eğer ona doğru yolu, hidayeti bulmuş (Allah’a ve vahye teslim olmuş) ruh egemen olacak olursa, (yani akıl vahyin emrine girerse) o zaman mantığı da düşünüşü de doğruluk üzerinde olur; hidayetin güvenilir bir hizmetkârı olarak ortaya çıkar… Şayet akla, delalete sapmış olan (vahye karşı çıkan, Allah’a başkaldıran) ruh egemen olursa, yani akıl heva ve şehvetlerin emrine girdiği taktirde delaletin hizmetkârı olur ve üstelik bu tavrını temize çıkarmak ve ona gerekçe bulmak için en çetin şekilde mücadele verir”8.

O halde aklı vahye teslim olmuş, vahyin emrine girmiş olanlar ile aklı heva ve şehvetin emrinde olanların aynı bildirinin altına imza atarak aklı doğru ve yanlışı bulmakta tek ve yeterli ölçü kabul etmeleri nasıl mümkün olabilir? Böyle bir bildiriyi imzalayan müslümanların akıllarını hevanın emrine vermeden diğerleriyle böyle bir ortak paydada bütünleşmeleri hiç şüphesiz mümkün değildir.

Nass Olan Hususta Dahi Özgürlük İddiası

Bildirgenin 1. maddesinde oluşturulan akılcı, rasyonalist yaklaşımın hemen ardından 2. madde düzenlenmiş ve bu madde akılcılığın üzerine oturtulmuştur.

Zaten bildirgede yer alan bir önceki madde daima bir sonrakinin meşruiyetini sağlama, onun söylenmesini kolaylaştırma misyonu üstlenmiş gibidir.

“2- İslam’ın ilk dönemlerinde fonksiyonel akla önem verilmiş, hatta bazı nassların açık ifadelerine rağmen dinin ana maksatları ve zaruretler dikkate alınarak, hükümlerin farklı yorumları yapılabilmiş ve uygulamalara gidilebilmiştir. Bu çerçevede günümüz müslümanları da İslam dünyasının gündelik problemlerini çözüme kavuşturma yetkisine sahiptirler”.

Birinci maddede oluşturulan akılcı zeminin üzerine bina edilen bu ifadeler göstermektedir ki, bazı müslümanlar müslüman olmayanlarla işbirliği halinde, hakkında nass olan konularda dahi, vahyden soyutlanmış aklın istikametinde ve vahyin nasslarından farklı yeni tercihler yapmaya, onları bâtıl tercihlerine, hevanın arzularına uydurmaya yönelmiş bulunmaktadırlar.

Halbuki yıllardır söylenegelen temel fıkıh kaidelerinden birisi şöyledir:

“Mevridi nassda içtihada mesağ yoktur”, “Nass bulunduğu alanda içtihada imkan yoktur”.

Bu temel kaideyi, zaruretler gerektirdiğinde dinin ana maksatlarını dikkate alarak rasyonalist bir yaklaşımla hükümlerin farklı yorumlanması yoluna gidilebileceğini ifade ederek aşmaya çalışmaktadırlar.

İslam’ın ilk dönemlerinde bazı nassların açık ifadelerine rağmen bu yola başvurularak, farklı yorum ve uygulamalara gidildiği iddiası ise tamamen uydurma ve mesnetsiz bir iddiadan, hatta bir anlamda o döneme yönelik bir iftiradan ibarettir.

Abant toplantısına katılan bazı akademisyenlerin TVlerdeki açıklamalarından anladığımız kadarıyla, bu uydurma iddiaların Hz. Ömer zamanındaki üç örneğe dayandırmakdırlar.

Bunlardan birincisi zekat konusundadır. Bilindiği üzere zekat verilebilecek 8 gruptan bir tanesi de “kalpleri İslam’a ısındırılanlar”dır. Allah Rasulü (s) zamanından beri kendilerine bu tür zekat verilen Necidli İki kişi, Hz. Ebubekir’in halifeliğinde de ve artık İslam’ın güçlendiği bir dönemde, ona başvurarak bir arazinin kendilerine verilmesini istemeleri üzerine, Hz. Ebubekir bu araziyi onlara vermiştir. Buna rağmen Hz. Ömer müdahale edip, artık İslam’ın güçlendiği bunlara zekat verilmesinin gerekmediği gerekçesiyle engel olmuş, Hz. Ebubekir de ona uymuştur.9 Bu olayda zekat verilecek 8 grup arasından “kalpleri İslam’a ısındırılanlar” çıkartılmış ve Allah’ın hükmü değiştirilmiş değildir. Sadece müslümanların zayıf oldukları dönemde bu tür zekat verilen birilerinin bunu istismar ederek İslam’ın güçlendiği bir dönemde dahi zenginliklerini arttırma vasıtası haline getirerek yeni taleplerde bulunmalarına, bunu alışkanlık haline getirmelerine karşı çıkılmıştır. Gayet tabii birgün tekrar İslam’ın maslahatı gereği “kalpleri ısındırılması gerekenler'” söz konusu olduğunda, yine bu hükmün uygulanması söz konusu olabilecekti. Bu hüküm ne kaldırılmış, ne de değiştirilmiştir. Böyle birşeye kendisinin sadece vahye tabi olduğunu söyleyen Hz. Peygamber bile teşebbüs edemezken, nasıl olur da başkaları teşebbüs edebilir?

İstismar edilen ikinci örnek ise Hz. Ömer devrinde, bir dönem hırsızın elinin kesilmesi cezasının uygulanmaması meselesidir. Hz. Ömer’in bir kıtlık yılında açlığını gidermek için hırsızlık yapanlara ceza uygulamadığını anlatan bir rivayet söz konusudur.10 Allah; leş, kan ve domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan hayvanın etini yemeyi haram kılmış, açlık hali ve tehlikesi karşısında sıkıntıya giren, bu konuda hariç tutulmuş ve bunlardan zaruri olarak yiyenler bağışlanmıştır. Tıpkı bunun gibi kıtlık yılında açlık sebebiyle hırsızlık yapanlara el kesme cezasının uygulanmaması da, Kur’an bütünlüğü içinde karşılığı olan bir uygulamadır. Adaletle yönetmenin de kaçınılmaz bir gereğidir. Yoksa Allah’ın hükmü değiştirilmemiş, uygulamasına son verilmemiş, farklı bir yorum ve uygulamaya da yönelinmemiştir. Farklı yorum ve uygulamanın söz konusu olabilmesi için, Hz. Ömer’in bugün Abantçıların veya pek çok tarihselci akademisyenin yaptığı gibi, el kesme yerine “elin çizilmesi” veya “elin hırsızlıktan kesilmesi” yorum ve uygulamalarını getirmesi veya insancıl” olmadığı iddiası ile cezanın.nevinin değiştirilip de tazir cezası uygulamasına gidilmesi gerekirdi. Bugün bu rivayetleri istismar edenler, Allah’ın Rasulü’nün örnekliğini bile dışladıkları halde, Hz. Ömer’in bu tür birkaç uygulamasını istismar ederek, nassların açık ifadelerine rağmen yeni tercihler yapabilme özgürlüğünü elde etmek isteyenlerdir. Nitekim bunlar, cezalar alanında nassları aşmak isterlerken, miras hukukunda da Allah’ın hudutlarını yok saymaya, laiklik, demokrasi gibi bâtıl modelleri de içselleştirmeye çalışmaktadırlar.

Üçüncü ve en çok vurgu yapılan, en fazla istismar edilen örnek de şudur:

“İmam Ebu Yusuf’un Kitabü’l-Haraç’da açıkladığı üzere, Hz. Ömer savaşla fethedilen Irak toprakları ve halkı hakkında ganimetlerin bölünmesini isteyen Zübeyr, Bilal, Selman-i Farisi ve diğerleri gibi sahabeye karşı sahabelerin Şurasında Haşr 6-10. ayetleri delil göstererek, gelecek mü’minler de dahil olmak üzere bütün müslümanlar yararına halkın hür ve toprakların ellerinde haraç arazisi olarak kalmasına ikna etmiş olması”11 hadisesi bazılarınca saptırılmakta ve istismar edilmektedir. Böylece ifadesi açık bir nassa rağmen Hz. Ömer’in farklı bir yorum ve uygulama yapmış olduğu iddiası ile kendilerinin de bugün “ifadesi açık nass”lara rağmen farklı yorum ve uygulamalarla gündelik sorunlarına çözüm bulabileceklerini, vahyi nevalarına uydurarak cahili değer ve anlayışlarla uzlaştırabileceklerini ifade etmektedirler.

Halbuki Hz. Ömer’in savaşla fethedilen Irak topraklarını ganimet olarak dağıtmasını emreden kafi, açık ifadeli bir nass bulunmamaktadır.

Enfal Suresi 1. ve 41. ayetlerde böyle bir açık ifade yoktur. Bir kere ganimetin içine nelerin girdiği açık değildir. Mesela bazı alimlere göre fethedilen topraklar “enfal”, “ganimet” kavramı içerisine girmemektedir. Sadece savaş bineği, araç ve gereçleri vb. savaş meydanında elde edilenler ganimet olarak nitelendirilmektedir. Zaten Enfal ayetleri Bedir ganimetlerinin paylaşılması ile ilgili olarak nazil olmuş olup, Bedir’de toprak fethi söz konusu değildir. İkinci olarak savaş sırasında fethedilen toprakların üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunulması ite ilgili “açık ifadeli bir nass” yoktur. Rasulullah’ın bazı uygulamalarını dikkate almak suretiyle, Kur’an bütünlüğü içinde konuyla alakalı başka ayetler varsa, bunlar da dikkate alınarak mü’minlerin emirinin istişare sonucu vereceği nihai kararla tesbit edilecektir. Nitekim Hz. Ömer de bunu yapmıştır.

Üçüncü olarak ganimette hak sahibi olanlar haklarından feragat etmek, iade etmek istikametinde karar da verebilirler.

Dördüncü olarak, Hz. Ömer sahabilerin Şurası’nda Haşr ayetlerini delil getirerek sahabileri ikna etmiştir.

“… Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz.”12

“(Bir de o mallar) … Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir.”13

Bu ayetlerden savaşa katılmayan ve daha sonra gelecek olan fakir müslümanlara da ganimetten pay verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Ayrıca sadece savaşa iştirak edenlere Irak topraklarını dağıtsaydı, “malların, servetlerin yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olması” nasıl engellenecekti?

Savaşa iştirak etmeyen ve fetihlerin yapılmadığı daha sonraki dönemlerde gelecek olan, “Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlere”e pay verilmeyecek ve servetler belli ellerde temerküz etmiş olacaktı.

Hz. Ömer Haşr ayetlerinin bütün müslümanları kapsadığını, fethedilen topraklarda, sonra gelecekler de dahil, her müslümanın hakkı olduğunu bu ayetlere dayanarak ortaya koyuyordu.

Beşinci olarak, Hz. Ömer savaş yoluyla fethedilen toprakların savaşa iştirak edenlere taksiminin farz olmadığına, zorla fethedilen Mekke arazisinin Allah Rasulü (s) tarafından taksim edilmemiş olmasını da delil olarak getiriyordu.14

Görüldüğü üzere, iddia edildiği gibi açık ifadeli olmayan, yoruma açık ayetlerin Kur’an bütünlüğü dikkate alınarak başka ayetlerle birlikte açıklanması ve Rasulullah’ın güzel örnekliği çerçevesindeki uygulamalarının dikkate alınması sonucunda, vahy ile içice yaşayan, hayatları Kur’an olan ve Rasulullah’ın bizzat yetiştirdiği ashabının oluşturduğu Şûra’da yapılan istişare ile Irak topraklarının savaşa iştirak edenlere dağıtılmayıp, Irak halkının kullanımına bırakılması ve karşılığında bütün müslümanların ve İslam’ın hizmetinde kullanılmak üzere haraç alınması kabul edilmiştir.

İşte bu üç örneğin izahı budur. Buna rağmen, “açık ifadeli nass”lara bile riayet edilmeyip, “dinin ana maksatları ve zaruretler dikkate alınarak, farklı yorum ve uygulamalara gidilmiş” gibi göstererek, kendi sapma ve savrulmalarına meşruiyet kazandırmaya çalışanlar: hallerini, tutumlarını, eğilimlerini yeniden sorgulamalı ve Allah’ın dinine zarar vermekten vazgeçmelidirler.

Allah’ın Rasulü (s) dahi vahy ile bağımlı olduğunu, onda bir değişiklik yapmasının mümkün olmadığını15 beyan ettiği halde, “açık ifadeli nasslar” alanında dahi farklı yorum ve uygulamalar yapmaya kim kalkışabilir? “Açık ifadeli nasslar” alanında içtihad mümkün müdür? Hz. Ömer de bütün sahabi gibi açık ifadeli nasslara tam anlamıyla teslim olmuştur. Sadece açık olmayan, “ganimetlerin dağıtımı” konusunda, yine Kur’an bütünlüğüne sadakat göstererek başka ayetlerin yardımı ile ve Allah Rasulü’nün uygulamalarını da dikkate alarak içtihad etmiştir.

Ayrıca, Ahzab 36. ayet gereğince, Allah ve Rasulü bir meseleyi hükme bağlamışsa, açık ifadeli bir nass söz konusu ise, mü’min erkek ve kadınların başka bir tercih özgürlükleri yoktur. Buna rağmen, Allah ve Rasulü’nün açık ifadeli bir hükme bağladıkları konularda, muhkem nasslarda, sabitelerimizde bile yeni ve Allah ve Rasulü’nden farklı tercihler yapmak isteyenler, özgürlük iddialarını, azgınlık, tuğyan çizgisine taşıyarak Allah ve Rasulü’ne isyan noktasına doğru savrulduklarını bilmelidirler. Mü’min erkek ve kadınlar özgürlüklerini Allah ve Rasulü’ne teslim etmenin, hududullah çerçevesi içinde kalmanın bilincinde olmalıdırlar.

Eski alimlerin “zamanın değişmesiyle ahkâm da değişir” demek suretiyle kastettikleri “zamana uygun değişebilir şey” ise kendi içtihatları, rey ve fetvalarıdır. Yoksa Kur’an’ın açık ifadeli (muhkem) hükümleri değildir.

Hedefin, çağı İslam’a uydurmak olması gerekirken, gelinen noktada, maalesef, müslüman (ve dolayısıyla İslam) çağın basit, pasif ve edilgen bir izleyicisi durumuna getirilmek istenmektedir. İşte bu edilgen, tâbi konumundaki müslümanlar gündemlerine giren her modeli, kavramı, düşünceyi İslam ile uzlaştırmaya, içselleştirerek İslam’danmış gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Sınırsız bir özgürlük İddiası ile çağın cahili her değerini, cahiliyeye ait her düşünceyi benimsemeye yönelmektedirler. Hudut tanımaz bir özgürlükle azgınlaşarak, hakkında açık nass olan bir konuda bile, bu nass’lardan farklı yaklaşımlar geliştirmeye, cahili modellere ve onların gayri İslami ilkelerine meşruiyet kazandırmaya kendilerini yetkili görmektedirler. Çağı vahye göre değiştirmesi gerekenler, bu tür sapmalar sonucunda çağının cahili değerlerinin onaylayıcısı konumuna süreklenmektedirler.

(Devam edecek)

 

Dipnotlar

1- Ahzab, 36

2- Nisa, 59

3- 20 Temmuz 1998 Milliyet

4- Bakara, 129-151

5- Hac, 78

6- Muhammed Kutub, Çağdaş Fikir Akımları III, İşaret Yay., sh. 106

7- Muhammed Kutub, a.g.e., sh. 148

8- Muhammed Kutub, a.g.e., sn. 151

9- Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Çelik-Şura Yay., c. 4., sh. 262.

10- İzzet Derveze, et-Tefsirü’l-Hadis, Ekin Yay., c. 7, sh 94

11- Elmalılı H. Yazır. a.g.e, c. 7, sh. 208

12- Haşr, 7

13- Haşr, 8

14- Elmalılı Hz. Yazır, a.g.e., c. 7, sh. 225

15- Yunus, 16

İlginizi çekebilir

Aksa Tufanı Oyunu Bozdu

Erdoğan başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinin yöneticileri ise, o süreçte işgalci siyonist terörist İsrail ile normalleşme politikası yürütüyorlardı. Gazze müslüman Filistin halkının elinde olduğu süreçte bile bu halka ait doğalgaz rezervlerini İsrail gasp etmiş ve çaldığı bu gazı satmaya bile başlamıştı. Erdoğan ise hırsızın çaldığı bu gazın İsrail'e/hırsıza aidiyietini kabul edip hırsızla işbirliği yaparak bu çalıntı gazı Türkiye sahasından geçecek boru hattıyla Avrupa'ya ihraç edilmesinde hırsızla işbirliği konusunda 2022 yılında terörist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog u Türkiye'de ailece ağırlayıp anlaşma yapmıştı.